Afetlere karşı dayanıklı bir toplum nasıl oluruz?

Bu metin, Bilim Akademisi tarafından 17 Mayıs 2023’te,  “Depremin Afete Dönüşmemesi İçin Sorumlu Siyaset” başlığıyla düzenlenen panelin katılımcılarından biri olan, Sabancı Üniversitesi, Psikoloji Bölümü öğretim üyesi ve aynı zamanda Bilim Akademisi üyesi Nebi Sümer’in konuşmasından derlenmiş ve yayına hazırlanmıştır.


Hazırlıksız olan toplumlar, bir deprem olduğunda tıpkı bekleme halindeyken arkadan itilmiş bir insanın gösterdiği şok ve panik tepkisini gösterir.  Bu toplu panik” düzeyinden dayanıklılık” düzeyine nasıl ulaşılabilir? Biz sosyal psikolojide bu temel soruyu sorarız.

Toplumlar için dayanıklılık,” toplumun afeti, psikolojik yetkinlik üzerine kurduğu bir kapasiteyle karşılaması ve bunun için yaratılacak ortak kimlik olarak tanımlanıyor. Dayanıklılık kelimesi psikoloji için çok kritik bir kelime çünkü pozitif psikoloji tamamen buna dayalı olarak gelişmiştir.

Depreme dirençli/dayanıklı bina kavramıyla dayanıklı toplum veya birey kavramı çok benzer kavramlar. Dayanıklılık kavramının kökeni fizikten gelir; fizikte bu kavram esneklik anlamıyla kullanılır ve darbe karşısında esneyerek eski haline geri dönme yeteneği olarak tanımlanır. Bu kavram bina için de geçerlidir, insan için de. Dolayısıyla sosyal psikolojik yaklaşımda dayanıklı toplum afetten sonra, çok olumsuz etkilense bile başlangıç düzeyine hızlı dönebilen toplumdur.

Depremin/afetlerin toplum için anlamını çok iyi anlamamız ve yerel sistemler kurmamız gerekli

Afetlere karşı dayanıklı olmanın yolu afetlere hazırlık yapmaktan geçer. Ancak bunun için afetleri önleyici davranışların, deprem olmadan önce belirgin bir önleyici toplumsal norma dönüşmesi gerekir. Bu normların gelişebilmesi ve yerleşmesi için kullanılan, hem çağdaş psikolojide en popüler olan ve hem de disiplinler arası en etkili yaklaşım sosyo-ekolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşım şunu söylüyor: Batı’daki mevcut afet yönetim sistemlerini kullanmak yerine, yerel kültürel anlayışı, kültürel anlam sistemini ve afete atfedilen anlamı ve bunun nedenlerini çok iyi anlamamız ve kabul edilebilir yerel sistemler kurmamız gerekiyor.

Birey nasıl olur da dere yatağına ev yapar? Bilmiyor muydu?” demek yanılgısına düşmemeliyiz. Bu yaklaşım, bireye yapılacak en büyük vicdansızlıktır. Birey sistemdeki normlara göre hareket eder. Buna en iyi örnek trafik alanıdır. Siz trafik kazalarını önlemede bir sistem kurmaz, yola çizgi, ışık koymaz, denetleme yapmaz, başka yollar mümkünken bütün ulaşımı karayoluna yüklerseniz, Adanadan İstanbula küçük kamyonlarla domates taşırsanız, özetle sistemi böyle kurarsanız kaza yapan sürücüye suçu yükleyemezsiniz.  Sosyal psikolojideki bu yaklaşım ortam içinde birey yaklaşımıdır.

Afet gibi durumlarda ihlale karşı toplumda suçluluk ve utanmaya dayalı ahlaki, yani vicdani yükü olan normatif baskının oluşması gerekir. O zaman, nasıl toplumda çalmaya, tecavüze karşı ortak bir normatif baskı varsa, benzer baskı ve vicdani etki, imar ihlalleri olduğunda, dere yatağına yapılan inşaatlar, kesilen kolonlar söz konusu olduğunda da olur.

Siz sistemde normatif baskının hiçbir unsurunu sağlamıyorsanız, bununla ilgili bir basın, iletişim sistemi kurmuyorsanız, hukuku işletemiyorsanız, bu tablo içinde en masum olan bireydir. En suçlu olan da sistem ve sistemi kristalize hale getirenlerdir.

Örneğin Avrupada trafik kurallarına uyan TC vatandaşı Kapıkuleden girdiği anda kurallara uymayı bırakıyorsa bunun nedenini anlamamız gerekiyor. Olay insanla değil, yerel ekolojik sistemle ilişkili. Sosyo-ekolojik yaklaşım bu. O bölgeyi o kültürü anlamamız lazım. Yerel yönetimlerin yerelden bakışı ve sivil toplumun iç motivasyonu çok önemli. Bu şekilde kurulan bir sistem ödül veya para beklemeden kendi bölgesini kurtarmak için toplumun kurduğu bir sistemdir. Birey, sistemi içinden gelen motivasyonla kurarsa dönüşür, bunun örnekleri var dünyada. Bu nedenle yerel yönetimlerin ve doğrudan halkın içinde yer aldığı önleyici, denetleyici sistemlerin kurulması afete karşı dirençli binalar ve toplumlar oluşturma yolunda en önemli adımdır.

Burada yurttaş olma bilincine de değinmemiz gerekir. Yurttaş olma bilinci, ortak kolektif eyleme dönük bir bilinçtir. Tek birey olma ise bireysel çıkarları öncelemedir, hayatta kalmaya dönüktür. Bu iki bilinç çok farklı çalışır. Siz bireyi yurttaş bilinciyle kolektif hale getirirseniz, üst kimlik dediğimiz kimlik, alt kimlik dediğimiz hayatta kalma üzerinde işlev görmeye başlar.

Politik sistemdeki kutuplaşmanın afete hazırlık ve müdahale sürecine olan etkisi çok kritik

17 Ağustos 1999 depreminde ODTÜ’de bir ders açtık ve öğrencilerimizle Adapazarı’nda kaldık bir süre. Adapazarı’na gittiğimizde müthiş bir kapsayıcılık gördük. Örneğin Psikologlar Derneği çadırında kalıyorduk biz ama hangimiz dernek, hangimiz kurum belli değil, hepimiz beraber çalışıyorduk. O zaman TRT en etkili kanaldı. Her gün yayın yaparak Türkiye çapında psikologlara çağrı yapıldı ve binden fazla psikolog deprem mağdurlarına psikososyal destek hizmetine katkı sağladı. 2022de vefat eden değerli hocamız Prof. Nail Şahin o zaman Türk Psikologlar Derneği başkanıydı. (Nail hocayı rahmetle anıyorum, onun önderliği sayesinde girişim başlatılmıştı.) Orada o koşullarda bile sivil toplum katılımı, girişimi mümkün oldu ve devletin her kademesinde sivil toplum girişimine kucak açıldı, fırsat tanındı. 6 Şubat sonrasında sivil toplum çok çaba göstermesine rağmen olması gereken düzeyde kabul görmedi, rica minnet destek oldu biliyorsunuz. Toplumun yardım için önemli bir aracı olarak gördüğü Haluk Levent’in Ahbap girişiminin yaşadığı sıkıntılar akla geliyor. Çok önemli bir fark bu. 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’a kıyasla çok daha kutuplaşmış bir politik sistem mevcut. Bu kutuplaşmanın müdahaleyi ve algıyı nasıl etkilediğine tanık olduk. Depremin ilk günlerinde oluşan, her türlü ayrımdan uzak, ortak kimlik duygusuyla bölgeye akan yardım seli ve dayanışma iklimi kısa surede kutuplaşmaya kurban edildi. Sivil toplum girişiminde, yardım eden kuruluşların, belediyelerin mevcut yönetime yakınlığının daha fazla destek gördüğü, öncelendiği bir anlayış hakim oldu.   

Dayanıklılık için anahtar kavramlar

Afetlere ilişkin çok zengin bir psikoloji literatürü var. Burada, literatürde yer alan özellikle hazırlık aşamasında önemli rol oynayan birkaç önemli kavramı ele almak istiyorum.

En önemli kavramlardan birisi paylaşılmış ortak kimlik kurma.” John Drury adında bir sosyal psikoloğun yaklaşımı bu. Dikkat ederseniz 6 Şubattan sonra, özellikle ilk hafta oraya akan gönüllü yardımı, her türlü toplumsal-politik-dini bölünmenin üzerindeydi. Bu çok sağlıklı bir şey, bu daha önce de oldu. Ortaklaşmış bir kimlik oluştu ve bu kimlik, bireysel farkların ötesinde bir uzlaşma kimliğiydi. Bunun geçici olduğunu da tahmin ediyorduk ve hakikaten bir noktada sona erdi. Depremin ilk günlerindeki ağır üzüntünün zamanla azalmasını beklediğimiz gibi, toplumdaki derin bölünmüşlük ve kutuplaşma nedeniyle, deprem üzerinden kurulan ortak kimlik de hızla zayıfladı. Bu nedenle bu paylaşılan ortak kimliği önceden, henüz afete hazırlık aşamasında oluşturduğumuzda bu dayanıklılık kapasitesini ve depremin etkileriyle baş etme çabalarını çok yüksek düzeye çıkarır.

Hazırlık için kritik başka bir konu: risk algısı. Gerçek risk ve algılanan risk arasında bir fark vardır. Psikoloji araştırmaları gerçek risk düzeyi düşük ve yakınsa, algılanan riskin gerçek riskten daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yani çaydanlığın devrilme riskini gerçek olandan daha yüksek algılıyoruz, ama uzakta olacak ve örtük durumlarda tam tersi bir durum geçerli. Yani algılanan risk gerçek riskin çok altında. Deprem soba üzerindeki çaydanlık gibi gözümüzün önünde olmadığından ve gelecekte bir zamanda olacağı varsayıldığından, yakında hissedilen bir deprem olmadığı durumlarda toplum bu riski gerçekte olduğundan daha düşük algılamaya başlıyor. Dolayısıyla yapılacak çalışmalarla, toplumsal faaliyetlerle bizim algıladığımız deprem riskini gerçek deprem riskine yaklaştırmamız gerekiyor. Bunun için her yıl büyük bir deprem yapamazsınız, farklı bir yöntem bulmak, risk algısını deprem olmadan gerçeğe yaklaştırmak gerekiyor.

Risk algısına etkisi olan çok sayıda kültürel faktör de var ama birine değineyim.  Kadercilik” kritik bir risk faktörü burada. Kadercilik konusunu 17 Ağustos depreminden sonra Türkiyede çok çalışan oldu. Kader inancının aslında deprem sonrasında yaşananların psikolojik etkileriyle başa çıkma bakımından iyileştirme etkisi var. Bizim çok sık gördüğümüz travma sonrası stres sendromu, kader inancı olan insanlarda daha az görülüyor, çünkü bu anlayış bir tür sığınmadır. Dolayısıyla birçok çağdaş sivil toplum örgütlenmesinde dini örgütlerin bir yeri vardır. ABDde örneğin bu organize bir şekilde yapılır. Ancak önleyici hizmette kaderciliğin teslimiyet düzeyinde bir atalete dönüşmeyecek bir çerçevede anlaşılmalı, anlatılmalı.

Türkiyedeki sorun psikolojik hizmetlerle dini hizmetler karıştırılması oldu. Tabii ki herkesin dini inancına göre hizmet alması gerekir ama profesyonel psikolojik hizmetin dini olarak sunulmaması gerekir. Genel olarak kaderciliğin baş etme bakımından olumlu ancak hazırlık bakımından olumsuz etkisi var. Etkiyi kişinin kendisine ve  davranışının sonucuna atfetmek yaptırım için önemli ama etkiyi şansa, kadere atfettiğinizde hazırlık davranışlarında motivasyonu sağlayamıyorsunuz. Bu yüzden insanlarının dini böyle önleyici anlayışa uygun olarak çerçevelendirmesi gerekir. Bu da var Türkiyede, 17 Ağustos’tan sonra bazı ilahiyatçılar bunu yaptılar. İyi dindarlığın hazırlık davranışı gerektirdiğine dair yorumlar yapıldı. Dolayısıyla dinin kendisinden değil ama yorumlama biçiminden kaynaklanan sorunlar önemli. Dindeki bir hükmü eğer siz insanların zarar görmesini engellemek için hazırlıklı ol, sonra tevekkül et” diye sunarsanız bunun etkisi başka olur; bazı sorumsuz din adamlarının yaptığı gibi “bu kaderdir, deprem Allah’ın cezasıdır” diyerek, çaresizlik duygusuyla sunarsınız etkisi başka olur.

Başka bir konu uygun tutumları geliştirme, örneğin hangi durumlar afete yol açar gibi konulardaki dikkatliliği, farkındalığı oluşturma çok önemli. Örneğin, 2019 seçiminden önce çıkarılan imar affı konusunda toplumun tepkisizliği, hatta bunun coşkuyla kabullenilmesi, dayanıksız kaç yüz bin binanın sırf bir başvuru yapılarak af kapsamına alınması, afetten sonra da hep beraber imar affına, bunu çıkaranlar dahil olmak üzere karşı çıkmamızı çok iyi analiz etmemiz, anlamamız gereken bir nokta. Bu afet konusunda yaptırımı olabilecek toplumsal norm oluşturma konusunda ne kadar eksik olduğumuzu, depreminin yıkıcı etkisinin asıl nedeni olan ihlallere karşı her hangi bir somut tavır, tutum ve davranışımızın olmadığını gösteriyor. Girişte bahsettiğimiz normların yerleştirilmesiyle bunlar da kalıcı olarak değişebilir.

Toplumdaki “güven” duygusu, başkasına ve kurumlara güven yine hazırlık aşamasında çok önemli bir duygu. Hem kişiler arası güven hem de kişilerin sisteme güveni dirençli toplum için önemli bir sosyal sermayedir, özkaynaktır. Uluslararası istatistiklere göre maalesef Türkiye’de başkasına güven konusunda ciddi bir düşüş var. Dünya sıralamasında Türkiye başkasına güvenin en düşük olduğu ülkeler arasında. Dünyada kişiler arası güvende ve kurumlara güvende en sondaki 10 ülke arasındayız. Ve bu son yedi yılda pek değişmedi, hatta daha da düştü.

Bir başka nokta da çok araştırılan Neden korku işe yaramıyor?” konusu: Korkuyla önleyici davranışlar arasındaki ilişkiyi basit olarak şöyle söyleyeyim: eğer korkuyu siz bir çare göstermeden, bir kapasiteye dayanmadan ve önleme yolu göstermeden verirseniz, insanlar korkup kaçmaya başlarlar. Böyle bir durumun sonunda korku ancak kafayı kuma sokmaya dönüşüyor. Ama korku ile çözüm birlikte sunulur, etkili bir kapasite önlem ve yeterlilikle birleşirse insanlarda bu çare aramaya dönüşüyor. Bu deprem için çok kritik bir nokta. Şimdi neden korkuyoruz ama hazırlık yapmıyoruz konusunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Özetle dayanıklı birey ve toplum modelinin afet yönetimi politikasının merkezinde yer alması gerekiyor.

Dayanıklı bina, fiziki güvenlik için, öncelikle güçlü, yaptırımı olan normlarla hareket eden toplum ve dayanıklı insan modeline geçiş şart.

Son depreme baktığımızda fiziki yıkıcılığına paralel olarak psikolojik hasarın da çok derin olduğunu görüyoruz. İlk günün kaçırılmış olması – çünkü ilk 12 saat çok kritik, ilk 24 saat çok önemli biliyorsunuz – bunu kaçırdığımızda kurtardığınız insan sayısından bağımsız olarak, maruz kalma süresi uzadığı için psikolojik hasar, özellikle travma sonra stres bozukluğu semptomları çok artıyor. Aynı zamanda 6 Şubat, İstanbul depremi korkusunu tetikledi. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” demişler! Bu hazırlık için olumlu bir etkiydi aslında ve kısmen sonuçlarını da görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiririz? Bu önemli. Bölgede güvenme ve korunma ihtiyacının öne çıkması, en son seçime yansıdı. Seçim sonuçları sosyal psikolojik süreçler bakımından aslında beklenen, bilinen bir durumdu. Yani temel ihtiyaçlar, hayatta kalma, güven, statükoyu korumak yönünde davranmayla sonuçlanıyor. Gönüllü hareketinin yeterince organize ve sürdürülebilir olamaması, sivil toplumun görece dışlanması gibi sorunları sosyal bilimcilerin tartışması ve çözüm yolları önermesi gerekiyor. Toplum olarak bu “paylaşılmış ortak kimlik” dediğimiz, yani afeti anlama, bütün diğer kimliklerin üzerinde buna dayalı bir sosyal kimlik oluşturma, bu ortak kimliği afet durumunda yeniden üreterek, etkili psikolojik müdahaleyi ve önleyici uygulamaları başarmak amacımız olmalıdır.

Türkiye’nin “iyileşme yolu” 6 Şubat’tan 15 Şubat’a kadar deprem bölgesine akan ve sonunda “artık gelmeyin” dedirten dayanışma kültürüdür. Toplum sistemin eksiğini telafi etmek istedi, ama örgütsüzlük ve koordinasyonsuzluk nedeniyle artık gelmeyin” denildi. Eğer o gönüllülük hareketinin dinamiğini anlar, ona uygun çağdaş bir örgütlenme yaparsak, insanın kendi kültürüne, yeterliliğine, değerine uygun sistem her zaman için geliştirici olur. Dolayısıyla depremden korktuğu için kaçan, saklanan veya kadere sığınan insanlar değil, dayanıklılık kapasitesi geliştirdiği için başa çıkma becerisi olan insanlar olabiliriz.

 

Önceki İçerikBu Ay Gökyüzü: Mart 2024
Sonraki İçerikAkademide kadın olmak
Nebi Sümer

Bilim Akademisi üyesi Nebi Sümer, 1985 ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden lisans, 1988’de Hacettepe Üniversitesi Gelişimsel Psikoloji Bölümü’nden yüksek lisans derecelerini aldı. 1996’de Kansas State Üniversitesi’nde Sosyal Psikoloji alanında doktorasını tamamladı.

1996-1999 yılları arasında Ankara Üniversitesi ve 1999-2018 yılları arasında ODTÜ Psikoloji bölümlerinde öğretim üyesi olarak görev yaptı.  2018’ten beri Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir.

Bağlanma, ebeveynlik, sürücü davranışı, işsizliğin etkisi gibi alanlarda araştırmaları vardır.

Websitesi http://www.nebisumer.com/