Ana Sayfa Blog

Covid-19 Karşılaştırmalı grafikler

Sağlık Bakanlığı’nın açıklanmış tüm verilerine ve hem Türkiye hem dünya verilerinin kapsamlı bir analizine turcovid19.com adresinden ulaşabilirsiniz.  Bu sayfadaki grafik de Turcovid19 ekibi tarafından Sarkaç için hazırlandı.  

Grafiğin yüklenmesi gerçek zamanlı veri akışı nedeniyle 15-20 saniye kadar sürebilir.  

Günlük Türkiye verilerini buradan indirebilirsiniz: .xlsx / .csv

Yukarıdaki grafikte Türkiye‘deki günlük vaka/hasta* ve günlük vefat sayıları görülüyor. Kalın çizgiler 7 günlük ortalamayı ince çizgiler günlük değerleri gösteriyor.

  • Grafiğin üzerinde gezinerek belli bir gündeki değerler görüntülenebilir.
  • 7 günlük ortalama, bakılan gün ile öncesindeki 6 günün ortalama değeridir.
  • Vaka ve hasta sayıları sol dikey eksende, vefat sayıları sağ diken eksende gösteriliyor. Vaka sayıları 25 Kasım’da açıklanmaya başladı.

*Günlük vaka/hasta ne demek?

28 Temmuz 2020’ye kadar vaka sayısı olarak adlandırılan bu sayılar 29 Temmuz’dan itibaren hasta sayısı olarak adlandırılmaya başlandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 30 Eylül 2020’de yaptığı basın açıklamasında “hasta sayısının PCR testi pozitif çıkmasına rağmen belirti göstermeyen kişileri kapsamadığını” belirtti. Tam metin için tıklayınız

Bu Ay Gökyüzü: Mayıs 2024

1 Mayıs saat 22.00, 15 Mayıs saat 21.00, 31 Mayıs saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Mayıs ayının bir geçiş dönemi olduğu söylenebilir. Kış mevsiminde görmeye alışkın olduğumuz Orion, Büyük Köpek, Küçük Köpek, İkizler ve Boğa takımyıldızlarını batı ufku üzerinde görebiliriz. Erkenden batsalar da çoğu gözlemciye göre gökyüzünün en güzel takımyıldızları olarak kabul edilen bu takımyıldızları ufkun üzerinde görmek etkileyicidir.

Yine yılın bu dönemi, ilkbaharı simgeleyen Aslan, Çoban ve Başak takımyıldızları gökyüzünde iyice yükselmiş olur. Aslan’ın en parlak yıldızı Regulus, Başak’ın en parlak yıldızı Spika ve Çoban’ın en parlak yıldızı Arkturus güney yönünde göreceğimiz en parlak yıldızlardır. Sirius’un batmasıyla, Arkturus gökyüzünün en parlak yıldızı olur. Arkturus tüm gökyüzünün dördüncü, yaz gökyüzününse en parlak yıldızıdır. (Yine yaz gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri olan ve kuzeydoğu ufku üzerinden yükselmekte olan Vega’yla parlaklıkları çok yakındır.)

Batı ufku üzerindeki kış takımyıldızları havanın kararmasından kısa bir süre sonra gökyüzünden ayrılır. Bu sırada yaz gökyüzünün en belirgin şekli olan Yaz Üçgeni’ni oluşturan yıldızlardan ikisi Vega ve Deneb kuzeydoğu ufku üzerinde belirir. Gece yarısına doğru üçgenin köşelerinden bir diğerini oluşturan Altair de doğar ve Yaz Üçgeni tümüyle ufkun üzerine çıkmış olur.

Yaz gökyüzünün belirgin takımyıldızlarından olan ve Akrep Takımyıldızı’nın turuncu yıldızı Antares de güneydoğu ufku üzerinde parlamaya başlar.

Kuzeye doğru döndüğümüzde Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tam tepede olduğunu görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, Mayıs ayında akşamlar gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse gökyüzündeki en alçak konumunda, ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

Eta Kova Göktaşı Yağmuru

Her yıl 15 Nisan – 27 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Eta Kova Göktaşı yağmuru, 4 Mayıs’ı 5 Mayıs’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Bu sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 30 kadar meteor gözlemlenebilir. Göktaşının en yüksek etkinliğe ulaştığı sırada Ay sabaha karşı doğuyor. O nedenle gözlem koşulları Ay’dan olumsuz etkilenmeyecek.

Mayıs’ta Gezegenler

Merkür ay boyunca sabah gökyüzünde. Ufuktan pek fazla yükselmese de ay boyunca gündoğumundan kısa bir süre önce doğu ufku üzerinde görülebilecek. Gezegen doğduğunda hava aydınlanmaya başlamış olacağından ufkun açık ve temiz olduğu zamanlar gözlem yapılabilir. Bir dürbün, gezegeni görmeyi kolaylaştıracaktır. 6 Mayıs sabahı ince bir hilal şeklindeki Ay ve Merkür yakın konumda olacaklar.

Venüs sabah gökyüzünde ancak Güneş’e çok yakın konumda olduğundan bu ay görülemeyecek. Gezegen önümüzdeki ay akşam gökyüzüne geçecek. Temmuz ayından itibaren akşamları günbatımından sonra görülebilecek.

Mars, sabah gökyüzündeki yavaş yükselişini sürdürüyor. Gezegen ayın başlarında Satürn’den yaklaşık yarım saat sonra doğuda beliriyor. Günler ilerledikçe Mars, Satürn’e göre daha yavaş yükseldiği için günler ilerledikçe gezegenleri arasındaki uzaklık giderek artacak. 6 Mayıs sabahı Ay ve Mars çok yakın konumda olacaklar.

Jüpiter geçtiğimiz ay batı ufku üzerinde parlıyordu ve erkenden batıyordu. Ayın ilk birkaç günü, günbatımının hemen ardından gezegeni hemen ufkun üzerinde görmek mümkün olabilir. Ancak alacakaranlıkta gezegeni seçmek zor olacaktır. Jüpiter 20 Mayıs’ta sabah gökyüzüne geçecek ancak gezegenin sabah gökyüzünde görülebilecek kadar yükselmesi için Haziran’ın ortalarını beklemek gerekiyor.

Satürn sabah gökyüzünde ve gündoğumundan önce ufkun üzerinde iyice yükselmiş oluyor. Gezegeni sabah hava aydınlanmadan önce görebilmek için güneydoğu ufkunun üzerine bakmak gerekiyor. Ayın sonunda gezegen gece saat 01:00 ‘dan sonra doğacak. Gezegeni yaz ayarının ortalarında akşam gökyüzünde görmeye başlayacağız. 4 ve 31 Mayıs sabahları gezegen Ay’la yakın konumda olacak.

Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi 


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


Organizma kavramına tarihsel bir bakış

Görüntü: MS - Sarkaç

Kavramlara tarihsel olarak bakmak, diğer bir deyişle geçirdikleri dönüşümleri, etkilendikleri sosyal, ekonomik, bilimsel ve kültürel süreçleri öğrenmek, onları daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Bu yazıda, biyoloji felsefesinin temel kavramlarından biri olan organizma kavramının tarihsel sürecine işaret etmeyi ve biyoloji felsefesindeki organizma-merkezci biyoloji yaklaşımını anlatmayı amaçlıyorum. 

Biyoloji felsefesinin soruları

Felsefe dünyayı (hatta evreni) ve yaşamı anlamaya çalışma; kendimizi, bilgimizi, yaşamımızı bir konumlandırma, bağlamına oturtma; yani dünyayla, yaşamla, diğer bir deyişle tüm aktivitelerimizle ve bilgilerimizle ilgili tekrar düşünme ya da derin düşünmedir. “Zaten çoğu aktivitemiz için düşünüyoruz, her an felsefe mi yapıyoruz?” diye sorulabilir. Ancak felsefedeki bu derin düşünmenin onu felsefe yapan birtakım özellikleri vardır. Bu özelliklerin en önemlilerinden biri eleştirel bakıştır. Yani üzerine düşündüğümüz aktiviteyi, bilgiyi, kavramı, olayı tüm ayrıntılarını tekrar gözden geçirerek ve sorgulayarak anlamaya çalışma eylemi. Böyle bir düşünme doğası gereği aktiftir yani değiştirici, dönüştürücüdür. Biyoloji felsefesi ise sanat felsefesi, din felsefesi gibi felsefenin dallarından biri olan bilim felsefesine dahildir.

Bilim ve felsefe ilişkisini iki genel anlamda düşünebiliriz. İlki felsefe yolu ile bilimsel aktivitelerimiz (örneğin araştırma soruları, yöntemler, deney tasarımları vb. aktiviteler) ve bilgilerimiz üzerine tekrar düşünerek, sorgulayarak onları anlamadır, böylece bilim felsefesi yapıyor oluruz. İkinci yol ise felsefe yaparken yani dünyayı ve yaşamı anlamaya çalışırken bilimi kullanmaktır. Böylesine yakın olan iki alanın -yani bilim ve felsefenin- birbiriyle sıklıkla iç içe girmesi kaçınılmazdır. Günümüzdeki birçok önemli filozofun aynı zamanda bilim insanı olması bu nedenledir. 

Biyoloji felsefesi ise özellikle biyoloji biliminin kavramlarını, araştırma süreçlerini, bilgilerini ve biyolojinin diğer bilim dallarıyla ilişkilerini inceleyen bilim felsefesi dalıdır. Biyoloji felsefesinin incelediği sorulara örnek verecek olursak:

-Fiziksel ve biyolojik süreçler arasında nasıl farklar vardır?
-Yaşam fiziksel bir süreç midir?
-Yaşamı sadece fiziksel bir süreç olarak ele almak biyoloji araştırmalarında nasıl bir yaklaşıma neden olur?
-Davranışlarımız daha çok kalıtsal özelliklerimizden mi, çevresel özelliklerden mi, yoksa gelişim süreçlerimizden mi kaynaklanır?
-Biyologlar deney tasarımlarında nelere dikkat eder?
-Deneylerde kullanılan organizmalar nasıl seçilir?
-Evrimsel süreçleri neler etkiler?
-Biyoloji verileri nasıl elde edilir, nasıl yorumlanır, nasıl saklanır?
-Bilişsel süreçler hayvanlara özgü müdür?

Örrnek olarak verilen bu soruların yanında biyolojideki tüm kavramlar da felsefenin inceleme konusu olabilir. Örneğin: çevre nedir, gen nedir, fenotip nedir, organizma nedir? 

Peki, biyolojinin açıklamaları genellikle hangi kavrama dayanır?

ABD’nin Washington eyaleti San Juan Adasında bulunmuş, taşa yapışmış deniz yosunu. Kaynak: Özlem Yılmaz

Belki bu soruya milenyuma girmeden önce cevap arıyor olsaydık, “genler,” “kalıtım,” “moleküller,” “popülasyon” gibi yanıtlarla karşılaşacaktık. Çünkü birkaç on yıl öncesine kadar genlerin canlılar üzerinde yoğun olarak belirleyici olduğu varsayılıyordu: eğer gen dizilimi bilinirse o canlıya ait tüm özelliklerin bilinebileceği, açıklanabileceği öngörülüyordu… Moleküler biyolojinin geçen yüzyılın ortalarında iyice hızlanmaya başlayan gelişimi de bu düşünceyle bir arada biyolojiye yön veriyordu. Oysa 21. yüzyılda biyolojinin temel kavramı deyince akla ilk önce “canlı” ya da “organizma” gelmeye başladı. 

Bu değişimin birbiriyle etkileşimli birçok nedeni var. Biyoloji bilimindeki gelişmeler ve değişimler, İnsan Genom Projesinin beklenen büyük dönüşüme yol açamamış olması ve iklim değişikliği bu nedenler arasında. Örneğin, İnsan Genom Projesi, tüm genomu açığa çıkarmayı, tüm özelliklerimizi anlamayı hedeflemişti. Ancak proje süresince hem proje çerçevesindeki araştırmalar hem de genel olarak moleküler biyoloji ve gelişim biyolojisi başta olmak üzere biyoloji alt dallarındaki gelişmeler, gen ve fenotip (yani genlerimiz ve özelliklerimiz) arasındaki ilişkinin tek yönlü ve direkt olmadığını, birbiriyle etkileşimli, çok karmaşık birçok sürecin hep birlikte her bir özelliğimizi oluşturduğunu gösterdi. Genler bu süreçlerin en önemlilerinden olmakla birlikte sadece biri. 

İkinci örnek: İklim değişikliği ve besin krizi, bitki bilimi araştırmacılarını temel tarım ürünlerinin ve doğadaki bitkilerin iklim değişikliği kaynaklı değişimlere (ki bu değişimler dünyanın farklı bölgelerinde farklı farklı olacaktır) nasıl yanıt vereceğini açıklayabilmeyi amaçlamalarına yol açtı. Bu da canlıların çeşitli çevresel koşullara yanıtlarının oldukça karmaşık ve dinamik biyolojik süreçlerle oluştuğunu ve bu süreçleri anlamak için canlıya bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşmak gerektiğini hatırlatmıştır. Bununla birlikte böyle bir bakış açısının, organizmayı merkeze alarak çevresiyle nasıl etkileştiğini bu etkileşimin organizmanın her düzeyinde hangi süreçlere karşılık geldiğini evrimsel, genetik, gelişimsel, fizyolojik ve ekolojik süreçleri bir arada göz önüne alarak değerlendirmesi gerektiğini gösterdi. Her bir birey -organizma- kalıtım süreçleri ve kendi yaşamından önceki çevresel süreçlerle atalarına bağlı olmakla birlikte, kendi yaşamındaki çevresel ve gelişimsel süreçlerin biricikliği nedeniyle kendine özgüdür de. Kısacası organizma merkezli perspektifler içeren araştırma programları, araştırma konularına daha bütünsel bir bakışla yaklaşacak, açıklanmak istenen biyolojik süreç, organizmayı oluşturan kompleks süreçler bağlamında bütünsel olarak değerlendirilecektir. 

20. yüzyıl başlarındaki biyoloji bilimi ve organizma kavramı

Peki birkaç on yıl önce biyoloji açıklamalarındaki temel yerine kavuşan organizma kavramının biyoloji felsefesinde baskın olduğu başka dönemler var mıdır?

Birçok araştırmacı bu soruya “20. yüzyıl başları” (yani günümüzden yaklaşık yüz yıl öncesi) diye yanıt verecektir. Bu dönem biyoloji içinde yoğun teorik tartışmaların olduğu, araştırmacıların temel kavramları, metodolojileri, yaklaşımları ayrıntılı şekilde sorguladıkları bir dönemdir. Biyoloji felsefesindeki diğer yaklaşımlarla birlikte organizma-merkezci biyolojinin de oldukça aktif olduğu bu döneme bakmak, biyoloji kavramlarının bugünkü hallerini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

Organizma-merkezci biyolojinin özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemlerde aktifleştiği ve geliştiği anlatılmaktadır. Dünya için oldukça telaşlı ve zor dönemlere denk gelen 20. yüzyılın ilk birkaç on yılı, biyoloji bilimi için son derece önemli zamanlardır. Darwin’in Türlerin Kökeni çalışmasının yayınının üstünden yarım yüzyıla yakın bir süre geçmiş, evrim biyolojisi, filogeni çalışmaları yayılmaya başlamış, Mendel’in kalıtımla ilgili çalışmalarının değeri anlaşılmış, Johannsen, ilk kez genotip ve fenotip ayrımını yapmış, bitki coğrafyası çalışmaları, diğer bitki biyolojisi alt dallarıyla etkileşip bitki ekolojisini doğuralı birkaç on yıl olmuş ve tüm bunlar ve daha nice yenilikler biyolojinin tüm alt alanlarında belirgin değişimlere ve yeni etkileşim hallerine yol açmıştır.[1]Organizma-merkezci biyoloji düşünce akımı içinde çok farklı politik görüşlerde olan ve kendi biyoloji felsefeleri ya da organizmacı düşünceleri de bununla etkileşimli halde gelişmiş olan araştırmacılar vardır; örneğin diyalektik materyalizm temelli ve sol-kanat politik düşüncelerini çalışmalarıyla ilişkilendirenlerin yanında, hayatının bir döneminde Nazilere yakın durmuş anti-komünist ya da ulusalcı araştırmacılar da vardır. 20. yüzyılın ilk yarısındaki organizma-merkezci biyologlar, Aristoteles, Kant, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, Engels, Whitehead gibi kendilerinden önceki birçok önemli düşünürden yoğun olarak etkilenmişlerdir.

Muazzam çeşitlilikteki karmaşık süreçleri yani canlıları inceleyen biyoloji biliminin felsefesinin de son derece kapsamlı ve karmaşık olması şaşırtıcı değildir. 20. yüzyıl başı biyoloji çevrelerine bakıldığında, her bir akım içindeki bu araştırmacıların, kendi aralarında da çok sayıda farklı düşünceler ve pozisyonlara sahip olmakla birlikte, birtakım belirgin özellikleri nedeniyle mekanizm[2]Türkçe felsefe literatüründe “mekanizm,” “mekanistik anlayış” ya da “mekanistik felsefe” şeklinde kullanılan bu terimin Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı “mekanikçilik” olarak veriliyor, vitalizm ve organizmacılık (ya da organizma-merkezci biyoloji) perspektiflerinden birinin altında değerlendirilebildiği görülecektir.

Bu üç kavrayıştan birine sahip olduğu düşünülebilecek araştırmacılar diğer kavrayışlardaki araştırmacılardan kopuk değildirler; birbirlerinin çalışmalarını izlemeye, değerlendirmeye, eleştirmeye ve zaman zaman diğer araştırmacılarla birlikte ortak çalışmalar yapmaya devam etmişlerdir. Bu kavrayışları sınırları net ve katı bir halde düşünmektense, zaman zaman birbirleriyle kesişim halinde ve her zaman birbiriyle ve dönemlerinin sosyal, politik ve kültürel yaşamlarıyla etkileşimli olan düşünce süreçleri olarak ele almak onları daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Kökleri çok eski olan bu temel kavrayışlar günümüze kadar uzanan süreçlerdir.

Mekanizm düşüncesi biyoloji biliminin, fizik ve kimya biliminin metodolojileri ve kavramsal çerçeveleriyle işleyebildiğini savunur, yani fizik ve kimya canlıları anlamak ve açıklayabilmek için yeterlidir. Biyoloji felsefesi ve tarihi çalışan araştırmacılar, biyolojideki mekanizm yaklaşımını ikiye ayırır.[3]Örneğin:Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283. Açıklayıcı mekanizm daha metodolojik bir yaklaşımdır ve biyolojik mekanizmaları parçalara ayırarak analiz etmeyi hedefler.[4]Bu yanıtları az önceki örnekte söz ettiğimiz insan özellikleri (fenotip) gibi düşünebiliriz. Fenotip, canlıların bilim insanları tarafından ölçülen ya da gözlemlenen, genotip dışındaki, bütün özelilerini ifade edebilir. Felsefi mekanizm ise açıklayıcı mekanizmi içerir fakat daha derin bir pozisyondur, canlıları makinelerle tamamen eş tutar ve parçalarını ve parçaların birbirleriyle nasıl ilişkilendiklerini anlamanın bir makineyi anlar gibi canlıları da anlayabilmemize yol açacağını var sayar.

Vitalizm ise fizik ve kimyanın metodolojilerinin ve teorik çerçevelerinin canlıları anlamak ve açıklamak için yeterli olamayacağını çünkü canlılarda cansızlarda olmayan birtakım özellikler (ya da vital güç) olduğunu savunur.

Organizma-merkezci biyoloji ise biyoloji biliminin konusu olan canlıların, yalnızca fizik ve kimyanın metodolojileri ve teorik çerçeveleri ile açıklanamayacağını biyoloji biliminin kendi metodolojileri ve kavramları olduğunu savunur; çünkü biyolojinin konusu olan canlılar, cansızlardan farklıdır. Ancak bu farklılık bilimsel olarak açıklanamayacak vital güç ve benzeri bir özellik nedeniyle değil, canlıların organizasyonu ile ilgilidir. Bilimsel sorgulama ve araştırmaya açıktır.

Organizmalar çevreleriyle etkileşimleri üzerinden kendi organizasyon hallerini aktif olarak sürdüren biyolojik varlıklardır. Çevre-organizma etkileşimi hem organizmaların fizyolojik süreçlerini hem de organizmaların hep birlikte evrim süreçleri boyunca geçirdikleri değişimleri oluşturur. Organizmalar yaşamsal ihtiyaçları (ya da diğer bir deyişle kendilerini sürdürebilmeleri) için çevreleriyle sürekli bir etkileşime bağlıdırlar. Çevrelerinden aldıkları sinyalleri bedenlerinde dağıtıp bu sinyallerin kendi sistemleriyle etkileşimi üzerinden yaşamlarını aktif olarak sürdürürler ve bu sırada çevrelerini etkilerler. Organizma sistemi fizyolojik, evrimsel, ekolojik, genetik, epigenetik ve gelişimsel süreçlerle oluşmuştur ve tüm bu süreçlerin ona kazandırdığı çevre-etkileşim potansiyellerine sahiptir.

Organizmaları anlama ve açıklama çabalarımız -yani biyoloji bilimi-, fizik ve kimya gibi diğer doğa bilimleriyle uyumlu olmakla birlikte kendine özgü metodolojiler ve kavramlar da içerir. Organizmalar, onları oluşturan parçaların toplamından çok daha fazlasıdır; aktif olarak çevresiyle etkileşip kendini sürekli olarak oluşturan sistemlerdir. Organizmaları bu bakış açısıyla bütünsel olarak değerlendirmek onları daha iyi anlamamıza olanak verebilir.[5]Yazıda kullanılan kaynaklar:

Allen, G. E. (2005). Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.

Baedke, J. (2019). O organism, where art thou? Old and new challenges for organism-centered biology. Journal of the History of Biology, 52(2), 293-324.

Gannett, L. (2008). The Human Genome Project. The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (eds.)

Nicholson, D. J. (2014). The return of the organism as a fundamental explanatory concept in biology. Philosophy Compass, 9(5), 347-359.

Nicholson, D. J. & Gawne, R. (2015). Neither logical empiricism nor vitalism, but organicism: what the philosophy of biology was. History and philosophy of the life sciences, 37(4), 345-381.

Yılmaz, Ö. (2022). Biyoloji Felsefesinde Organizma Kavramı. Kilikya Felsefe Dergisi, 1(1), 78-86.

Yilmaz, Ö. (2024). Return of the organism? The concept in plant biology, now and then. Theoretical and Experimental Plant Physiology. (yayın aşamasında.
)

Özlem Yılmaz Silverman
Bağımsız araştırmacı

 

 

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Organizma-merkezci biyoloji düşünce akımı içinde çok farklı politik görüşlerde olan ve kendi biyoloji felsefeleri ya da organizmacı düşünceleri de bununla etkileşimli halde gelişmiş olan araştırmacılar vardır; örneğin diyalektik materyalizm temelli ve sol-kanat politik düşüncelerini çalışmalarıyla ilişkilendirenlerin yanında, hayatının bir döneminde Nazilere yakın durmuş anti-komünist ya da ulusalcı araştırmacılar da vardır. 20. yüzyılın ilk yarısındaki organizma-merkezci biyologlar, Aristoteles, Kant, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, Engels, Whitehead gibi kendilerinden önceki birçok önemli düşünürden yoğun olarak etkilenmişlerdir.
2 Türkçe felsefe literatüründe “mekanizm,” “mekanistik anlayış” ya da “mekanistik felsefe” şeklinde kullanılan bu terimin Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı “mekanikçilik” olarak veriliyor
3 Örneğin:Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.
4 Bu yanıtları az önceki örnekte söz ettiğimiz insan özellikleri (fenotip) gibi düşünebiliriz. Fenotip, canlıların bilim insanları tarafından ölçülen ya da gözlemlenen, genotip dışındaki, bütün özelilerini ifade edebilir.
5 Yazıda kullanılan kaynaklar:

Allen, G. E. (2005). Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.

Baedke, J. (2019). O organism, where art thou? Old and new challenges for organism-centered biology. Journal of the History of Biology, 52(2), 293-324.

Gannett, L. (2008). The Human Genome Project. The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (eds.)

Nicholson, D. J. (2014). The return of the organism as a fundamental explanatory concept in biology. Philosophy Compass, 9(5), 347-359.

Nicholson, D. J. & Gawne, R. (2015). Neither logical empiricism nor vitalism, but organicism: what the philosophy of biology was. History and philosophy of the life sciences, 37(4), 345-381.

Yılmaz, Ö. (2022). Biyoloji Felsefesinde Organizma Kavramı. Kilikya Felsefe Dergisi, 1(1), 78-86.

Yilmaz, Ö. (2024). Return of the organism? The concept in plant biology, now and then. Theoretical and Experimental Plant Physiology. (yayın aşamasında.

Durmuş Ali Demir

Sabancı Üniversitesi arşivinden.

Durmuş Hocamızı böylesine genç yaşta kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim. Öncelikle ailesine ve fizik camiasına baş sağlığı diliyorum. Çok zor bir durum ama hocamızın yaşadığı olağandışı hayatla anılması ve örnek alınmasını umarak birkaç söz söylemek istiyorum.

İnsanı en ilginç kılan şeylerden birisi, hayatının başlangıç koşulları ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun, bilim üretmede ve düşünmede en ileri aşamaya ulaşabilme yetisi.  Bu tabii ki çok zor ve sık karşılaşılan bir durum değil. İyi bilimci olmak zor bir iş, ama hayata Anadolu’nun en dezavantajlı yerlerinden başlayıp, bilimin en üst düzeylerine ulaşmak ve buralarda üst düzey araştırmalara bir ömür boyu devam etmek ayrıca zorlu bir iş.  Bizim topraklardan bunu başarabilmiş ender insanlardan birisi Durmuş Hoca, bu yüzden çok ilham verici bir yaşantısı olduğunu düşünüyorum.

Durmuş hoca ile 2008’den bu yana devamlılık arz eden bir diyalog içindeydik.  O yıl onu İYTE’de birkaç günlüğüne ziyaret etmiştim.  Birbirimizi gıyaben (yaptığımız çalışmalardan ötürü) tanıdığımız için beni davet etmişti ve o yaz birkaç günlüğüne bir araya geldik.  Sabah İzmir’den İYTE’ye servisle giderken başlayan muhabbetimiz (muhabbet derken çoğunlukla fizikte spesifik problemlerle ilgili düşünce alışverişleri) akşam yemeğinin sonuna kadar devam etmişti.

Bu yazı vesilesiyle 2008’den başlayan eski e-postaları da kontrol ettim. Pek çoğu çok zor sayılabilecek konularda fikir alışverişleri, kafamızı karıştıran şeylerin, zorlukların olabildiği en berrak haliyle ifade edilmesi… Aslında araştırma konularımız yakın değildi ama yine de birbirimizle anlamlı konuşabilecek düzeyde yakındık. Ne çok uzak ne çok yakın.  Kuantum kromodinamiğinde kütlenin oluşumu, temel parçacıkların hapsolması, tünelleme olayları (instanton dediğimiz olaylar), ayar teorilerinin topolojik fazlarına varan enteresan diyaloglar…

Mesajların epey bir kısmı da “Kopenhag’dan merhaba, Aspen’den merhaba, Paris’ten merhaba” diye başlıyor, teknik bir diyaloga giriyor, sonra da bir yerinde “Ha, unutmadan bu arada Misha’yla (hem Voloshin, hem Shifman) seni andık, Maxim’le (Pospelov) seni andık, Tony’le (Gergetta) seni andık, Fernando (Quevedo) ile seni andık (ki bunların hepsi üst düzey bilimciler) diye bir saygı ibaresi ile son buluyordu.  Bir şekilde onun Minnesota’daki çevresini ben de iyi tanıyordum hem sosyal hem bilimsel olarak, bu da hep ortak bir nokta oldu aramızda.

Ve zaman zaman  zorluklara karşı bir yol arkadaşlığı, birbirini destekleme, iyi niyet temennileri.  Aslında yollarımız da benzerdi. Ama bu konu üzerine bir kere bile konuşmadık. Gerek yoktu.

Öte yandan iyi teorik fizik yapan insanların bir kısmı, aslında kendileri ile baş başa kaldıklarında, bu hayata dair daha mütevazi bir duruş sergilerler.  Bir nevi bizim kültürdeki derviş-vari bir duruş.  Mesele şu ki, her ne kadar doğaya dair bir şeyler anladığımızı düşünsek de ve bu bizi çok heyecanlandırsa da anlamadığımız şeylerin büyüklüğünün/çokluğunun farkındalığı ve anladığımız şeylerin küçüklüğü aslında taşımak zorunda olduğumuz bir yüktür. Bu da bir nebze alçakgönüllü bir duruş sergilemesine neden olur insanın, en azından bazı insanların.  Yani bu yolculuğumuza anlam katan şey, bir yandan da bize ne kadar küçük olduğumuzu hatırlatır.

Durmuş Ali Demir (2007, Hamburg, Güleser Demir’in arşivinden)

Hatırlar mıydı bilmem ama 1995’te Bilkent Üniversitesi, Fizik Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyken cumartesi günleri ODTÜ’de Namık Kemal Pak’ın kuantum mekaniği derslerine gidiyordum. Namık Hoca o zaman TÜBİTAK başkanıydı ve çok genç bir Durmuş Hoca bu dersin asistanıydı. Bu ders de problem saatleri de epey üst düzeydi ve mükemmel bir deneyimdi diyebilirim. Kitap yine bizim topraklarla ilgili bir insan olan Merzbacher’in kitabıydı. Ailesi II. Dünya Savaşı öncesi 1935’de Almanya’dan Türkiye’ye sığınmıştı ve 1947’ye kadar Türkiye’de yaşamıştı. Benim kisisel hikâyemde de kuantum mekaniğindeki WKB analizine ve asimptotik analizlere ilk ilgim bu ders sırasında başladı. Bir problem çözme saatinde Durmuş Hoca’nın tartıştığı bir metot çok hoşuma gittiği için Migdal’ın “Kuantum mekaniğindeki kualitatif (yaklaşık, keskin olmayan) metotlar” adlı kitabını çalışmaya başlamıştım.  Bu dersten yaklaşık 20 yıl sonra bu analizlerin aslında (ders kitaplarında anlatıldığı gibi) yaklaşım değil, kesin metotlar olduğunu anlamaya başladım. Son on yıl içerisinde bu metotlar kuantum mekaniğinde ve kuantum alan teorisinde zor bir takım soruların çözülmesini sağladı ve şu anda, hem teorik fizikte hem de matematikte pek çok derin araştırmacıyı cezbeden bir araştırma konusu. 

Bu dersle ilgili ikisine de çok derin bir minnet borcum var.   Ayrıca Durmuş Hoca ve onun gibi  Anadolu’nun ücra yerlerinden çıkan insanlarımızın, bilimin en üst düzeyine ulaşabilmesi ve insanlığa bir katkı verebilmesi için eğitimde fırsat eşitliği sağlamayı prensip edinen Cumhuriyetimize hepimizin bir minnettarlığı olması lazım.

Mithat Ünsal (North Carolina Devlet Üniversitesi, Fizik Bölümü)


Durmuş Hocamız ne yazık ki gencecik yaşta aniden aramızdan ayrıldı. Ailesi, dostları, ve yakınları için olduğu kadar Türkiye ve dünya fizik camiası için de çok acı ve büyük bir kayıp. Durmuş Hoca örnek bir bilim insanı ve gerçek bir fizikçiydi. Konusuna tamamen hakim fakat konusuna uzak dallar hakkında da bilgili, söz sahibi, meraklı, keskin bir iç görüye sahip, aynı zamanda mütevazi… Fizik tartışırken heyecanını gözlerinden okurdunuz.

Aramızdan ayrıldı ama eseri ortada ve insanlık var olduğu sürece, umuyorum, erişilebilir olarak kalacak ve işleri diğer bilimcileri ve sonraki nesilleri etkilemeye devam edecek. Sanırım yaratıcı bir meslek sahibi olmanın da en güzel tarafı bu.

Burada elimden geldiği kadarıyla Durmuş’un teorik fiziğe yaptıgı önemli katkılardan bahsetmek istiyorum. Durmuş, aslen bir teorik parçacık fizikçisiydi. Teorik parçacık fiziği yelpazesinde ise, daha çok, deneysel parçacık fiziğine yön veren, standart model dediğimiz, parçacık fiziğinin genel olarak kabul görmüş temel teorisinin deneysel sonuçlarını irdeleyen parçacık fenomenolojisi tarafına yakındı. Yalnızca standart modelin sonuçlarını incelemekle kalmadı elbette, onun mümkün farklı açılımlarını, daha gelişmiş `süpersimetrik’ uzantılarını,  parçacık fiziğini gravitasyonla birleştiren süpergravite teorilerini ve bambaşka alternatifleri de araştırdı ve bu alanların bir uzmanı oldu.

Aynı zamanda CERN’deki parçacık dedektörlerinden CMS kolaborasyonunun Türkiye’den bir temsilcisi ve aktif bir üyesi olarak binlerce atıf alan deneysel ve fenomenolojik parçacık fiziği makalelerine imza attı. Fakat ben, tanıdığım kadarıyla, Durmuş’un tam anlamıyla teorik olan makaleleriyle anılmak isteyeceğini düşünüyorum.

Durmuş Ali Demir (2019- Güleser Demir’in arşivinden)

Bunlardan en iyi bilinen ikisi standart modelin süpersimetrik versiyonu üzerinedir. Bunu biraz açmaya çalışalım. Temel parçacıkların esas özelliklerinden biri “spin”leridir. Bunu parçacıkların öz, kuantum mıknatısları gibi düşünün, yani rotasyon ya da manyetik alan altında hangi kuantum durumunda olduklarını belirleyen bir özellik. Örneğin elektron iki spin durumunda bulunabilirken, yani “yarı-spinli” iken, standart modeldeki Higgs bozonu spinsizdir, başka bir deyişle “sıfır spinli”dir. Parçacıklar yarı-spinli (elektron, proton, nötrino vs) ya da tam-spinli (Higgs bozonu, ayar bozanları, graviton) olarak ikiye ayrılırlar. Süpersimetri bu iki farklı spin türüne sahip parçacıkları birbirine dönüştüren bir transformasyon. Yani süpersimetrik standart modelde yarı-spinli ve tam-spinli parçacıklar aslında aynı parçacığın farklı kuantum durumları olarak tezahür ediyor. Çok yüksek enerjilere çıktığımızda, mesela CERN’deki proton çarpışmalarında ulaşılan enerjinin çok daha üzerinde, evrenin bu süpersimetri özelliğine sahip olması kuvvetle mümkün, ve bu, bir teorisyen için standart modelin çözemediği bilmeceleri çözebilmesi açısından çok güzel ve çekici bir prensip. Durmuş 1999’da ICTP’de doktora sonrası araştırması sırasında yazdığı makalesinde[1]Demir, D. A. (1999). Effects of the supersymmetric phases on the neutral Higgs sector. In Physical Review D (Vol. 60, Issue 5). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.60.055006 süpersimetrik standart modeldeki Higgs parçacığının dinamiğini etkileyen belirli (elektrik yükü ve parite simetrisini birlikte kıran fazlardaki) çeşitli kuantum düzeltmeleri hesapladı. Bunu ilk başaran insanlardan biri oldu. Bundan bir yıl önce de Cvetic ve diğerleriyle Pennsylvania Üniversitesinde’yken yazdığı makalesinde[2]Cvetič, M., Demir, D. A., Espinosa, J. R., Everett, L., & Langacker, P. (1997). Electroweak breaking and the μ problem in supergravity models with an additional U(1). In Physical Review D (Vol. 56, Issue 5, pp. 2861–2885). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.56.2861 ise süpersimetrik gravitasyon teorisininde zayıf nükleer kuvvetin kırınımını inceleyen, gene standart bir referans haline gelmiş önemli makalelerden birine imza attı. Bunun gibi daha birçok dünyaca tanınan makalesi vardır.

Durmuş, kabına sığmayan, çok yaratıcı bir fizikçiydi. Birçok atıf almış tek yazarlı 30 makalesi bulunduğunu hatırlatalım. Mesela son çalışmalarından birinde,[3]Demir, D.A. (2023) Emergent Gravity Completion in Quantum Field Theory, and Affine Condensation in Open and Closed Strings, e-print:  2312.16270 [hep-th]  standart modeli geçerli olduğu en yüksek enerji seviyesine taşıdığımızda uzay-zamanın eğriliğini belirleyen bir yoğuşma (condensate) ile karşılaşacağımızı, ve bunun sicim teorilerinde de gerçekleşebileceğini söyleyen gayet çarpıcı bir önerme var.  Sınırsız hayal gücünü eserine aktarmayı başarmış olan bu mükemmel fizikçiyi sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Eseri yaşamaya devam edecektir.

Umut Gürsoy (Bilim Akademisi üyesi, Utrecht Üniversitesi, Fizik Bölümü) 


Eski Yunan’da ölenler için arkalarından hayatları ile ilgili yazı (obitiuary) yazmazlarmış, toprağa verirken sadece “Bu hayatta hevesi neydi?” diye sorarlarmış.[4]Bunu Hollywood filmi Serendipity’de geçen bir diyalog dışında doğrulayan net bir kaynağa rastlamadım. Konunun Sokrates’in öğrencilerinden Aristippus ile ilişkilendirildiğini öğrendim. Bu, vefatına hâlâ inanmakta zorlandığımız çok sevgili Durmuş Ali Demir’in öğrencilerine yer yer anlattığı bir hikâyeydi ve bu hayatta bir amaç için yaşamayı belli ki kendisine şiar edinmişti. Şok ve derin üzüntüyü bir arada yaşadığım bu günlerde bir yandan Durmuş Hoca hakkında bir yazı kaleme almanın zorluğu diğer yandan ise hocamız hakkında çok daha fazlasını söyleme gerekliliği arasında gidip geliyorum. Bu yazıda kendisinin de mutlu olacağını düşündüğüm bir konudan, bu hayattaki hevesinden bahsedeceğim. Dilim döndüğünce hayatından kesitlere de yer vermek istiyorum zira içinde çıkarılacak dersler olduğunu düşünüyorum.

1969’da Silifke’nin bir Yörük köyünde talihsiz bir olayla, iki yaşındaki abisinin vefat ettiği bir ortamda dünyaya gelen Durmuş Ali Demir’in abisi için çıkarılan kimlik kendisine verilmiş ve adeta hayata iki yıl ileriden başlamıştı.[5]Bu hikâye farklı zamanlarda Devrim Köseoğlu ve Tuğrul Senger’e bizzat Durmuş Hoca tarafından anlatılmıştır. Bu şartlarda hayata başlayan birisinin ilerleyen yıllarda bilim dünyasında da ileriden gitme, öncü olma misyonları edineceğini kimse hayal dahi edemezdi. Kendisi ile bir defasında babası da profesör olan bir fizik profesöründen bahsederken “Babası bizimki gibi yoldan geçen sıradan birisi değil’’ demişti,  ortadaki asıl başarı öyküsünün kendisi olduğunu unutmuşçasına.[6]Bu belki de onun hayatta belirli bir noktaya kadar yaşadığı imkânsızlık ve zorlukları kendi tarzıyla dillendirme şekliydi tam bilemiyorum. Bu türden şeyleri hiçbir zaman gündeme getirmedi ve herhangi bir şey için bir bahane olarak görmedi.

Durmuş Hoca’nın lise yıllarından bir kare (sağda ders çalışan- Güleser Demir’in arşivinden)

Durmuş Hoca, zorunlu hizmet karşılığı yatılı olarak Ankara’daki Meteoroloji Teknik Lisesinde okur ve 1986’da mezun olur. Sonrasında girdiği Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Elektrik ve Elektronik Bölümünde okurken zorunlu hizmet olarak Meteoroloji Genel Müdürlüğünde nöbet tutacaktır.[7]Prof. Dr. Durmuş Ali Demir Vefat Etti, Meteoroloji Genel Müdürlüğü,  https://www.mgm.gov.tr/kurumsal/kurumdanhaberler.aspx?y=2024&f=durmusalidemir

Öncesini bilmemekle birlikte üniversite yıllarında fizik aşkının olduğunu biliyoruz, zira ODTÜ’de mühendislik okurken Fizik Bölümü’nde de yandal programını bitirip sonrasında fizikten devam edecektir. O yıllarda kendisinin Fizik Bölümü’ndeki hocaları Metin Durgut ve rahmetli Namık Kemal Pak akademik hayatının şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır. Dört yıl gibi bir sürede hem master hem de doktora programını bitirmiş olması bir yana 10’a yakın makale yazmayı başarmıştır.[8]O kadar çalışkandı ki asker olarak Ankaraya atandığında sadece hafta sonları bölüme gelip çalışarak üç adet makale yazmayı başarmıştı. Bunun altında yatan en büyük etken Durmuş Hoca’nın bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve neredeyse günde 24 saat çalışmasıydı. Daha sonraki yıllarda Namık Hoca, bana ve diğer öğrencilere hep Durmuş Hocayı örnek gösterirdi ve ondan bahsederken gözleri parlardı. Durmuş Hoca’nın doktora yaptığı yıllarda Namık Hoca TÜBİTAK’ta görevliydi ve Durmuş Hoca doktora çalışmalarının çok büyük kısmını sevgili T. M. Aliev Hoca ile yapmıştı. Aliev Hoca’yı doktora hocası olarak gördüğünden bahsederdi, elbette Namık hocanın hayatındaki yerini ve hakkını teslim ederek yapardı bunu. Benim gözlemlediğim kadarıyla her ikisiyle de çok özel bir ilişkisi vardı ve onun hayatında çok büyük bir yer edinmişlerdi. Birbirlerine olan muhabbetlerine defalarca şahit olmuşumdur. 10 Kasım 2015’te Ankara’da Namık Hoca’ya son kez veda ederken Durmuş Hocanın duygularını anlayamamıştım. O kadar çok sevdiği hocasının kaybını büyük bir metanetle karşıladığını görüyordum. Sonradan öğrendim ki haftalarca kendine gelememiş.

Durmuş Ali Demir (2002, ABD- Minnesota ofisinde, Güleser Demir’in arşivinden)

Benim Durmuş Hoca’yla ilk gerçek temasım 1990’ların ikinci yarısında olmuştu, Amerika’dan ODTÜ Fizik Bölümü’ne ziyarete geldiğinde Aliev Hoca ile üçümüz çimlerde oturmuş fizik ve hayattan konuşmuştuk. Sonrasında yemek yemiştik. İlk defa o zaman tam anlamıyla şahit oldum o inanılmaz heyecan ve enerjisine. 29 Mart 2024 Cuma günü Durmuş Hoca için ODTÜ’de yaptığımız Anma Töreni’nde Altuğ Özpineci “Belki başarısı değil ama heyecanı bulaşıcıydı” diyerek bunu  çok güzel ifade etti. Gerçekten de onunla konuşup bahsettiği konuya ilgisiz kalmanız olası değildi. Etkisi hemen sizi sarar ve size inanılmaz bir pozitif enerji ve motivasyon verirdi. Onunla ilgili dikkatinizi çeken ilk şey buydu.

Doktoramda iki Higgs dubletli modeller çalışırken Durmuş Hoca süpersimetri çalışmaya başlamıştı. Süpersimetri ilerleyen yıllarda bizi bir araya getirip birlikte çalışmamıza fırsat verecekti. Süpersimetrik bir teoride süpersimetrik kısmı atarsak iki Higgs dubletli  bir teoriye indirgenir, dolayısıyla benim de doktora sonrası dönemde süpersimetriye olan ilgim arttı.  2005’te Durmuş Hoca bir eposta ile birlikte çalışmayı teklif etti. Bu benim için elbette çok mutluluk vericiydi. Durmuş Hoca’nın her konuda yaydığı pozitif enerji, motivasyon ve derin fizik bilgisi, her açıdan tatmin edici bir iş birliği ve deneyim fırsatıydı. Akademik konularda eposta yazarken çok detaylı ve uzun yazmakla bilinirdim; ta ki Durmuş Hocadan epostalar almaya başlayana kadar. Bu konuda benim epey üst bir versiyonumdu. Diğer yandan benim bir epostaya cevap yazmam epey zaman alırken Durmuş Hoca’nın hızına yetişmem neredeyse imkansızdı. Gecenin her saati yazardı. Yazdığı aralıklara bakınca günde en fazla 3-4 saat uyuduğunu görebilirdiniz. Sonradan bu konu üzerine konuşurken az uykunun ona yettiğini söylemişti. Sanki uyumayı zaman kaybı gibi görüyordu ve kendini çalışmak ve fizik düşünmekten alamıyordu. Yaklaşık dört yıl hiç yüz yüze görüşmeden, uzaktan çalışarak devam ettik. 2010’da uzun bir aradan sonra TÜBİTAK’ın davetiyle Türkiye’ye geldiğimde kendisiyle hem İzmir’de hem de İstanbul’da bir araya gelme fırsatı buldum. Aslında şimdi düşününce bu fırsatların tamamını Durmuş Hoca’nın yarattığını fark ediyorum. Ailemi bile doğru düzgün göremeden Kerem Cankoçak’ın annesinin evinde bir haftasonu geçirmiş ve çalışmıştık.  Birçok başka şeyin yanında iki bileşenli bir karanlık madde senaryosu ışığında o zamanlar oldukça revaçta olan PAMELA FERMİ-LAT deneyinin pozitron akı fazlalığı ölçümü üzerine yazmış olduğumuz makalenin temellerini atmıştık.[9]Demir, D. A., Everett, L. L., Frank, M., Selbuz, L., & Turan, I. (2010). Sneutrino dark matter: Symmetry protection and cosmic ray anomalies. In Physical Review D (Vol. 81, Issue 3). American Physical Society (APS). O hafta sonu ne zaman uyudu ben şahit olmadım.

Konu fizik olunca bunu bir iş, meslek gibi görmezdi; asıl amacının gerçek manada doğayı anlamak olduğunu çok net hissedersiniz. Konu makale yazmak değil, doğayı anlamaktı. Ankara’da Durmuş Hoca’nın Anma Toplantısı’nda sevgili Ali Ulvi Yılmazer “Doğayı bu denli anlamaya çalışan birisine, doğa çok daha toleranslı ve lütufkar olmalıydı” dedi. Buna katılmamak elde değil.

Durmuş Hoca (Akyaka, 2015, Güleser Demir’in arşivinden)

Örneğin, akademik hayatının büyük kısmını harcadığı süpersimetrinin en azından düşük enerjilerde doğada olmayacağını anladığımızdaki tepkisi bu kararlılığına bir gösterge olarak alınabilir. Düşük enerjilerde süpersimetrinin varlığı, diğer bir takım motivasyonlara ek olarak, Higgs kütlesinin doğallığı problemine de bir çaredir, dolayısıyla bu ihtimal ortadan kalktığında süpersimetriye olan ilginin de azalması kaçınılmazdı. CERN’deki Büyük Hadron çarpıştırıcısından elde edilen verilerle, süpersimetriyle ilgili bu durum tam netleşmeden Durmuş Hoca ümidini çoktan kesmişti. Artık süpersimetri çalışmak istemiyordu, çünkü  bu kavram artık doğanın bir parçası değildi ona göre. Bu bence onun ileriyi görebilme becerisinin bir örneğiydi. Tabloyu böyle görmeyen birçok tanınmış fizikçi vardı ve onlar bu konular üzerine çalışmaya devam ediyordu. Bir konuşmamızda bu konuyu masaya yatırıp şöyle ortak bir kanıya varmıştık: Biz doğulu fizikçiler batıdaki meslektaşlarımıza göre daha duygusaldık ve onların gösterdiği profesyonelliği gösteremiyorduk. İnanmadığımız şeylerle ilgili çalışamıyorduk ve bu bizim için önemliydi.

Süpersimetrinin bulunamayışı durumuna 4 Temmuz 2012’de Higgs parçacığının bulunması eklendiğinde bilimsel makalelerde dillendirilen “kabus senaryosu”nun tam da ortasında bulduk kendimizi. Bence bu kabusu en derinden yaşayanlarımızdan birisi de Durmuş Hocaydı. Higgs’in keşfi kucağımızda problemlerin en büyüğünü bulmamıza neden olmuştu.  Durmuş Hoca Higgs’in keşfini kutlamak yerine sonrasındaki bu büyük problemle her zamankinden daha ciddi ilgilenmeye başlamıştı.[10]Higgs parçacığının var olabileceğini ilk kez dillendiren ve 2013 Nobel Fizik Ödülünü François Englert ile paylaşan İngiliz fizikçi Peter Higgs 8 Nisan 2024’te Durmuş Hoca’dan kısa bir süre sonra vefat etti.

Peki bu büyük problem neydi? Higgs mekanizması ve parçacığının işlevi, teorideki bazı vektör bozonlara ve fermiyonlara kütle kazandırmaktır. Bütün fermiyonların aynı kütlede olmayıp hiyerarşik bir yapı gözlemlenmesi de, kuramsal olarak hesaplanmayan ancak ölçüm yoluyla değerleri belirlenebilen Yukawa parametrelerinin sahip olduğu farkı değerlere bağlanıyor. Higgs’in sahip olduğu kütle değeri $125 GeV$ olarak ölçüldü. Kuramsal olarak bu kütlelere kuantum düzeltmeleri kaçınılmaz olup, teori hangi enerji skalasına kadar geçerli ise o skalaya kadar (o skalaya $\Lambda$ diyelim) bir-ilmek seviyesinde enerji-momentum integrallerinin hesaplanması icap eder. Hem fermiyon kütleleri hem de vektör bozonlar sahip oldukları simetrilerin sonucu olarak ancak Log($\Lambda$) şeklinde kuantum düzeltmeleri içerirler. Dolayısıyla $\Lambda$ çok büyük dahi olsa (mesela GUT skalası olarak bilinen $10^{16} GeV$ olarak alınabilir/) düzeltme küçük bir sayıya karşılık gelir. Diğer yandan Higgs parçacığının kütlesi söz konusu olduğunda problem ortaya çıkmaktadır. Maalesef bu sektörde bir simetri mevcut olmadığından Higgs kütle karesine logaritmik değil direkt $\Lambda^2$ ile orantılı düzeltmeler gelmekte olup $\Lambda$, $10^{16} GeV$ alındığında $10^{32} GeV^2$ beklerken kütle değerinin nasıl olup da 125 GeV ölçüldüğünün anlaşılabilir bir tarafı yoktur. Kuramsal olarak bu Higgs kütlesinin kuantum düzeltmeleri altında stabilize edilememesi anlamı gelmektedir.

Durmuş Ali Demir (Güleser Demir’in arşivinden)

Bu noktada süpersimetriye dönüp varlığının neden bu kadar önemli olduğundan bahsedelim. Eğer elimizdeki teori (Standart Model) $10^{16} GeV$ gibi yüksek bir enerji skalasına kadar geçerli olmayıp, $10^3 GeV$ gibi düşük bir skalada süpersimetrik bir teoriye yerini bırakırsa bu teoriden gelen yeni kuantum düzeltmeleri neredeyse birebir önceki katkıları götürüp stabilizasyon problemini ortadan kaldırabiliyor. Her şey süpersimetrinin öngördüğü parçacıkları $10^3 GeV$ gibi bir enerji skalasında bulmaya bağlı. Bu parçacıklar var olup daha yüksek bir skalada ortaya çıksalar dahi bu büyü bozuluyor ve mekanizma istenildiği gibi çalışmıyor. Gelinen noktada bu düşük enerjilerde süpersimetrinin olmadığını anlamış durumdayız ve Higgs kütlesinin stabilize edilmesi problemine başka yaklaşımlar bulmak zorundayız.

Durmuş Hoca  uzun zamandır kütle çekim teorisi ile Higgs alanının ilişkili olduğunu düşünüyordu. Her konuşmamızda Higgs’i açıklayabilecek başka hiçbir seçeneğin kalmadığını ve kütle çekim teorisinden ortaya çıkan geometrik kaynaklı bir şey olmak durumunda olduğunu ifade ediyordu. Türünün tek örneği olan Higgs’i, kuantum hali bilinmeyen kütle çekimi teorisi ile ilişkilendiriyordu.  Bu benim literatürde karşılaştığım türden bir fikir değildi. Bu çalışmalarının biraz netleştiği 2016’da yapmış olduğu bir yayın vardır.[11]Demir, D.A., (2016) Curvature-Restored Gauge Invariance and Ultraviolet Naturalness. Adv. High Energy Phys., 2016:6727805. ama symmergent gravity (oluşkan kütleçekimi) olarak adlandırdığı fikrini 2019’un ortasında yaptığı yayınla belirginleştirmiştir.[12]Demir, D.A. (2019)  Symmergent Gravity, Seesawic New Physics, and their Experimental Signatures. Adv. High Energy Phys., 2019:4652048. Bu, son haline sokmasına ömrünün vefa etmediği konudur. Fikir esasında 1967 yılında Sakharov tarafından ortaya atılan “induced gravity” fikrinin genişletilmesi ve ayar teorilerine uygulanması şeklinde açıklanabilir.[13]Sakharov, A. D. (1967) Vacuum quantum fluctuations in curved space and the theory of gravitation. Dokl. Akad. Nauk Ser. Fiz., 177:70–71. Özünde klasik bir kütle çekimi teorisinin temel bir kuvvet olmayıp oluşkan bir yapıya sahip olabileceğini öngörmekte.

Standart modeli eğri uzaylara taşımadan kütle çekimi ile ilgili bir bağlantı kurulamaz.  Diğer taraftan eğri uzayda kuantum alan teorisi düşünüldüğünde parçacıkların tanımlanmasına olanak yoktur. Bu sorunlardan dolayı oluşkan kütleçekimi yaklaşımında “etkin kuantum alan teorisi” kullanılmıştır. Bunu özünde klasik alan teorisine kuantum düzeltmelerinin yapılmış hali olarak düşünebiliriz. Durmuş Hoca, etkin kuantum alan teorisinin düz uzaydan eğri uzaya geçirildiğinde eğriliğin sadece ayar kısmında ortaya çıktığını göstermiştir. Bu durum ayar simetrisinin kırılmasına da neden olmaktadır ve halihazırda genel görelilik teorisini bünyesinde barındırmamaktadır. Teoride yukarıda bahsi geçen bir morötesi kesme enerji skalası Lambda varsa ve kuantum düzeltmelerinde bu kesme uygulanıyorsa ek olarak Poincare simetrisinin de kırılması söz konusudur. Vektör bozonların kütle kazanımı nasıl Higgs alanının dahil edilmesiyle anlaşılabiliyorsa, Poincare simetrisini kıran morötesi kesme parametresinin ayar simetrisini kırmadan tanımlanabilmesi için afin eğriliğinin aksiyonunun dahil edilmesi ile mümkün olabilmektedir. Bu şartlarda genel görelilik teorisi elde edilebilirken ayar simetrisini kıran terimler de ortadan kalkmaktadır. Genel görelilik teorisini düzgün şekilde elde edebilmek için Standart Model parçacıklarına ek olarak bozon ve fermiyonlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ek parçacıkların Standart Model ile etkileşme zorunluluğu yoktur ve bu yeni sektör kara veya kapkara sektör olarak adlandırılmıştır. Oluşkan kütleçekimi teorisi olarak adlandırılan bu yapının çarpıştırıcılarda, astrofizik ve kozmolojide öngörülerini incelemek Hocamızın son güne kadar üzerinde çalıştığı konulardı. Kendisi artık hayatta olmasa da bu açmış olduğu yolun, çalışma arkadaşları ve diğer fizikçiler tarafından yürüneceğine olan inancım tamdır.

Bu vesile ile Hocamızın zamansız kaybı için hepimizin ve bilim camiasının başı sağ olsun diyorum. Yaratmış olduğu ekolün öğrencileri ve çalışma arkadaşları tarafından yaşatılacağına inanıyorum. Huzur içinde uyu sevgili Durmuş Hocam.

İsmail Turan (ODTÜ Fizik Bölümü, BAGEP 2014)

Durmuş Ali Demir, 1969’da (İsmail Turan’ın yukarıdaki yazısında belirttiği gibi asıl doğum tarihi 1969 olup, ağabeyinin kimliğini aldığı için resmi olarak 1967 görünmektedir.) Mersin ili Silifke İlçesi Çaltıbozkır Köyü’nde doğdu, ilkokulu burada bitirdi. Köyüne yakın bir ortaokul olmadığından ortaokulu ağabeyinin yanında Adana’da okudu.  Meteoroloji Teknik Lisesi’nde parasız yatılı olarak öğrenimini tamamladıktan sonra Meteoroloji Genel Müdürlüğü Telekomünikasyon Şubesinde mecburi hizmetine başladı.  Bu sırada üniversite sınavına girdi ve ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümünü kazandı. Üniversite eğitimi sırasında mecburi hizmetine devam etti.  1991’de ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği ve Fizik yandal programından mezun oldu. 1993’te ODTÜ Fizik Bölümünde yüksek lisansını ve 1995’te aynı bölümde doktorasını tamamladı.

 

Demir, 1996-1997 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi, 1998-2000 yılları arasında Abdus Salam Uluslararası Teorik Fizik Merkezi ve 2000-2003 yılları arasında Minnesota Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmalarını yürüttü. Alexander von Humboldt Vakfı Friedrich Wilhelm Bessel Araştırma Ödülünü alarak 2007-2008 yılları arasında Almanya elektron senkrotronu DESY’de çalıştı.  2003-2019 arası İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019’dan bu yana Sabancı Üniversitesi’ndeydi.

 

Durmuş Ali Demir’in aldığı diğer önemli ödüller arasında TÜBİTAK Teşvik Ödülü (2005), TÜBA GEBIP Ödülü (2004), Mustafa. N. Parlar Vakfı Araştırma Teşvik Ödülü (1997) ve Sedat Simavi Fen Ödülü (2001) bulunuyor.  Dünya Bilimler Akademisi (TWAS) ve Bilim Akademisi üyesiydi.[14]Durmuş Ali Demir Anma Sayfası, Sabancı Üniversitesi, https://www.sabanciuniv.edu/tr/prof-dr-durmus-ali-demir

 

Durmuş Hoca’yı 24 Şubat 2024’te aniden kaybettik.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Demir, D. A. (1999). Effects of the supersymmetric phases on the neutral Higgs sector. In Physical Review D (Vol. 60, Issue 5). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.60.055006
2 Cvetič, M., Demir, D. A., Espinosa, J. R., Everett, L., & Langacker, P. (1997). Electroweak breaking and the μ problem in supergravity models with an additional U(1). In Physical Review D (Vol. 56, Issue 5, pp. 2861–2885). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.56.2861
3 Demir, D.A. (2023) Emergent Gravity Completion in Quantum Field Theory, and Affine Condensation in Open and Closed Strings, e-print:  2312.16270 [hep-th]
4 Bunu Hollywood filmi Serendipity’de geçen bir diyalog dışında doğrulayan net bir kaynağa rastlamadım. Konunun Sokrates’in öğrencilerinden Aristippus ile ilişkilendirildiğini öğrendim.
5 Bu hikâye farklı zamanlarda Devrim Köseoğlu ve Tuğrul Senger’e bizzat Durmuş Hoca tarafından anlatılmıştır.
6 Bu belki de onun hayatta belirli bir noktaya kadar yaşadığı imkânsızlık ve zorlukları kendi tarzıyla dillendirme şekliydi tam bilemiyorum. Bu türden şeyleri hiçbir zaman gündeme getirmedi ve herhangi bir şey için bir bahane olarak görmedi.
7 Prof. Dr. Durmuş Ali Demir Vefat Etti, Meteoroloji Genel Müdürlüğü,  https://www.mgm.gov.tr/kurumsal/kurumdanhaberler.aspx?y=2024&f=durmusalidemir
8 O kadar çalışkandı ki asker olarak Ankaraya atandığında sadece hafta sonları bölüme gelip çalışarak üç adet makale yazmayı başarmıştı.
9 Demir, D. A., Everett, L. L., Frank, M., Selbuz, L., & Turan, I. (2010). Sneutrino dark matter: Symmetry protection and cosmic ray anomalies. In Physical Review D (Vol. 81, Issue 3). American Physical Society (APS).
10 Higgs parçacığının var olabileceğini ilk kez dillendiren ve 2013 Nobel Fizik Ödülünü François Englert ile paylaşan İngiliz fizikçi Peter Higgs 8 Nisan 2024’te Durmuş Hoca’dan kısa bir süre sonra vefat etti.
11 Demir, D.A., (2016) Curvature-Restored Gauge Invariance and Ultraviolet Naturalness. Adv. High Energy Phys., 2016:6727805.
12 Demir, D.A. (2019)  Symmergent Gravity, Seesawic New Physics, and their Experimental Signatures. Adv. High Energy Phys., 2019:4652048.
13 Sakharov, A. D. (1967) Vacuum quantum fluctuations in curved space and the theory of gravitation. Dokl. Akad. Nauk Ser. Fiz., 177:70–71.
14 Durmuş Ali Demir Anma Sayfası, Sabancı Üniversitesi, https://www.sabanciuniv.edu/tr/prof-dr-durmus-ali-demir

Sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojileri günlük hayatın parçası olacak mı?

Bilim Akademisi üyesi Hakan Ürey ile gerçekleştirdiğimiz “Meraklısına Bilim” programında metaverse, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojilerinin günümüzdeki durumunu ve 2024’ün başında piyasaya sürülen Apple Vision Pro’yu konuştuk. Hakan Ürey optik, fotonik, display teknolojileri ve mikroelektromekanik sistemler (MEMS) alanlarında önemli katkıları olan bir araştırmacı. 2013’te gelecek nesil giyilebilir ve 3B ekran teknolojiler geliştirme çalışmaları için Avrupa Araştırma Konseyi ERC tarafından verilen prestijli ileri seviye araştırma ödülünü de aldı. Hakan Ürey 2001’den beri Koç Üniversitesi öğretim üyesidir.

Moderatör: Müsemma Sabancıoğlu, (sarkac.org).

Türkiye’de enflasyon: TÜİK ve İTO verileri karşılaştırma

Bu metin 2 Şubat 2023′te Kamil Yılmaz’la yaptığımız söyleşiden uyarlanmış ve ilk olarak 3 Şubat 2023’te yayınlanmıştır.  TÜİK ve İTO enflasyon verilerini paylaştığında grafikleri ve yayın tarihini güncelliyoruz. Grafikler 4 Nisan 2024’de güncellenmiştir. 

Hayat pahalılığını nasıl ölçüyoruz? Fiyat endeksi nedir?

Hayat pahalılığın zaman içinde nasıl değiştiğini ölçmek için tüketim alışkanlıklarını ve değişen fiyatları dikkate alan tüketici fiyat endeksini kullanıyoruz. Her ayın 3’ünde TÜİK tarafından yayınlanan Tüketici Fiyat Endeksi’ni (TÜFE) hane halklarının “tüketim sepetinde” bulunan bütün ürün ve hizmetlerin fiyatlarının ağırlıklandırılmış ortalaması olarak düşünebiliriz. Tabii hepimizin tüketim sepeti aynı değil, fakat hayat pahalılığının zaman içinde nasıl değiştiğini görmek istiyorsak bir ortalama sepet kullanmamız gerekli.

TÜİK, her sene tüketici eğilimi anketi düzenliyor ve bu ankette 1000 TL’miz varsa bu parayı hangi ürüne ve hizmete harcadığımız soruluyor.  Buradan hangi ürün ve hizmetin ne kadar tüketildiğini gösteren ağırlıklar hesaplanıyor. TÜİK, her 12 aylık dönem için bu ağırlıkları kullanıyor, her sene ağırlıklar değişiyor, yeniden hesaplanıyor. Sepetteki ürün ve hizmetlerin fiyatları, ağırlıklarla çarpılarak toplandığında sepet fiyatı bulunuyor. 2023 için ağırlıklar 3 Şubat 2023’de duyuruldu.[1]TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655

Örnek olarak 2010, 2016 ve 2022 için genel kategorilerin ağırlıklarını aşağıda tabloda görebiliriz. 

Farklı yıllarda ağırlıklarda değişimler olabiliyor. Gıda ve alkolsüz içecekler tüketim sepetimizin yaklaşık dörtte birini oluşturuyor; konutla ilgili harcamalar 2010’dan 2022’ye %17’den %14’e düşmüş, ulaştırmanın ağırlığı artmış.  Bu bütün Türkiye için ortalama bir sepet fakat TÜİK bölgeler için de bunları hesaplıyor, bölgeler için farklı sepetler kullanıyor. Hatta farklı gelir grupları için de ayrı sepetler bulmamız mümkün. Orada da şunu görüyoruz daha düşük gelir gruplarında örneğin gıda ve alkolsüz içecekler gibi temel ihtiyaçların tüketim oranları daha yüksek oluyor, eğlence, kültür, otel ve restoran gibi harcamaların ağırlığı ise daha düşük oluyor. Dolayısıyla zengin ve yoksulun enflasyonu aynı değil. Ancak düzenli olarak yayınlanan TÜFE, farklı gelir grupları ve coğrafi bölgeler için ortalama bir endeks.

Yukarıdaki tablo her bir kategorinin enflasyona katkısını da gösteriyor, örneğin 2010’de enflasyon %6,4 iken gıda ve alkolsüz içeceklerin enflasyona katkısı %1,8’miş, 2022’ye geldiğimizde enflasyon %64,3 ve gıda ve alkolsüz içeceklerin katkısı %16,3 olmuş. Tablonun sağ tarafına baktığımızda da gıdanın, konut harcamalarının ve ulaştırmanın enflasyona katkısının en yüksek olduğunu görebiliriz. 

Endeks nasıl hesaplanır? Kahvaltı sepeti örneği

Endeks nasıl hesaplanır konusunda biraz daha ayrıntıya girelim.

Tüketim sepetindeki ağırlıklar her yılın başında güncelleniyor ve TÜİK’in websitesinde duyuruluyor.[2]2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655  Nisan 2022’ye kadar sepetteki her ürünün fiyatları da duyuruluyordu, dolayısıyla hesaplara katılan fiyatları biliyorduk, Nisan 2022’den bu yana fiyatların ayrıntılı dökümü paylaşılmıyor. 

TÜFE’nin nasıl hesaplandığını daha net anlatabilmek için bir örnek kahvaltı sepeti kullanalım. Bu sepette sadece dört ürün, ekmek, peynir, yumurta ve zeytin olduğunu düşünelim ve ağırlıkların ekmek için %10, beyaz peynir için %45, yumurta için %20 ve zeytin için %25 olduğunu varsayalım. 

Tabloda TÜİK’in websitesinden alınmış ürün fiyatlarını kullanarak Ocak 2021 – Nisan 2022 döneminde kahvaltı sepetimizin her ay değişen fiyat endeksini hesaplayabiliriz.

2020’nin aralık ayında kahvaltı sepet fiyatı = 7,01 TL * %10 + 30,62 TL * %45 + 0.94 TL* %20 + 26,81 TL* %25 = 21,37 TL

Sepet ağırlıklarının aynı kaldığı varsayımı altında yukarıdaki işlemi diğer aylar için de yaptığımız zaman tabloda Sepet Fiyatı yazan sütundaki değerlere ulaşırız.  Aralık 2020 fiyatınının 100’e eşit olduğu varsayımı altında, Endeks sütunundaki “Kahvaltı Fiyat Endeksi”ne ulaşırız.

Verilere daha yakından bakarsak, Ocak 2021’de peynir ve yumurtanın fiyatı düşmüş ekmek ve zeytinin fiyatı yükselmiş;  ağırlıklarla birlikte hesaplandığından kahvaltı sepetinin ortalama fiyatı düşmüş. Endeks de baz fiyatla oranladığımızda 95,71 olarak hesaplanıyor. Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.  Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.

Tablonun en sağında da kahvaltı sepeti için aylık enflasyon oranı hesaplanmış. “Enflasyon oranı” dediğimizde endeksteki aydan aya değişim oranından bahsediyoruz. Kahvaltı sepeti aylık enflasyonu örneğin Ocak 2021’de -%4,3 oluyor.

TÜİK’in Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) 

Ocak 2005’ten Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE).

Tabii TÜİK’in yaptığı hesapta binlerce ürün var. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bu ürünlerin o seneki ağırlıkları ve güncel fiyatları kullanılarak hesaplanıyor. 

Yukarıdaki grafikte TÜFE 2003’te 100 seviyesinde. 2005 Ocak’ta 114 olan endeks 2022’nin Aralık ayında 1128 civarında, 2023 Ocak ayında ise 1203 olmuş. Yani ortalama bir tüketici sepeti fiyatının, 2022 sonunda 2005’teki fiyatının 10 katına ulaştığını söyleyebiliriz.

TÜİK’in TÜFE endeksinin aydan aya değişim hızı bize aylık enflasyon oranını veriyor.  TÜİK’in 2005 öncesi yayınladığı verileri de kullanarak Ocak 2000’den Ekim 2023’e kadar hesapladığımız aylık enflasyon oranı aşağıdaki grafikte görülüyor.

Ocak 2005’ten Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre aylık enflasyon %

2000-2003  arasındaki yüksek enflasyon döneminden sonra 2004’ten 2017’ye kadar uzun bir dönem enflasyon %-2 ile %2 arasında dalgalanmış; 2018 Ağustos’undaki Rahip Brunson krizinde kurdaki artışın ardından fiyatlar dalgalanmış fakat yine kontrol altına alınmış. 2021 Eylül’ünden sonra ise 2001 krizinin bile üzerine çıkacak şekilde aylık enflasyonun bazı aylarda %10’un da üzerinde gerçekleştiğini görüyoruz.

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler de var. 2004 ve 2007 arasındaki dört yılı aldığımız ve aylık enflasyonun yıl boyunca değişimine baktığımızda bu etkileri görüyoruz.

Ocak ve Aralık aylarında aylık enflasyon düşük gerçekleşiyor çünkü bu aylar indirim ayları, özellikle tekstil ve giyimde indirimler oluyor. Şubat’tan Mayıs’a kadar yüksek seyrediyor, kış aylarında gıda fiyatları yükseliyor. Hazirandan itibaren ve yaz aylarında özellikle meyve sebze bol olduğundan enflasyon görece düşük oluyor, sonbahara geldiğimizde okulların açılması ve kış mevsimine girilmesiyle yeniden bir yükselme var.

Bu mevsimselliği tipik olarak aylık enflasyon oranlarında görebiliyoruz, 2019-2022 aralığına baktığımızda işler değişiyor. 2018 ve 2019’da da öncesinde olduğu gibi aylık enflasyon %2’nin üzerine çıkmıyor, fakat Eylül 2021’den itibaren enflasyon %2’nin üzerine çıkıyor, ve Aralık 2021’de %9’u buluyor. Ocak 2022 ise %13’ün üzerinde aylık enflasyonla başlıyor. Bu da farklı bir döneme, yani bir yüksek enflasyon dönemine girdiğimizi gösteriyor.

Burada dikkat çeken başka bir şey daha var: Nisan 2022’den itibaren bir düşüş olduğunu görüyoruz; bu düşüş gerçek bir düşüş mü, diğer endekslerde de benzer bir düşüş var mı bu konuda ciddi tartışmalar var.

Bu arada Nisan 2022’den beri TÜİK daha önce yayınladığı iki tür veriyi yayınlamayı bıraktı. Birincisi biraz önce bahsettiğimiz enflasyon sepetindeki ürün ve hizmetlerin ayrıntılı fiyatları, diğeri de bölgesel veriler. Tabii bu da herkesin aklına TÜİK neden bu verileri yayınlamayı bıraktı sorusunu getiriyor.

12 aylık enflasyon uzun vadeli eğilimleri görmemizi sağlıyor

Aylık enflasyonda doğal olarak gerçekleşen dalgalanmalar var ve bu yüzden daha uzun vadeli değişim eğilimini görmek zor. Bu nedenle 12 aylık enflasyona bakıyoruz. Örneğin Ocak 2023’teki 12 aylık enflasyon değeri, Ocak 2023’teki fiyatların Ocak 2022’ye göre değişimini; Mart 2022’teki 12 aylık enflasyon değeri de Mart 2021’e göre olan değişimi dikkate alıyor. 

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre 12 aylık enflasyon %

12 aylık enflasyon oranının 2000’den bu yana değişimine baktığımızda şunu görüyoruz. 2001 krizi sonrasında enflasyonu kontrol altına almış, normal makroekonomik dengeleri sağlamış bir ülke olarak yaklaşık 14 yıl, hatta 2018deki Rahip Brunson krizini de saymazsak 17 yıl yaşadıktan sonra bir anda yüksek enflasyon dönemine girmişiz. Bunun nedeni de iktisatçıların sıklıkla dile getirdiği gibi Merkez Bankası’nın ve hükümetin uygulamış olduğu düşük faiz politikası. Düşük faiz politikasının yarattığı Türk lirasından kaçış ve bundan dolayı döviz kurundaki artış (Türk parasının değer kaybetmesi) enflasyonu doğrudan tetikledi. Enflasyonu düşürmek için zorunlu olan makroekonomik politikaların uygulanmaması hanelerin ve şirketlerin enflasyon beklentilerinin de yüksek seyretmesine yol açıyor ve üreticiler ürünlerine zam yapmaktan geri durmuyor. 

İTO ve TÜİK enflasyon değerlerinin karşılaştırması

İstanbul Ticaret Odası 1996’dan bu yana İstanbul için “Çalışanlar Geçinme Endeksi” yayınlıyor.[3]İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel Bu TÜFE’yle karşılaştırılabilen bir endeks. Aşağıdaki grafiklerin birincisinde  2000’den bu yana bu iki endekse göre hesaplanan 12 aylık enflasyon değerlerini ve ikincisinde bunlar arasındaki farkı görüyoruz. 

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre 12 aylık enflasyon oranı %

2000lerin başındaki yüksek enflasyon dönemi de dahil olmak üzere iki enflasyon değeri arasındaki fark en fazla %4-5 civarında gerçekleşmiş.  Fakat ne hikmetse Nisan 2022’den sonra İTO ve TÜİK değerleri birbirinden anlamlı şekilde ayrıştı.  İTO’nun 12 aylık enflasyon değeri Ekim 2022’de yaklaşık %115’leri bulduğunda aynı değer TÜFE’ye göre %85’te kaldı; arada 30 puanlık bir farktan bahsediyoruz.

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre olan 12 aylık enflasyon oranlarının farkı %

TÜİK Nisan 2022 öncesinde hem ülke geneli için hem de 26 bölge için enflasyon verilerini yayınlıyordu; ayrıca aylık olarak ürün ve hizmetler bazında da fiyatları paylaşıyordu. Tanımı itibariyle TÜFE, tüketici sepetindeki bütün ürün ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı ortalaması olması sebebiyle, endeksteki artışa en çok hangi ürün ve hizmetlerin katkı yaptığına bakabiliyorduk.  Benzer şekilde ülke geneli için yayınlanan TÜFE’nin 26 bölge için ayrı ayrı hesaplanan endekslerin ortalaması olması gerekir.  Böylece, geçmişte ürün-hizmet ve bölge bazındaki enflasyon verileriyle ülke geneli için hesaplanan enflasyon verilerini karşılaştırabiliyorduk. Artık bunu yapamıyoruz. Bu verilerin yayınlanmaması ciddi bir soru işareti oluşturuyor.

Bu arada Nisan 2022’den sonra  TÜİK’in tüketici enflasyonu verileriyle İTO’nun verileri arasında büyük bir ayrışma olması da içimizdeki şüpheyi arttırıyor. Biz artık devletimizin en önemli kurumlarından biri olan TÜİK’in bize doğru bilgiyi vermemek gibi bir tercihi mi var diye soruyoruz. Enflasyon verilerine güvenemiyorsak o zaman büyüme verilerine ne kadar güvenebiliriz. Reel büyümeyi bulabilmek için fiyatları doğru hesaplamamız lazım. Tüketici fiyatları yanlış hesaplanıyorsa, toplam üretimin de yanlış olma ihtimali artacak ve o zaman resmi verilere ve dolayısıyla kurumlara güven azalacak.

TÜİK ve İTO Ağustos 2023’ten bu yana birbirine oldukça yakın aylık enflasyon oranları açıkladılar, dolayısıyla iki kurumun ilan ettiği 12 aylık enflasyon değerleri arasındaki farkta olumlu değerlendirebileceğimiz bir düşüş var.

İTO ile TÜİK’in enflasyon değerlerini karşılaştırıyoruz çünkü bu verilerin 20 yıllık geçmişi var ve 20 yıllık geçmişte bu iki kurumun ilan ettiği değerler elele gidiyor, ayrışma Nisan 2022’de başlıyor. Bir ayrışma olduğunda bunu sorgulamamız gerekli.

Söyleşi kaydının tamamı:

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
2 2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
3 İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel

Bu Ay Gökyüzü: Nisan 2024

1 Nisan saat 22.00, 15 Nisan saat 21.00, 30 Nisan saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Nisan ayında hava karardıktan sonra yüzümüzü kuzeye dönersek, Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tepeye yakın konumlandığını görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, yılın bu zamanı gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır. Ancak bu sıralar görebilmek için ufku kapatan herhangi bir engel bulunmaması gerekir.

Sağımıza, yani doğuya doğru dönersek tam karşımızda yaz gökyüzünün en parlak yıldızı olan Arkturus’u görebiliriz. Arkturus aynı zamanda Çoban Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıdır. Çoban Takımyıldızı, bu sıralar yana yatık bir şekilde duran bir dondurma külahına benzetilebilir. Bu şekli sayesinde takımyıldızı gökyüzünde bulmak zor değildir.

Arkturus’un sağında, güneydoğu ufku üzerinde görünen parlak beyaz yıldız Başak Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı Spika’dır. Spika’nın sağında yer alan Karga Takımyıldızı’nı, belirgin dörtgen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

Güneye döndüğümüzde kış ya da yaz aylarındaki gibi zengin bir gökyüzüyle karşılaşmayız. Yukarı doğru bakarsak en yüksek konumuna ulaşmış olan Aslan Takımyıldızı’nı görebiliriz. Aslan, gökyüzünde tanıması en kolay takımyıldızlardan biridir.

NOT: Bahsi geçen takımyıldızları bulmak için başlıktaki gökyüzü haritasından da faydalanabilirsiniz. Gökyüzü haritasına nasıl bakmalıyım?

Batıya döndüğümüzde kış gökyüzünün neredeyse tüm zenginliğiyle karşılaşırız. Solumuzda, yani güneybatı ufku üzerinde tüm gökyüzünün en parlak yıldızı Spika yani Akyıldız yer alır. Gökyüzünün en görkemli takımyıldızı olan Orion’u tam karşımızda, batı-güneybatı ufku üzerinde görebiliriz. Sirius, Betelgöz ve Prokyon’un oluşturduğu Kış Üçgeni, bu bölgedeki en belirgin şekillerden biridir. Orion’un sağında yer alan turuncu renkli yıldız Aldebaran ve onun sağ üzerinde yer alan beyaz yıldız Kapella, bu bölgede en çok dikkati çeken yıldızlar arasındadır.

Geceyarısına doğru, kuzeydoğu ufku üzerinde yaz gökyüzünün simgesi olan Vega ve onun solunda Deneb belirir. Bu iki yıldız Altair ile birlikte Yaz Üçgeni’nin köşelerini oluştururlar.

8 Nisan Tam Güneş Tutulması

Ülkemizden izlenemeyecek olan bu tutulma Pasifik Okyanusu’ndan başlayarak Meksika ve ABD’nin doğusundan ve Kanada’nın doğu ucundan geçerek Atlas Okyanusu’na uzanan bir hat üzerinde ilerleyecek. Tutulma tam tutulma hattı dışında, Alaska dışında Kuzey Amerika’nın tamamından, Avrupa’nın kuzeyinden ve batısından ve Güney Amerika’nın kuzeyinin çok küçük bir bölümünden parçalı tutulma olarak görülecek.

Lir Göktaşı Yağmuru

Lir Göktaşı yağmuru 22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Lir Göktaşı Yağmuru’nun en yüksek etkinliğine ulaştığı sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 20 kadar meteor gözlemlenebilir. Bu yıl Lir Göktaşı Yağmuru sırasında Ay neredeyse tüm parlaklığıyla gökyüzünde yer alacak. Bu nedenle görülebilecek göktaşı sayısının çok daha az olması bekleniyor.

Nisan’da Gezegenler

Merkür ayın ilk günler akşam gökyüzünde. Ancak 3 ya da 4 Nisan’dan sonra Güneş’in ışığında kaybolacak. İlk günler gezegeni görmek isteyenler, günbatımından kısa bir süre sonra Jüpiter ile ufkun arasına bakabilirler. Ancak bunun için ufkun açık ve havanın temiz olması gerekiyor. Gezegeni bir dürbünle bulmak daha kolay olacaktır. Gezegen ayın ortalarına doğru sabah gökyüzüne geçecek ancak ay sonuna kadar ufuktan görülebilecek kadar yükselmeyecek.

Venüs sabah gökyüzünde, gündoğumundan hemen önce doğu-güneydoğu ufkunun hemen üzerinden doğuyor. Güneş’e çok yakın konumda olan gezegen bu ay ve önümüzdeki birkaç ay görülemeyecek. Gezegen Haziran’da akşam gökyüzüne geçecek ancak akşam alacakaranlığından kurtulacak kadar yükselmesi Ekim ayını bulacak.

Mars sabah gökyüzünde. Sabahları hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğundan gezegeni görmek için çok az bir süre var. Ayrıca parlaklığı da düşük olduğundan Mars’ı seçmek zor. Gezegen yavaş yavaş yükseliyor ve Mayıs’ta alacakaranlıktan kurtulacak ve özellikle Haziran’dan itibaren sabah gökyüzünde kolayca görülebilecek.

Jüpiter Ay’dan sonra akşam gökyüzündeki en parlak, en dikkat çekici gökcismi. Gezegen ayın başında hava karardığında batı ufku üzerinde yer alıyor. Bu sırada gezegen Güneş battıktan yaklaşık bir saat sonra batıyor. Ayın ortalarına geldiğimizdeyse Jüpiter havanın kararmasıyla birlikte batıyor. Bundan sonra, özellikle de ay sonunda gezegeni akşam alacakaranlığında görmek zor olacak. Jüpiter’i yeniden akşam gökyüzünde görebilmek için sonbaharı beklemek gerekecek.

Satürn sabah gökyüzünde. Ayın başlarında hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğu için gökyüzünde bulunması zor olabilir. Ancak günler ilerledikçe, gezegen daha erken doğacak ve ayın ortalarında alacakaranlıktan kurtulacak. 10 ve 11 Nisan sabahları Satürn ve Mars çok yakın konumda olacaklar.

Hazırlayan: Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi

Bu Ay Gökyüzü” içeriğinden oluşturduğumuz Gökyüzü Gözlem Rehberi‘ne


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız


Frans de Waal’in ardından – Hayvan zekâsını anlayan araştırmacı

Maymunlarda adalet duygusu üzerine bir araştırmayı gösteren bu videoda yan yana iki kafeste birer kapuçin maymunu var. Yaptıkları basit bir iş karşılığında araştırmacı onlara bir parça salatalık veriyor. Sıkıcı bir iş yapıyorlar, bir yerden aldıklarını araştırmacıya uzatıyorlar, ama sıkılmadan yapıyorlar, salatalık alıyor olmaktan da memnunlar. Derken araştırmacı soldakine salatalık vermeyi sürdürürken sağdaki maymuna üzüm veriyor. Bunu gören soldaki maymun yine işi yapıyor ama ona tekrar salatalık verildiğini görünce salatalığı araştırmacıya geri fırlatıyor. Sağdaki yine aynı işi yapıyor, üzüm alıyor, soldaki yapıyor ona salatalık veriliyor. Bunun üzerine sol taraftaki maymun kafesi sallıyor, duygusal tepkiler gösteriyor. 

Kaynak: Wikipedia

Maymunlarda adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi gösteren ve milyonlarca kez izlenen bu video Frans de Waal’in TED konuşmalarından birinden. De Waal hayvanlara dair görüşlerimizi kökten değiştiren, evrimin farklı hayvanlara farklı zihin becerileri kazandırıp bunları insan odaklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin yanlışlığını gösteren bir bilim insanı. 1948’de Hollanda’da doğan Frans de Waal 14 Mart 2024’de ABD’nin Georgia eyaletinde vefat etti. Bir süredir mide kanseriydi ve yakında yayınlanacak olan son kitabını yazıyordu. Aralarında Türkçe’de de yayımlanan  “Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduklarını Anlayacak Kadar Zeki Miyiz?” ve “Bonobo ve Ateist” kitaplarının olduğu 15’ten fazla kitap yayımladı.[1]Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.  

Frans de Waal en son Atlanta’da Emory Üniversitesi’ne bağlı Yerkes Ulusal Primat Araştırmaları Merkezinde yöneticilik yapıyordu.[2]Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi. Öğrenciliğinden beri insanlara evrimsel olarak en yakın ilişkili olan primatlarla ilgiliydi. Bonobo, kapuçin maymunları, goril ve şempanzelerle olan araştırmalarını okurken, de Waal’ın bu hayvanlara dair sıcak duygularını hissetmek mümkün. Facebook sayfasına son olarak 9 Şubat 2024 tarihinde kafasındaki yapraklarla yeşilliklerin arasından çıkmış bir hipopotam resmi koyup Salata Hipopotamı” yazan de Waal, dünyaya, özellikle de hayvanların dünyasına ilgiyle, şaşkınlıkla, merakla, dostça yaklaşıp öğrenmeye çalışan bir araştırmacıydı. İnsanların diğer hayvanlardan ayrı tutulmasına karşı çıkan ve insan duygularının sadece onlara özgü olmadığını savunan de Waal empati, ahlâk, adalet, paylaşma, yardımlaşma ve güç mücadelesi gibi kavramların insanlarla diğer hayvanlar arasında bir devamlılık gösterdiğini ve evrim sürecinde ortaya çıkmış olduğunu savundu. Dünyanın önemli bilim insanlarından ve düşünürlerinden biyolog, psikolog, etolog, primatolog Frans de Waal’in düşüncelerini anlamak için kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.
2 Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi.

Umut veren malzemeler: MOF’lar

Seda Keskin Avcı’yla yaptığımız Meraklısına Bilim söyleşiside dünyayı bekleyen sorunlar için umut olan yeni bir tür malzemeyi konuştuk. Bu malzemeler nanoboyutta kafes gibi gözeneklere sahip ve bu yapıları sayesinde birçok farklı işlevleri var. Örneğin iklim krizine yol açan karbondioksiti yakalayıp dönüştürülmesine olanak sağlayabilecekleri düşünülüyor. Ayrıca gaz depolama, ayırma işlemleri dışında enerji ve tıp uygulamaları gibi başka birçok olası uygulaması da var. Bu malzemelere İngilizce Metal Organic Framework’ün kısaltması olarak MOF deniyor.

Seda Keskin Avcı, MOFlar üzerine süren araştırmalara önemli katkılar sunan bir araştırmacı. Koç Üniversitesi Kimya ve Biyoloji Mühendisliği bölümü öğretim üyesi. BAGEP de dahil olmak üzere birçok ödül sahibi. Bu ödüllerin en önemlilerinden ikisi bilim dünyasında ERC fonları olarak bilinen Avrupa Araştırma Konseyi fonları. Avcı, Türkiye’de bu fonu mühendislik alanında alan ilk kadın, 2017’deki bu ilk ERC üzerine geçen sene ikinci bir ERC fonuna daha layık görüldü.

Moderatör: Defne Üçer Şaylan (sarkac.org)

Akademide kadın olmak

6-9 Mart 2024 tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilen XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi’nde (KLİMİK 2024), Bilim Akademisi Başkanı Canan Atılgan tarafından sunulan “Akademi’de Kadın Olmak” konuşmasından derlenen bu metin, Sarkaç okuyucusu için gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Kadınların yaşam, emek ve akademi mücadelesinin ele alındığı, Atılgan’ın konuşmacı olarak katıldığı oturum 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününda düzenlenmiş ve oturumun başkanlığını Prof. Dr. Serap Şimşek-Yavuz’ üstlenmiştir.

Bilim Akademisi’ne başkanlık yapmanın en eşsiz yanı, farklı alanlarda hocalarla mesai yapma fırsatı bulmam oldu. Özellikle üyemiz de olan Önder Ergönül’ün Bilim Akademisinin tüm etkinliklerine verdiği katkı, yeni fikirlerle bizleri tetiklemesi sayesinde yeni alanlarda dolaşma cesaretimi daha da toparladım. Bugün biraz da onun sayesinde karşınızdayım.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren kadınların hayatın her alanına ortak olması için yürütülen çabalar Atatürk’ün ve kurucu kadroların en büyük, en kalıcı eserlerinden biri. Kadınların her kesimden destek alan norm yapıcı gücünün yanına hiçbir örgütlü çaba yanaşamıyor bile.[1]Bertil Emrah Oder, “İstanbul Sözleşmesi sonrası ne yapacağız?” Sarkaç, 7 Temmuz 2021. Modern Türkiye Cumhuriyeti kurucularını burada bu uzak görüşlülükleriyle de saygıyla anıyorum.

Bugün sizlerle “Akademide Kadın Olmak” ile ilgili aklımı kurcalayan birkaç konuyu paylaşmak istiyorum. Yanıtlardan çok sorular olacak muhtemelen, ama bir yerden başlamak lazım tabii… 

Önce biraz kendimi tanıtmak, neden burada olduğumu aktarmak isterim. Akademik hayatıma kimya mühendisliğinde başladım, zamanla kendimi protein dinamiği çalışırken buldum. Son yıllarda antibiyotik direnciyle ilgili temel bilim araştırmaları yapıyoruz, hesaplamalı bilimleri kullanıyoruz ağırlıkla, ve deneysel çalışan ekiplerle işbirliği yapıyoruz. Öte yandan akademik yöneticilik deneyimlerim de oldu. Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesinin ilk kadın dekanı olarak görev aldım. 2021’den bu yana da Bilim Akademisi’nin başkanlığını yürütmekteyim.

“Infectious Diseases and Clinical Microbiology” dergisi Mart 2024 sayısı kapağı. Zaruhi Kavalcıyan ve Safiye Ali, iki kadın doktorlar.

Bilim Akademisi bir kitap yayımladı; 100. yıl nedeniyle giriştiğimiz bir projenin ürünü oldu “Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”. Sizin de bugün Türkiye’nin ilk kadın hekimlerini IDCM’in kapağına aldığınızı gördüm; gurur duydum. Biz de araştırdıkça kurucu dönemde akademide payı olan birçok kadınla tanıştık. Bu kadınların hikâyelerini anlatmak istedik – birer eş, evlat, anne olma hikâyelerini değil, akademisyen kimliklerini merkeze alarak ve hangi yollardan geçtiklerini anlayarak anlatmayı seçtik. Araştırırken koşullarımız, Cumhuriyet’in birinci nesil akademisyenlerinden olmalarıydı fakat akademide bulunmaları ve iyi birer hoca olmaları yetmiyordu. Akademik literatüre önemli katkılar vermiş olmaları da bizim için önemli bir kıstastı. Ortaya çıkan kadın akademisyenlerin sayısı tahminlerimizin ötesinde çoktu. Bunun için de daha da zor bir yola girmiş, sahada çalışan kadınlara odaklandık.

Bilim Akademisi Yayınlarının kitabı “Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”  Satış adresi

Cumhuriyet döneminde akademide kadınlar hangi konumdan nereye geldiler, nereye gidiyorlar?

“Sahada” kitabında bir mimarımız (Leman Cevat Tomsu), üç jeoloğumuz (Atıfe Dizer, Cazibe Sayar, Nuriye Pınar Erdem), bir eczacımız (Asuman Baytop) var. Kitapta yer verilen isimlerin neredeyse yarısı. Dünyada kadınlarla daha bir eş koşut düşünülen sosyal bilimlere göre, Türkiye’de kadınlar bilim ve teknoloji alanlarında epey daha fazla varlık gösteriyorlar. Ancak alt alanlara girdiğinizde bazı dalların kadınlara daha açık olduğunu görüyoruz. Bunun tıpta da karşılığı var sanırım; sizler daha iyi değerlendirirsiniz elbette, ama infeksiyon böyle bir alt alan galiba. Bu kongrede yer alanlara, yapılan sunumlara baktığımda enfeksiyon alanında kadın sayısının da az olmadığını anlıyorum. 15 Mart 2024’te gerçekleşecek Akademide Kadınlar panelimizde bu konulara daha ayrıntılı yer vereceğiz. 

Tabii unutmamalı ki ülkemizde kadınların akademik hayatta yer alması Cumhuriyet’le başlamadı. “Kadınların Üniversitede 100 Yılı – İnas Darülfünunu / Kadın Üniversitesi 1914 -1919” sergisinde bu kadınların bir kısmından ve akademideki başka birçok ‘ilk’ olan kadından söz ediliyor, hikâyeleri su yüzüne çıkıyor.[2]İstanbul Kadın Müzesi ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Türkiye’de kadınların üniversiteye girişi hakkını elde etmelerinin 100. yılında düzenlenen “Kadınların Üniversite’de 100 Yılı – İnas Darülfünunu 1914-1919” başlıklı, 2014 tarihli açılan sergi. İlgili Sarkaç yazısı: https://sarkac.org/2018/03/kadin-universitesi-sergisi/ Bu su yüzüne çıkmak meselesi de ilginç ve sadece bilime özgü değil. Geçen ay yurt dışında bir sergi gezerken Germaine Richier adlı bir heykeltraş kadının eserine rastladım. Şöyle bitiyordu tanıtım kartı:

1937 Paris Dünya Fuarı’na katılmasına ve 1956’da Paris’teki Ulusal Modern Sanat Müzesi’nde prestijli bir sergi açmasına rağmen Richier’nin kariyeri, kendi kuşağından pek çok kadın gibi 1959’daki ölümünden sonra, çok az hatırlandı.

Sonuç itibariyle günümüze geldiğimizde, ülkemizde kadın akademisyen sayısının halen dünya ortalamalarının üzerinde oluğunu görüyoruz. Ancak karar verici pozisyonlara baktığımızda, cam tavan sendromu maalesef akademide de çok yaygın. Ben bu durumun acilen tersine çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum – evrimsel değil, devrimsel bir süreçle yapılması gerekiyor ve bunun için de sıra dışı yöntemlere başvurmak caiz.

Akademide kadın hassasiyeti olan birçok erkek var artık günümüzde, “yavaş yavaş olur” da diyebilirsiniz. O yüzden kadınların karar alıcılar olarak akademik ortamlarda neden ve nasıl fark yarattığını düşündüğümü açıklamama izin verin.

Ben erkek düşünme ve çalışma tarzının hâkim olduğu akademik ortamın yönetiminde kadınların deneyimleriyle yer almasını çok önemsiyorum. Şu anki durumda kadınlara genellikle yardımcı veya kurtarıcı rolleri biçilmekte. Kendi üniversitemde 2016 ve 2018’de iki kez rektörlük makamı farklı nedenlerle, beklenmedik bir şekilde ve zamanından önce boşaldı. Yeni lider arayışına girilen dönemlerden geçmek zorunda kaldık ve her ikisinde de iki farklı kadın, arama süreci tamamlanana kadar üniversiteyi korumak için rektör vekili atandı; durumu kurtarmak için görevlendirildiler de diyebiliriz. Bu süreçlerin sonunda üniversite, askıya alınan kararları alabileceğine güvenilen erkek rektörün ellerine teslim edildi.

Kendi kurumlarınızda muhtemelen gözlemliyor olabileceğiniz üzere rektör yardımcılığı, dekan yardımcılığı gibi pozisyonlara artık düzenli olarak kadınlar atanıyor – bana öyle geliyor ki çoğu zaman zevahiri kurtarmak için yapılıyor bu. Yükseköğretim Kurulu liderlik rollerindeki kadınlara ilişkin istatistikler yayınlarken, bu istatistikler tüm yardımcı pozisyonları içeriyor. Dekan ya da rektörün takdirine bağlı olan ve dekan ya da rektör değiştiğinde yeniden atanan pozisyonlar bunlar. Ancak yardımcı pozisyonları hariç tuttuğumuz çıplak istatistikler cesaret kırıcı (Türkiye’de 17/207 kadın rektör var; bu oran Avrupa’daki %15’lik orana kıyasla sadece %8). Kadınlar gerçekten de kararları uygulamak için mükemmel “yardımcılar” olarak algılanıyorlar, ancak ana karar verici olabilecekleri ve üniversitenin daha iyi hale gelmesi için fikirlerini ortaya koyabilecekleri konumları nadiren edinebiliyorlar. Ve tabii ki, bir üniversite yönetiminin toplumsal cinsiyet eşitliğinin kanıtını göstermesi gerektiğinde gerekli kutucukların işaretlenmesinde istatistiksel destek oluyorlar (örneğin Ufuk Avrupa programlarına başvurulabilmesi için ön koşullar var ve araştırma üniversiteleri bu sayı oyununu orada da iyi oynuyorlar)…

Bu kulaklar, bir Üniversitemizde erkek bir dekanın, tüm dekan yardımcılığı pozisyonlarını kadınlarla doldurduğunu ve çok iyi çalıştıkları için nasıl harika seçimler olduklarını övünerek anlattığını duydu. Ancak, ikinci dönem için kendilerine tekrar görev vermek istediğinde bu kadınların görevi tekrar kabul etmediklerini, gerekçe olarak okula göndermeleri gereken çocukları olduğu için sabah 7.00’deki toplantılara yetişememelerini gösterdiklerini söyledi. Dikkatinizi çekerim, dönemleri tamamlanana dek durumdan şikâyet etmiyor kadınlar! Bu dekanın belli ki aklından hiç geçmemişti ve üniversitedeki bu kadınların yönetimde yer alması toplantısında bu konuşmayı yaparken de hâlâ geçmiyordu, toplantıları normal saatlere taşımak…

Ancak herhangi bir liderlik pozisyonuna erişmiş ya da iyi kadın liderlerle çalışma şansını bulabilmiş olanlarımız, bunların kaçırılmış fırsatlar olduğunu biliriz… Kadınlara masada bir sandalye sunulduğunda ne olur? İddia ediyorum, bir kadının getirdiği taze ve benzersiz bakış açısı, akademik bir ortamda devrim yaratabilir. Kadınlar, bir üniversiteyi bir sonraki çağa taşımak için keşfedilmemiş alanları test etmekten korkmazlar. Bunu dayanışmayla ve farklı geçmişlere sahip insanları bir araya getirerek yaparlar. 

Size yine bir örnek vereyim: Kurumum Sabancı Üniversitesi, 1999’da Türk yükseköğretimine disiplinler arası eğitimi yerleştirme vizyonuyla kuruldu. Bu vizyonun bir parçası olarak, öğrencilere temel fizik, kimya ve biyoloji kavramlarını tek bir ünitede bütünleşik bir bilim yaklaşımıyla aktaran ‘Doğa Bilimi’ adlı dersi veren hocalardan biriydim. 2010’lara gelindiğinde zaman değişmiş, öğrencilerin öğrenme stilleri artık amfilerdeki derslere uymaz hale gelmişti… Size az önce bahsettiğim rektör vekillerinden biri olacak olan Zehra Sayers (ki kendisi Bilim Akademisi’nin de onursal üyesidir) o sırada 1. Sınıf derslerini kapsayan Temel Geliştirme Programı Direktörüydü. Dersi ters yüz edilmiş sınıf ve aktif öğrenme yaklaşımıyla yeniden tasarlamak üzere ilgili akademisyenlerle bir ekip kurdu ve bu ekibe kendisi liderlik etti. Ayrıca o dönemde Eğitimden Sorumlu Rektör Yardımcımız da bir kadındı: Sondan Durukanoğlu Feyiz. O da üst yönetimi ve Mütevelli Heyetini sınıfların yeniden tasarlanmasına ve bu hamle için gereken insan sermayesine gerekli yatırımları yapmaya ikna etti. Birkaç yıl sonra pandemi patlak verdiğinde, yeniden tasarım sürecinin bir parçası olan akademisyenlerden oluşan ekip, çevrimiçi not verme, video dersler hazırlama vb. konularda zaten büyük deneyime sahip oldukları için tüm üniversitenin çevrimiçi öğretime geçmesine öncülük etti. 

Kadınlara gerçekten de masada bir yer verildiğinde nelerin başarılabileceğine dair sadece bir örnek!

Bugün sizlere Bilim Akademisi Başkanı olarak hitap ediyorum; bu kurum (ne yazık ki) politikacılar tarafından kendilerine dayatılan bir Bilim Akademisi’nin nasıl olması gerektiği fikrine boyun eğmeyi reddeden kadınlar ve erkekler tarafından kuruldu.[3]Bilim Akademisi’nin 10. yılı için yapılan belgesel: Sivil bir İnat Hikâyesi, Sarkaç, 25 Kasım 2021. Kısaca, 2011’de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) hükümet tarafından özerk rolünden vazgeçmesi talimatı verildi. TÜBA’nın 82 üyesinden 52’si bu durumu kabul etmeyerek ve vazgeçmeyerek, şu anda ALLEA ve ISC tarafından uluslararası alanda da tanınan yeni Akademi’yi oluşturdu.

Bilim Akademisinin, bilimakademisi.org adresindeki sitesine girerseniz, ilk sayfada Akademide Liyakat, Özgürlük ve Dürüstlük olarak ifade edilen üç temel ilkemiz olduğunu görürsünüz. Lütfen bu terimlerin akademik/bilimsel ortamda sizin için ne anlama geldiğini düşünmek için bir dakikanızı ayırın… 

Liyakat, Özgürlük, Dürüstlük 

Elbette, bu kavramları dar anlamda nasıl bilim yaptığımız, veri topladığımız, yayın yaptığımız vb. şeklinde yorumlayabilirsiniz. Ya da bilim yaptığımız ortamı ve onu nasıl etkilediğimizi de içeren geniş bir yorum yapabilirsiniz.

Bilim Akademisi kurulduğunda, tüm kurucuların aklında akademik özgürlüklerinin nasıl hedef alındığına dair yaşadıkları acı deneyim vardı. Ancak zaman hızlı değişiyor. Bilim Akademisi’ndeki başkanlığım dönemimde ortaya çıkan tartışmalarda, “Liyakat, Özgürlük ve Dürüstlük” kavramlarının bir çok zamanlarda dar bakış açısıyla yorumlandığını görmek beni şaşırttı. Bana göre tanım çok daha geniş: Örneğin, yan laboratuvardaki meslektaşının öğrencilerinin/meslektaşlarının seçeneklerini kısıtladığını bilmesine rağmen bu duruma kayıtsız kalan bir bilim insanı, akademik liyakat ve dürüstlükten yoksundur ve akademik özgürlüğe saygı gösterme yükümlülüğünü yerine getirmiyordur.

Sonunda, akademik liyakat, özgürlük ve dürüstlük kavramlarının, üzerinde çalışılacak problemi seçmek, makale yazım sürecinde hile yapmamak ve benzeri dar alanlarla sınırlandırılamayacağını çok iyi bilen, çoğunluğu kadın olan bazı meslektaşlarımızın da desteğiyle, ilkelerimizi bu daha geniş yorumlarla yeniden yazabildik. Bu yeni yorum[4]Bilim Akademisi, Akademik Liyakat. Özgürlük ve Dürüstlük Belgesi.  kadınların ve azınlıkların akademide yaşadığı birçok zorluğu da doğal olarak kapsamı içine aldı kanımca.

Benim deneyimlerime göre, liderlik rollerini üstlenmeyi kabul etmek genellikle bilim insanlarının tercihi değil. Sonuçta, ister araştırma, ister öğretim, ister sosyal yardım boyutunda vurgulanmış olsun, bilime duydukları tutkudan dolayı akademideler. Ancak, bilim insanlarının hedefleri için çalışabilecekleri doğru ortamı yaratarak tutkularını gerçekleştirmelerini sağlamak da liderin görevi, ve liyakatlı akademisyenler bu görevlere çok daha sık gelmeli. 

Bu konuyu zorlamasak ne olur?

Peki kadınların akademide varlığı bilimin kendisi için çok önemli bir fark yaratır mı? Yani bu konuyu zorlamasak ne olur? Darwin yaşamamış olsaydı doğal seçilim yoluyla evrim teorisi ortaya çıkmaz mıydı? Newton Kanunları herhalde başka birileri tarafından bulunurdu, öyle değil mi?

Bugün bilimin, kadınlara ve azınlıklara ihtiyacı olduğunu biliyoruz, çünkü araştırmaların fikirlerle ve deneyimlerle karışımı ne kadar zengin olursa, daha fazla insana dokunan keşiflerle dünya o kadar daha güvenli ve huzurlu bir yer oluyor.

Bu konuda ilk örnekler tıptan çıkmış. Sanırım burada herkes benden daha iyi biliyordur, ama burada söz etmeden geçmeyeceğim, kalp hastalıkları ya da dikkat eksikliği tanılarının, bu konular ağırlıklı erkek hastalarla düşünüldüğü için kadınlarda yanlış ya da geç konulması tipik bir örnek.[5]Anna Parini, A Brief History of Sexism in Medicine” The New York Times, 26 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.[6]Four Conditions Underdiagnosed in Women” Woodruff Medical. Son erişim: Mart 2024.[7]Alper Açık ile Meraklısına Bilim, Psikolojide (toplumsal) cinsiyet farklarına nasıl bakmalıyız?, https://youtu.be/h1Xj1ghFxkA, Son erişim: Mart 2024.

Kadın araştırmacılar sayesinde sorulmamış hangi bilimsel sorular soruluyor, hangi araştırmalar yapılabiliyor?

Geçtiğimiz aylarda, bir kadın araştırmacının, aşılar konusundaki araştırması nedeniyle onurlandırıldığı bilimsel bir toplantıdaydım – Maria Yazdanbakhsh: Bağışıklık sisteminde az duyarlılık problemi.[8]Immune hypo-responsiveness Group” Leiden Üniversitesi, Tıp Fakültesi sayfasında. Son erişim: Mart 2024. Kendisi dünyanın varlıklı bölgelerinde test edilerek geliştirilen aşıların çoğu zaman asıl kullanım hedefi olan kırsal alanlarda ve Sahra altı Afrika’da nasıl çok daha az etkili olduğunu keşfeden bir çalışmaya önderlik etmişti. Bilim insanlarından oluşan büyük bir ekibi bir araya getirmiş ve bir kadının eşsiz bakış açısıyla bu araştırmayı gerçekleştirmek için çaba sarf etmişti. Bu bakış açısı aşı geliştirme sürecinin yeniden ele alınmasını tetikliyor ve alanda bir paradigma değişimine yol açma potansiyeline sahip.

Elbette akademide kadınların varlığını sadece araştırma değil, eğitim ve topluma hizmet boyutuyla da ele almalı, kadınlar tüm bu alanlar bütünlüklü düşünüldüğünde hangi farkları yaratıyor diye sorgulamalıyız.

Kadınların az temsil edildiği alanlara akademisyen işe alımı yapmak için radikal yöntemler seçmiş olan Melbourne Üniversitesi bu durumu şöyle tanımlıyor: “Hizmet verdiğimiz toplumun çeşitliliğini yansıtan, benzer çeşitliliğe sahip bir kadro oluşturmak istiyoruz. Böylelikle herkesin hoş karşılandığı, güvende olduğu ve kendini ait hissettiği bir aidiyet kültürü inşa etmek istiyoruz.”[9]How we boosted female faculty numbers in male-dominated departments,” Nature, 23 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.

Bazı pozisyonları birkaç yıl boyunca sadece kadınlara açtıklarında göğüslemek zorunda oldukları iyi ya da kötü niyetli diyebileceğimiz eleştirileri de şöyle sıralamışlar:

  • Olumlu işe alım yoluyla cinsiyet dengesizliğini ele alma şekilleri adil bulunmayabiliyor veya özellikle genç erkek meslektaşlar tarafından bir tür negatif veya ters ayrımcılık olarak görülüyordu.
  • Başvuranların kalitesinden ödün verileceği algısı vardı.
  • Başarılı adayların meslektaşları tarafından nasıl değerlendirileceğine ilişkin endişeler ortaya çıktı.

Öte yandan bu konularda yapılan araştırmalar da bu eleştirileri kadınların akademide yaşadığı değerleme sorunlarından bağımsız düşünemeyeceğimizi gösteriyor:

  • Akademik iş başvurularını değerlendirirken erkeklerin yeterliliğini kadınlardan daha yüksek oranda sınıflandırıldığını,[10]Science faculty’s subtle gender biases favor male student” Corinne A. Moss-Racusin, John F. Dovidio, Victoria L. Brescoll, Jo Handelsman, PNAS, Eylül 2012. Son erişim: Mart 2024.
  • Kadınların çalışmalarına daha az atıf aldığını,[11]“Citations show gender bias and the reasons are surprising,” Anil Oza, Nature, 22 Aralık 2023. Son erişim: Mart 2024.
  • Ortak çalışmalarda araştırma ekiplerindeki kadınların yazar olarak listelenme olasılığının erkeklere göre önemli ölçüde daha düşük olduğunu biliyoruz.[12]Women are credited less in Science than men,” Matthew B. Ross, Britta M. Glennon, Raviv Murciano-Goroff, Enrico G. Berkes, Bruce A. Weinberg, Julia I. Lane, Nature, Haziran 2022. Son erişim: Mart 2024.

Bu önyargılara kadın/erkek değerlendiricilerin birlikte sahip olduğu da istatistiksel olarak ortaya konulmuş. Akademideki çalışma ortamının kadınları dışarı itebileceğini veya üst düzey pozisyonlar için göz ardı edilebileceklerini de yine araştırmalardan biliyoruz. 2023’te bir başka çalışma kadınların kendi çıktıları konusunda erkeklere kıyasla daha fazla özeleştiri yapma eğiliminde olduğunu göstermiş. [13]Gender differences in submission behavior exacerbate publication disparities in elite journals”
Isabel Basson, Chaoqun NiGiovanna, Badia Nathalie Tufenkji, Cassidy R. Sugimoto, Vincent Larivièreref, eLife, Eylül 2023. Son erişim: Mart 2024.
Üstelik dışarıdan gelen destek de müthiş! Kadınlara yayınlarını en prestijli dergilere göndermemeleri daha sık tavsiye ediliyor [14]“Nature publishes too few papers from women researchers — that must change” Nature, Mart 2024. Son erişim: Mart 2024.

Tüm bunlar birlikte ele alındığında, akran değerlendirmesinin cinsiyeti görmezden gelen bir süreç olduğunu varsayamayacağımız açık. 

Akademide değerleme sistemlerinin revizyonu artık dünyanın gündeminde; literatür kirliliğinin iyice arttığı bu dönemde özellikle sayısallaştırmayan değerlemeler öne çıkacak. Bilim Akademisi bu konuya öncülük eden Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu’nun (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) bir üyesi.[15]Bilim Akademisi, Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) öncülüğünde oluşturulan Araştırma Değerlendirme Reformu Avrupa Mutabakatı hakkında Bilim Akademisi açıklaması Hedef, akademisyenleri ödüller ve kıdem kararları sırasında sayısal olmayan kriterlerle değerlendirmek ve bu kriterleri alanlardaki ve bireylerdeki farklılıkları da göz önüne alarak ortaya koymak.

Bunun bir boyutu da kadın akademisyenlerin değerlemesi. Kadınların özelinde yaşanan zorluklar ve bunların aşılmasında kullanılabilecek yaklaşımlar da elbette yine araştırma konusu. Maalesef hâlâ kadınlar evde hizmet veren, evi çekip çeviren konumunda. Örneğin, daha dün sohbet ettiğim, bir kadın akademisyen, “Doçentlikte bir pozitif ayrımcılık yapılmalı – biz kadınlar ancak gece yarısına doğru makalelerimize konsantre olabiliyoruz, erkekler ise eve gelir gelmez makalelerinin başına oturabiliyorlar,” dedi. (Tabii siz hekimler hasta baktığınız için özel koşullarınızdan mesai saatleri haricinde makale yazıyorsunuz, ve bu sıra dışı ve cinsiyet gözetmeksizin haksız bulduğum durum aynı bir tartışma konusu olur!)

Örnekleri dertleşirken bol bol çoğaltabiliriz. Ama çözüm arayalım daha iyi…

Destek mekanizmaları neden gerekli?

Kadın araştırmacılara destek mekanizmaları kurulmasının önemi aşikâr. Kadın-erkek tüm akademik yöneticilerin hemen bugün uygulamaya koyabileceği bazı önlemler var:

Bir akademisyen için araştırmayı bir numaraya koyuyorsak, örneğin annelik izni sonrası diğer akademik yüklerde ve beklentilerde indirime gidilebilir. Ben 2018’de ilk yıl bir ders indirimi uygulamasını başlatmıştım; çok küçük bir dokunuş. Uygulama devam ediyor. Arayı kapatmakta iyi bir destek olduğu bana hâlâ söyleniyor. Bir başka dikkat edilmesi gereken husus, toplantı vb. etkinliklerde makul çalışma saatlerinin izlenmesi (bu zaten kadın-erkek herkese lazım). Bir yeni uygulama, sizleri de ilgilendirebilecek bir yaklaşım, annelik izni sırasında Gezgin Araştırmacılar (roving researchers) uygulaması [16]“Could roving researchers help address the challenge of taking parental leave?” Amy Coomb, Nature, Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024. Buna göre kurum laboratuvar ortamında ehil olan, doktoralı kişileri bünyesinde bulunduruyor. İzinler sırasında bu kişiler izindeki kadının araştırmalarını eş-yürütüyor, köprü görevi kuruyor, süreklilik sağlanıyor. Babalık izni konusuna girmeyeyim – orada maalesef Avrupa’da babalık izni kullanan araştırmacıların verimlilik artışı ile ilgili veri var [17]“Equal but Inequitable: Who Benefits from Gender-Neutral Tenure Clock Stopping Policies?” Heather Antecol, Kelly Bedard, Jenna Stearns, IZA DP No. 9904, Nisan 2016. Son erişim: Mart 2024. Çoğu baba, bu dönemi eşe yardım için değil de sabatik izni gibi değerlendiriyor gibi görünüyor. Sözüm meclisten dışarı!

Özetle, Akademi’de kadın olmanın hızla akla gelen bazı noktaları bunlar. Unutmayalım ki, kadınların çoğu iş gücünde yer almak için aileleriyle adı konulmamış bir sosyal kontrat imzalıyorlar. Çalışmalarının evdeki öncelikli görevlerini aksatmayacakları koşuluna bağlı olduğunu kabul ederek bu yola giriyorlar. Zaten akademisyenlik başlı başına bir mükemmeliyetçi karakter gerektirdiğinden ve kadınlar sözlerinden dönmemekte inat ettiklerinden çoğu zaman en yakınlarından bile destek istemiyorlar. Bunun destek istenilecek bir mesele olacağını dahi akıllarına getirmiyorlar. Bu nedenle rol modeller önemli, bu nedenle yaşadıklarımızın normal olmadığını, insanüstü gayret gerektirdiğini yüksek sesle dile getirmemiz önemli, bu nedenle bugün yaptığımız gibi her ortamda bu konuda deneyimlerimizi paylaşmak önemli.

Böyle özel günlerin gerekmeyeceği, eşit haklar, eşit fırsatlar, eşit sorumluluklarla topluma hizmet edeceğimiz günlere öykünerek, kadın – erkek hepimizin Dünya Kadınlar gününü kutluyorum.

Canan Atılgan
Bilim Akademisi üyesi,
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Bertil Emrah Oder, “İstanbul Sözleşmesi sonrası ne yapacağız?” Sarkaç, 7 Temmuz 2021.
2 İstanbul Kadın Müzesi ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Türkiye’de kadınların üniversiteye girişi hakkını elde etmelerinin 100. yılında düzenlenen “Kadınların Üniversite’de 100 Yılı – İnas Darülfünunu 1914-1919” başlıklı, 2014 tarihli açılan sergi. İlgili Sarkaç yazısı: https://sarkac.org/2018/03/kadin-universitesi-sergisi/
3 Bilim Akademisi’nin 10. yılı için yapılan belgesel: Sivil bir İnat Hikâyesi, Sarkaç, 25 Kasım 2021.
4 Bilim Akademisi, Akademik Liyakat. Özgürlük ve Dürüstlük Belgesi.
5 Anna Parini, A Brief History of Sexism in Medicine” The New York Times, 26 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
6 Four Conditions Underdiagnosed in Women” Woodruff Medical. Son erişim: Mart 2024.
7 Alper Açık ile Meraklısına Bilim, Psikolojide (toplumsal) cinsiyet farklarına nasıl bakmalıyız?, https://youtu.be/h1Xj1ghFxkA, Son erişim: Mart 2024.
8 Immune hypo-responsiveness Group” Leiden Üniversitesi, Tıp Fakültesi sayfasında. Son erişim: Mart 2024.
9 How we boosted female faculty numbers in male-dominated departments,” Nature, 23 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
10 Science faculty’s subtle gender biases favor male student” Corinne A. Moss-Racusin, John F. Dovidio, Victoria L. Brescoll, Jo Handelsman, PNAS, Eylül 2012. Son erişim: Mart 2024.
11 “Citations show gender bias and the reasons are surprising,” Anil Oza, Nature, 22 Aralık 2023. Son erişim: Mart 2024.
12 Women are credited less in Science than men,” Matthew B. Ross, Britta M. Glennon, Raviv Murciano-Goroff, Enrico G. Berkes, Bruce A. Weinberg, Julia I. Lane, Nature, Haziran 2022. Son erişim: Mart 2024.
13 Gender differences in submission behavior exacerbate publication disparities in elite journals”
Isabel Basson, Chaoqun NiGiovanna, Badia Nathalie Tufenkji, Cassidy R. Sugimoto, Vincent Larivièreref, eLife, Eylül 2023. Son erişim: Mart 2024.
14 “Nature publishes too few papers from women researchers — that must change” Nature, Mart 2024. Son erişim: Mart 2024.
15 Bilim Akademisi, Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) öncülüğünde oluşturulan Araştırma Değerlendirme Reformu Avrupa Mutabakatı hakkında Bilim Akademisi açıklaması
16 “Could roving researchers help address the challenge of taking parental leave?” Amy Coomb, Nature, Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
17 “Equal but Inequitable: Who Benefits from Gender-Neutral Tenure Clock Stopping Policies?” Heather Antecol, Kelly Bedard, Jenna Stearns, IZA DP No. 9904, Nisan 2016. Son erişim: Mart 2024.

Afetlere karşı dayanıklı bir toplum nasıl oluruz?

Bu metin, Bilim Akademisi tarafından 17 Mayıs 2023’te,  “Depremin Afete Dönüşmemesi İçin Sorumlu Siyaset” başlığıyla düzenlenen panelin katılımcılarından biri olan, Sabancı Üniversitesi, Psikoloji Bölümü öğretim üyesi ve aynı zamanda Bilim Akademisi üyesi Nebi Sümer’in konuşmasından derlenmiş ve yayına hazırlanmıştır.


Hazırlıksız olan toplumlar, bir deprem olduğunda tıpkı bekleme halindeyken arkadan itilmiş bir insanın gösterdiği şok ve panik tepkisini gösterir.  Bu toplu panik” düzeyinden dayanıklılık” düzeyine nasıl ulaşılabilir? Biz sosyal psikolojide bu temel soruyu sorarız.

Toplumlar için dayanıklılık,” toplumun afeti, psikolojik yetkinlik üzerine kurduğu bir kapasiteyle karşılaması ve bunun için yaratılacak ortak kimlik olarak tanımlanıyor. Dayanıklılık kelimesi psikoloji için çok kritik bir kelime çünkü pozitif psikoloji tamamen buna dayalı olarak gelişmiştir.

Depreme dirençli/dayanıklı bina kavramıyla dayanıklı toplum veya birey kavramı çok benzer kavramlar. Dayanıklılık kavramının kökeni fizikten gelir; fizikte bu kavram esneklik anlamıyla kullanılır ve darbe karşısında esneyerek eski haline geri dönme yeteneği olarak tanımlanır. Bu kavram bina için de geçerlidir, insan için de. Dolayısıyla sosyal psikolojik yaklaşımda dayanıklı toplum afetten sonra, çok olumsuz etkilense bile başlangıç düzeyine hızlı dönebilen toplumdur.

Depremin/afetlerin toplum için anlamını çok iyi anlamamız ve yerel sistemler kurmamız gerekli

Afetlere karşı dayanıklı olmanın yolu afetlere hazırlık yapmaktan geçer. Ancak bunun için afetleri önleyici davranışların, deprem olmadan önce belirgin bir önleyici toplumsal norma dönüşmesi gerekir. Bu normların gelişebilmesi ve yerleşmesi için kullanılan, hem çağdaş psikolojide en popüler olan ve hem de disiplinler arası en etkili yaklaşım sosyo-ekolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşım şunu söylüyor: Batı’daki mevcut afet yönetim sistemlerini kullanmak yerine, yerel kültürel anlayışı, kültürel anlam sistemini ve afete atfedilen anlamı ve bunun nedenlerini çok iyi anlamamız ve kabul edilebilir yerel sistemler kurmamız gerekiyor.

Birey nasıl olur da dere yatağına ev yapar? Bilmiyor muydu?” demek yanılgısına düşmemeliyiz. Bu yaklaşım, bireye yapılacak en büyük vicdansızlıktır. Birey sistemdeki normlara göre hareket eder. Buna en iyi örnek trafik alanıdır. Siz trafik kazalarını önlemede bir sistem kurmaz, yola çizgi, ışık koymaz, denetleme yapmaz, başka yollar mümkünken bütün ulaşımı karayoluna yüklerseniz, Adanadan İstanbula küçük kamyonlarla domates taşırsanız, özetle sistemi böyle kurarsanız kaza yapan sürücüye suçu yükleyemezsiniz.  Sosyal psikolojideki bu yaklaşım ortam içinde birey yaklaşımıdır.

Afet gibi durumlarda ihlale karşı toplumda suçluluk ve utanmaya dayalı ahlaki, yani vicdani yükü olan normatif baskının oluşması gerekir. O zaman, nasıl toplumda çalmaya, tecavüze karşı ortak bir normatif baskı varsa, benzer baskı ve vicdani etki, imar ihlalleri olduğunda, dere yatağına yapılan inşaatlar, kesilen kolonlar söz konusu olduğunda da olur.

Siz sistemde normatif baskının hiçbir unsurunu sağlamıyorsanız, bununla ilgili bir basın, iletişim sistemi kurmuyorsanız, hukuku işletemiyorsanız, bu tablo içinde en masum olan bireydir. En suçlu olan da sistem ve sistemi kristalize hale getirenlerdir.

Örneğin Avrupada trafik kurallarına uyan TC vatandaşı Kapıkuleden girdiği anda kurallara uymayı bırakıyorsa bunun nedenini anlamamız gerekiyor. Olay insanla değil, yerel ekolojik sistemle ilişkili. Sosyo-ekolojik yaklaşım bu. O bölgeyi o kültürü anlamamız lazım. Yerel yönetimlerin yerelden bakışı ve sivil toplumun iç motivasyonu çok önemli. Bu şekilde kurulan bir sistem ödül veya para beklemeden kendi bölgesini kurtarmak için toplumun kurduğu bir sistemdir. Birey, sistemi içinden gelen motivasyonla kurarsa dönüşür, bunun örnekleri var dünyada. Bu nedenle yerel yönetimlerin ve doğrudan halkın içinde yer aldığı önleyici, denetleyici sistemlerin kurulması afete karşı dirençli binalar ve toplumlar oluşturma yolunda en önemli adımdır.

Burada yurttaş olma bilincine de değinmemiz gerekir. Yurttaş olma bilinci, ortak kolektif eyleme dönük bir bilinçtir. Tek birey olma ise bireysel çıkarları öncelemedir, hayatta kalmaya dönüktür. Bu iki bilinç çok farklı çalışır. Siz bireyi yurttaş bilinciyle kolektif hale getirirseniz, üst kimlik dediğimiz kimlik, alt kimlik dediğimiz hayatta kalma üzerinde işlev görmeye başlar.

Politik sistemdeki kutuplaşmanın afete hazırlık ve müdahale sürecine olan etkisi çok kritik

17 Ağustos 1999 depreminde ODTÜ’de bir ders açtık ve öğrencilerimizle Adapazarı’nda kaldık bir süre. Adapazarı’na gittiğimizde müthiş bir kapsayıcılık gördük. Örneğin Psikologlar Derneği çadırında kalıyorduk biz ama hangimiz dernek, hangimiz kurum belli değil, hepimiz beraber çalışıyorduk. O zaman TRT en etkili kanaldı. Her gün yayın yaparak Türkiye çapında psikologlara çağrı yapıldı ve binden fazla psikolog deprem mağdurlarına psikososyal destek hizmetine katkı sağladı. 2022de vefat eden değerli hocamız Prof. Nail Şahin o zaman Türk Psikologlar Derneği başkanıydı. (Nail hocayı rahmetle anıyorum, onun önderliği sayesinde girişim başlatılmıştı.) Orada o koşullarda bile sivil toplum katılımı, girişimi mümkün oldu ve devletin her kademesinde sivil toplum girişimine kucak açıldı, fırsat tanındı. 6 Şubat sonrasında sivil toplum çok çaba göstermesine rağmen olması gereken düzeyde kabul görmedi, rica minnet destek oldu biliyorsunuz. Toplumun yardım için önemli bir aracı olarak gördüğü Haluk Levent’in Ahbap girişiminin yaşadığı sıkıntılar akla geliyor. Çok önemli bir fark bu. 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’a kıyasla çok daha kutuplaşmış bir politik sistem mevcut. Bu kutuplaşmanın müdahaleyi ve algıyı nasıl etkilediğine tanık olduk. Depremin ilk günlerinde oluşan, her türlü ayrımdan uzak, ortak kimlik duygusuyla bölgeye akan yardım seli ve dayanışma iklimi kısa surede kutuplaşmaya kurban edildi. Sivil toplum girişiminde, yardım eden kuruluşların, belediyelerin mevcut yönetime yakınlığının daha fazla destek gördüğü, öncelendiği bir anlayış hakim oldu.   

Dayanıklılık için anahtar kavramlar

Afetlere ilişkin çok zengin bir psikoloji literatürü var. Burada, literatürde yer alan özellikle hazırlık aşamasında önemli rol oynayan birkaç önemli kavramı ele almak istiyorum.

En önemli kavramlardan birisi paylaşılmış ortak kimlik kurma.” John Drury adında bir sosyal psikoloğun yaklaşımı bu. Dikkat ederseniz 6 Şubattan sonra, özellikle ilk hafta oraya akan gönüllü yardımı, her türlü toplumsal-politik-dini bölünmenin üzerindeydi. Bu çok sağlıklı bir şey, bu daha önce de oldu. Ortaklaşmış bir kimlik oluştu ve bu kimlik, bireysel farkların ötesinde bir uzlaşma kimliğiydi. Bunun geçici olduğunu da tahmin ediyorduk ve hakikaten bir noktada sona erdi. Depremin ilk günlerindeki ağır üzüntünün zamanla azalmasını beklediğimiz gibi, toplumdaki derin bölünmüşlük ve kutuplaşma nedeniyle, deprem üzerinden kurulan ortak kimlik de hızla zayıfladı. Bu nedenle bu paylaşılan ortak kimliği önceden, henüz afete hazırlık aşamasında oluşturduğumuzda bu dayanıklılık kapasitesini ve depremin etkileriyle baş etme çabalarını çok yüksek düzeye çıkarır.

Hazırlık için kritik başka bir konu: risk algısı. Gerçek risk ve algılanan risk arasında bir fark vardır. Psikoloji araştırmaları gerçek risk düzeyi düşük ve yakınsa, algılanan riskin gerçek riskten daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yani çaydanlığın devrilme riskini gerçek olandan daha yüksek algılıyoruz, ama uzakta olacak ve örtük durumlarda tam tersi bir durum geçerli. Yani algılanan risk gerçek riskin çok altında. Deprem soba üzerindeki çaydanlık gibi gözümüzün önünde olmadığından ve gelecekte bir zamanda olacağı varsayıldığından, yakında hissedilen bir deprem olmadığı durumlarda toplum bu riski gerçekte olduğundan daha düşük algılamaya başlıyor. Dolayısıyla yapılacak çalışmalarla, toplumsal faaliyetlerle bizim algıladığımız deprem riskini gerçek deprem riskine yaklaştırmamız gerekiyor. Bunun için her yıl büyük bir deprem yapamazsınız, farklı bir yöntem bulmak, risk algısını deprem olmadan gerçeğe yaklaştırmak gerekiyor.

Risk algısına etkisi olan çok sayıda kültürel faktör de var ama birine değineyim.  Kadercilik” kritik bir risk faktörü burada. Kadercilik konusunu 17 Ağustos depreminden sonra Türkiyede çok çalışan oldu. Kader inancının aslında deprem sonrasında yaşananların psikolojik etkileriyle başa çıkma bakımından iyileştirme etkisi var. Bizim çok sık gördüğümüz travma sonrası stres sendromu, kader inancı olan insanlarda daha az görülüyor, çünkü bu anlayış bir tür sığınmadır. Dolayısıyla birçok çağdaş sivil toplum örgütlenmesinde dini örgütlerin bir yeri vardır. ABDde örneğin bu organize bir şekilde yapılır. Ancak önleyici hizmette kaderciliğin teslimiyet düzeyinde bir atalete dönüşmeyecek bir çerçevede anlaşılmalı, anlatılmalı.

Türkiyedeki sorun psikolojik hizmetlerle dini hizmetler karıştırılması oldu. Tabii ki herkesin dini inancına göre hizmet alması gerekir ama profesyonel psikolojik hizmetin dini olarak sunulmaması gerekir. Genel olarak kaderciliğin baş etme bakımından olumlu ancak hazırlık bakımından olumsuz etkisi var. Etkiyi kişinin kendisine ve  davranışının sonucuna atfetmek yaptırım için önemli ama etkiyi şansa, kadere atfettiğinizde hazırlık davranışlarında motivasyonu sağlayamıyorsunuz. Bu yüzden insanlarının dini böyle önleyici anlayışa uygun olarak çerçevelendirmesi gerekir. Bu da var Türkiyede, 17 Ağustos’tan sonra bazı ilahiyatçılar bunu yaptılar. İyi dindarlığın hazırlık davranışı gerektirdiğine dair yorumlar yapıldı. Dolayısıyla dinin kendisinden değil ama yorumlama biçiminden kaynaklanan sorunlar önemli. Dindeki bir hükmü eğer siz insanların zarar görmesini engellemek için hazırlıklı ol, sonra tevekkül et” diye sunarsanız bunun etkisi başka olur; bazı sorumsuz din adamlarının yaptığı gibi “bu kaderdir, deprem Allah’ın cezasıdır” diyerek, çaresizlik duygusuyla sunarsınız etkisi başka olur.

Başka bir konu uygun tutumları geliştirme, örneğin hangi durumlar afete yol açar gibi konulardaki dikkatliliği, farkındalığı oluşturma çok önemli. Örneğin, 2019 seçiminden önce çıkarılan imar affı konusunda toplumun tepkisizliği, hatta bunun coşkuyla kabullenilmesi, dayanıksız kaç yüz bin binanın sırf bir başvuru yapılarak af kapsamına alınması, afetten sonra da hep beraber imar affına, bunu çıkaranlar dahil olmak üzere karşı çıkmamızı çok iyi analiz etmemiz, anlamamız gereken bir nokta. Bu afet konusunda yaptırımı olabilecek toplumsal norm oluşturma konusunda ne kadar eksik olduğumuzu, depreminin yıkıcı etkisinin asıl nedeni olan ihlallere karşı her hangi bir somut tavır, tutum ve davranışımızın olmadığını gösteriyor. Girişte bahsettiğimiz normların yerleştirilmesiyle bunlar da kalıcı olarak değişebilir.

Toplumdaki “güven” duygusu, başkasına ve kurumlara güven yine hazırlık aşamasında çok önemli bir duygu. Hem kişiler arası güven hem de kişilerin sisteme güveni dirençli toplum için önemli bir sosyal sermayedir, özkaynaktır. Uluslararası istatistiklere göre maalesef Türkiye’de başkasına güven konusunda ciddi bir düşüş var. Dünya sıralamasında Türkiye başkasına güvenin en düşük olduğu ülkeler arasında. Dünyada kişiler arası güvende ve kurumlara güvende en sondaki 10 ülke arasındayız. Ve bu son yedi yılda pek değişmedi, hatta daha da düştü.

Bir başka nokta da çok araştırılan Neden korku işe yaramıyor?” konusu: Korkuyla önleyici davranışlar arasındaki ilişkiyi basit olarak şöyle söyleyeyim: eğer korkuyu siz bir çare göstermeden, bir kapasiteye dayanmadan ve önleme yolu göstermeden verirseniz, insanlar korkup kaçmaya başlarlar. Böyle bir durumun sonunda korku ancak kafayı kuma sokmaya dönüşüyor. Ama korku ile çözüm birlikte sunulur, etkili bir kapasite önlem ve yeterlilikle birleşirse insanlarda bu çare aramaya dönüşüyor. Bu deprem için çok kritik bir nokta. Şimdi neden korkuyoruz ama hazırlık yapmıyoruz konusunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Özetle dayanıklı birey ve toplum modelinin afet yönetimi politikasının merkezinde yer alması gerekiyor.

Dayanıklı bina, fiziki güvenlik için, öncelikle güçlü, yaptırımı olan normlarla hareket eden toplum ve dayanıklı insan modeline geçiş şart.

Son depreme baktığımızda fiziki yıkıcılığına paralel olarak psikolojik hasarın da çok derin olduğunu görüyoruz. İlk günün kaçırılmış olması – çünkü ilk 12 saat çok kritik, ilk 24 saat çok önemli biliyorsunuz – bunu kaçırdığımızda kurtardığınız insan sayısından bağımsız olarak, maruz kalma süresi uzadığı için psikolojik hasar, özellikle travma sonra stres bozukluğu semptomları çok artıyor. Aynı zamanda 6 Şubat, İstanbul depremi korkusunu tetikledi. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” demişler! Bu hazırlık için olumlu bir etkiydi aslında ve kısmen sonuçlarını da görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiririz? Bu önemli. Bölgede güvenme ve korunma ihtiyacının öne çıkması, en son seçime yansıdı. Seçim sonuçları sosyal psikolojik süreçler bakımından aslında beklenen, bilinen bir durumdu. Yani temel ihtiyaçlar, hayatta kalma, güven, statükoyu korumak yönünde davranmayla sonuçlanıyor. Gönüllü hareketinin yeterince organize ve sürdürülebilir olamaması, sivil toplumun görece dışlanması gibi sorunları sosyal bilimcilerin tartışması ve çözüm yolları önermesi gerekiyor. Toplum olarak bu “paylaşılmış ortak kimlik” dediğimiz, yani afeti anlama, bütün diğer kimliklerin üzerinde buna dayalı bir sosyal kimlik oluşturma, bu ortak kimliği afet durumunda yeniden üreterek, etkili psikolojik müdahaleyi ve önleyici uygulamaları başarmak amacımız olmalıdır.

Türkiye’nin “iyileşme yolu” 6 Şubat’tan 15 Şubat’a kadar deprem bölgesine akan ve sonunda “artık gelmeyin” dedirten dayanışma kültürüdür. Toplum sistemin eksiğini telafi etmek istedi, ama örgütsüzlük ve koordinasyonsuzluk nedeniyle artık gelmeyin” denildi. Eğer o gönüllülük hareketinin dinamiğini anlar, ona uygun çağdaş bir örgütlenme yaparsak, insanın kendi kültürüne, yeterliliğine, değerine uygun sistem her zaman için geliştirici olur. Dolayısıyla depremden korktuğu için kaçan, saklanan veya kadere sığınan insanlar değil, dayanıklılık kapasitesi geliştirdiği için başa çıkma becerisi olan insanlar olabiliriz.

 

Sarkaç bülten aboneliği

Sarkaç bülten aboneliği

Duyuruları e-posta adresinizine almak için bültenimize abone olabilirsiniz.

Abone oldunuz!