Ana Sayfa Blog

Covid-19 Karşılaştırmalı grafikler

Sağlık Bakanlığı’nın açıklanmış tüm verilerine ve hem Türkiye hem dünya verilerinin kapsamlı bir analizine turcovid19.com adresinden ulaşabilirsiniz.  Bu sayfadaki grafik de Turcovid19 ekibi tarafından Sarkaç için hazırlandı.  

Grafiğin yüklenmesi gerçek zamanlı veri akışı nedeniyle 15-20 saniye kadar sürebilir.  

Günlük Türkiye verilerini buradan indirebilirsiniz: .xlsx / .csv

Yukarıdaki grafikte Türkiye‘deki günlük vaka/hasta* ve günlük vefat sayıları görülüyor. Kalın çizgiler 7 günlük ortalamayı ince çizgiler günlük değerleri gösteriyor.

  • Grafiğin üzerinde gezinerek belli bir gündeki değerler görüntülenebilir.
  • 7 günlük ortalama, bakılan gün ile öncesindeki 6 günün ortalama değeridir.
  • Vaka ve hasta sayıları sol dikey eksende, vefat sayıları sağ diken eksende gösteriliyor. Vaka sayıları 25 Kasım’da açıklanmaya başladı.

*Günlük vaka/hasta ne demek?

28 Temmuz 2020’ye kadar vaka sayısı olarak adlandırılan bu sayılar 29 Temmuz’dan itibaren hasta sayısı olarak adlandırılmaya başlandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 30 Eylül 2020’de yaptığı basın açıklamasında “hasta sayısının PCR testi pozitif çıkmasına rağmen belirti göstermeyen kişileri kapsamadığını” belirtti. Tam metin için tıklayınız

Işık kirliliğine farklı bir bakış: Yeni kavramlar yeni konular – 1

Shutterstock

“Işık bolluğu, köşedeki meyhanenin önünde doruk noktasına çıkarak düpedüz bir kötülük düzeyine ulaşıyordu.”

Joseph Conrad (Polonya asıllı İngiliz yazar) 1907 yılında basılan Casus isimli kitabında yazmış bu cümleyi.[1]Çeviren: Ünal Aytür. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Modern Klasikler Dizisi, 2009. Görünen o ki, yapay ışık, gece şehir aydınlatmaları hayatımıza girdiğinden beri canımızı yakıyor ve hatta düpedüz “kötülük” seviyesinde hayatımızda yer alıyormuş! Zamanla bunu unutup bir sorun olmadığını düşünmüş olmalıyız ki modern hayatın bir göstergesi olarak sürekli daha fazlasını yapmış ve Conrad’ın ifadesiyle “kötülük” düzeyini ısrarla artırmışız. Son kırk yılda ise geçtiğimiz yüzyılda ne yaptığımızı biraz da olsa fark edip bu kontrolsüz gelişmeyi bir sorun olarak tanımlamış ve buna da ışık kirliliği demişiz. Yani, ismi yeni konmuş olsa da sorun eski! Hayatın içinden çıkan eski metinlerin bir de böyle can yakıcı bir farkındalık yaratma etkisi var işte.

Işık kirliliği hakkında Sarkaç’ta yayınlanan “Işık Kirliliği Nedir?” başlıklı yazıyla konuya tanımsal bir giriş yaparak, konunun temel bileşenlerinden bahsedilmişti. Sonraki yazıda “Bu Kadar Işığa İhtiyacımız Yok!” diyerek bakış açısı biraz değiştirilmiş ve ısrarla unuttuğumuz sorunu yaratan kaynağa bakmanın önemine dikkat çekilmişti. Bu yazı dizisinde ise, ışık kirliliği çalışmalarında yeni alanların açılmasını ve konunun sınırlı çerçevesinin genişlemesini sağlayacak yeni kavramlara yer verilecek. Bu yaklaşım, ana ekseni doğa bilimlerinden bir nebze kaydırarak sosyoloji, psikoloji ve antropoloji gibi beşerî bilimler perspektifine yaklaştırmayı hedefliyor. Ele alınacak konular hem farkındalık yaratmak hem de genç akademisyen ve araştırmacılara, bu alanda çalışılmayı bekleyen özgün konular ve uzmanlık alanları için yeni fikirler sunmak açısından önemli olacaktır.

Aslında üzerinde durulabilecek pek çok konu var. Ancak burada, ışık kirliliğinin son yıllarda gündeme gelen yeni yönlerinden, kendimce önemli bulduğum başlıklardan bahsetmek istiyorum. Ayrıca, ışık kirliliği perspektifinden ele alındığında tartışmaya değer, geliştirilmesi gereken bazı kavramlara da kısaca değineceğim. Ne var ki, ele alınacak konuların neredeyse tamamı bir şekilde birbirine bağlı. Bu nedenle, yazılanların bütünlük içinde değerlendirilmesi, yeni bir bakış açısı geliştirebilmek için kritik önem taşıyor. Yazıların okuyucuda çağrışım yaparak yeni kapılar açması ise en büyük beklenti! Önemli olan, bu kritik konuda aynı yerlerde takılıp kalmaktan kaçınmak, biraz büyümek. Zira, “ışık kirliliği nedir” sorusunun ötesine geçeli çok oldu!

Öyleyse, eski metinlerden bir alıntı daha yaparak, bahse değer ilk kavramımıza doğru yola koyulalım… Sabahattin Ali, 1940 yılında yazdığı “İçimizdeki Şeytan” romanında şöyle diyor;

“… Anadolu yakasının nispeten fakir ışıklarına karşı Beyoğlu ve İstanbul taraflarında soluk kırmızı noktalar hemen hemen hiç boş yer bırakmamışlardı. Bu noktalardan gökyüzüne doğru adeta aydınlık bir sis yükseliyordu. Asıl rengini belli etmeyen denizi üç dört taraftan saran ve kocaman bir ateşböceği yığınına benzeyen şehir sanki gündüzkinin iki misli büyümüştü.”

Büyükşehirde yaşayan bir genç, yıllardır yaratmaya çalıştığımız ışık kirliliği konusundaki farkındalık arttırıcı çalışmaları duymamış olduğunu varsayarsak ki muhtemeldir, Ali’nin bu cümlelerini okuduğunda ne düşünür? Bırakın yığınını, doğal ortamında bir tane bile ateşböceği görmemiş olması kuvvetle muhtemel olan şehirli genç, ustanın metniyle, Conrad’ın bahsettiği “kötülük düzeyi” arasında bir ilişki kurar mı, ya da kurabilir mi? Soruların cevabını vermiyormuş gibi yapıp konuya yeni bir yerden bağlanalım: Nesillerarası Çevresel Hafıza Kaybı.[2] “Environmental Generational Amnesia, EGA”

Nesillerarası Çevresel Hafıza Kaybı

Bu kavram kısaca, insanların çevresel değişiklikleri, özellikle de bozulmaları fark etmeme eğiliminde olduğunu ifade eder. Her yeni nesil, içinde bulunduğu çevre koşullarını norm olarak kabul eder ve bu nedenle, geçmişteki daha sağlıklı veya daha bozulmamış çevre koşullarını hatırlamaz, bozulmaları normalleştirir. Bu durum, çevreye verilen zararın daha az fark edilmesine ve çevre koruma çabalarının gecikmesine neden olabilir. Her yeni nesille birlikte, “normal” olarak algılanan çevresel koşullarda sürekli olarak yaşanan gerileme, “değişken ana hat sendromu” olarak tanımlanır.[3]“Shifting baseline syndrome” Böylece, küresel ölçekte uzun vadeli çevresel değişimlerin gerçek büyüklüğü doğru değerlendirilemez.

Kavramları daha iyi anlamak için biraz çıkış noktalarına bakarak konuyu derinleştirmeye çalışalım. Nesillerarası çevresel hafıza kaybı (NÇHK), Peter Kahn’ın[4]Vaşington Üniversitesi, Psikoloji Bölümü. İnsan-Doğa ve Teknolojik Sistemler Etkileşimi (Human Interaction with Nature and Technological Systems, HINTS) Laboratuvarı müdürü. 1995 yılında ilköğretim çağındaki çocuklarla yaptığı deneyler sonrasında ortaya çıkmış bir kavram.[5]P. H. Kahn, T. Weiss, “The Importance of Children Interacting with Big Nature”, Children, Youth and Environments, 27(2): 7-24 (2017) [6]P. H. Kahn, “The human relationship with nature: Development and culture”. Cambridge, MA: MIT Yayınları (1999). Amerika Birleşik Devletleri’nin en kirli şehirlerinden birisi olan Houston’da yapılan ve “Houston Çocuk Çalışması”[7]“The Houston Child Study” olarak anılan bu araştırmada, çocukların su, hava ve çöp kirliliği olmak üzere üç farklı kirlilik türü hakkında ne kadar bilgi sahibi oldukları inceleniyor.[8]P. H. Kahn, “The human relationship with nature: Development and culture”. Cambridge, MA: MIT Yayınları (1999). Amaç, genel çerçevesiyle kirlilik kavramını anlayan çocukların, aynı zamanda kendi şehirlerinde bu tür kirliliklere doğrudan maruz kaldıklarını düşünüp düşünmediklerini değerlendirmek. Elde edilen bulgular ilginç: Çocukların %60’ı hava kirliliğinin ne olduğunu genel olarak anlıyor, ancak sadece %36’sı kendi şehirlerinde hava kirliliğiyle karşılaştıklarını düşünüyor. Benzer şekilde, %73’ü genel olarak su kirliliğinin ne olduğunu anlarken, yalnızca %28’i kendi şehirlerinde su kirliliği olduğuna inanıyor. Son olarak, çocukların %57’si fazla çöp ve atık problemi hakkında bilgi sahibi, ancak sadece %29’u kendi şehirlerinde bu problemle karşılaştıklarını düşünüyor. Bu bulgular sonrasında sorulacak soru açık: Çocuklar nasıl olur da su, hava ve çöp kirliliği hakkında genel bir anlayışa sahip olup kendi şehirlerinin kirliliğinin farkında olmazlar?

Kahn bu soruya cevap ararken, çocukların kirlilikle ilgili anlayışlar geliştirebilmesi için, daha az kirlenmiş yerleri deneyimlemeleri gerektiğini söyler; aksi halde, onların gözünde mevcut kirlilik miktarı kirlilik değil, yalnızca bir norm olarak kabul edilir. Benzer şekilde, nesilden nesile çevresel bozulmanın arttığını, ancak her neslin gençlik döneminde kendi kirlilik seviyesini norm, yani kirlenmemiş bir durum olarak alma eğiliminde olduğunu savunur. Aslında Houston çalışmasındaki çocuklarda gözlenen şeyin, tüm nesilleri etkileyen aynı türden bir psikolojik durum olabileceğini belirterek bunu NÇHK olarak tanımlar.

Kişisel tecrübelerinizi bir düşünün. Bugün deneyimlediğiniz doğal çevreyi genellikle çocukluk yıllarınızdakiyle karşılaştırırsınız ve büyük olasılıkla her seferinde çevrenin kötüye gittiğini fark edersiniz. Çevresel bozulmayı değerlendirmek için kullandığınız bu referans noktası, aslında sizin normlarınızı belirlemiştir. Sorun şu ki, bozulmuş olarak gördüğünüz bugünkü çevre, sizden sonraki nesiller için yeni bir norm haline gelmiş ve onlar da kendi karşılaştırmalarını bu norm üzerinden yapmaktadırlar. İşin kötü yanı, bu durumu doğrudan ve deneyimsel bir şekilde anlamakta zorlanıp meydana gelen zararları ya da kaybettiğimiz faydaları tam anlamıyla fark edemeyebiliriz.

Azalan doğa deneyimi

Araştırmalar (giderek artan bir korelasyonla), kentleşmenin depresyon dahil olmak üzere artan ruhsal hastalık seviyeleriyle bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu bağlantının ardındaki mekanizmalar tam olarak bilinmese de kent yaşamının insanın doğayla etkileşimini azaltmış olması (“azalmış doğa deneyimi”) olası bir açıklama olarak değerlendirilmektedir. Bu doğrultuda, kentleşmiş bölgelerde doğaya erişimin ruh sağlığını iyileştirebileceği düşünülmektedir. Yapılan bir çalışma, 90 dakikalık doğa yürüyüşünün, kentsel ortamda yapılan yürüyüşe kıyasla, tekrarlayıcı olumsuz düşünceleri (ruminasyon) azalttığını ve beynin ruhsal hastalıklarla bağlantılı olan bölgesinde[9]Subgenual prefrontal korteks: duygusal düzenleme ve ödül mekanizmalarında rol oynayan beyin bölgesi. nöral aktiviteyi düşürdüğünü gösteriyor.[10]G.N. Bratman, J.P. Hamilton, K.S. Hahn, G.C. Daily, & J.J. Gross, “Nature experience reduces rumination and subgenual prefrontal cortex activation”, Proc. Natl. Acad. Sci. U.S.A. 112(28) 8567-8572, (2015). 2023 yılında yayınlanan başka bir çalışma, yeşil alanlara daha fazla maruz kalmanın genetik yaşlanmayı yavaşlatabileceğini gösteriyor.[11]K. Kim, B. T. Joyce, D. R. Nannini, Y. Zheng ve ark., “Inequalities in urban greenness and epigenetic aging: Different associations by race and neighborhood socioeconomic status”, Sci. Adv.9, eadf8140 (2023). Aynı çalışmada ayrıca bu etkinin ırk, cinsiyet ve sosyoekonomik duruma göre değişkenlik gösterdiği de belirtiliyor. Çok yeni yayınlanan (Mart 2025), Almanya’da farklı yaş gruplarıyla yapılan çalışma ise, yeşil alanları ziyaret sıklıkları benzer olmasına rağmen, (i) türleri tanıma becerileri, (ii) doğa ile ilişkililik ve  (iii) doğaya karşı korumacı davranış niyetlerinin yaşça büyük gruplardan gençlere doğru azaldığını gösteriyor.[12]T. M. Straka, C. Glahe, U. Dietrich, M. Bui, I. Kowarik, “From nature experience to pro-conservation action: How generational amnesia and declining nature-relatedness shape behaviour intentions of adolescents and adults”, Ambio (2025). Benzer bulgular sunan yayınlanmış çok sayıda araştırma/çalışma var.

Işık kirliliğini anlamak neden önemli?

Işık kirliliğinden konuşmak isterken örnek olarak verdiğimiz bu çalışmalardan bahsetme sebebimizi özetleyerek yazıyı biraz toparlamaya çalışalım: Biyolojik çeşitliliğe sahip doğal bir dünyayla etkileşmek, sadece fiziksel sağlığımız için koşullar yaratmakla ilgili değildir; aynı zamanda psikolojik iyilik halimiz, gelişimimiz ve bizi insan yapan çok çeşitli duygularımız için de önemlidir. Bugün biliyoruz ki insanlık, biyolojik çeşitlilik kriziyle yüz yüze ve ışık kirliliği de bunun bir parçası. NÇHK muhtemelen bu krizin çözümü için harcanan çabayı tehdit ediyor. Çünkü, genç nesiller arasında doğa bilgisi, deneyimi ve katılım azalmaktadır. Azalmış doğa deneyiminin ortadan kaldırılması, NÇHK’nin etkilerine karşı koymanın bir yolu olarak önerilmektedir. Bu, doğayla daha güçlü bağlar kurarak çevre bilincini geliştirmeyi ve doğaya hak ettiği saygıyı göstermeyi beraberinde getirir. Amaç, zaman içinde çevresel bozulmayı unutma döngüsünü kırmaktır! Bugün bizi biz yapan unsurların büyük bir kısmı insanın gökyüzüyle kurduğu ilişkinin sonucudur. Eğer insanlar araya çekilen bir perde nedeniyle gece gökyüzünü yani evrene açılan pencereden yıldızları görememiş olsalardı, bugün insanlık tarihini oluşturan şeylerin hiçbiri olmayacaktı! Edebiyat, felsefe, bilim, din – hepsi gece gökyüzünü anlamakla bağlantılı. En azından şimdiye kadar öyleydi ama görünen o ki yeni nesiller artık bunu anlayabilecek durumda değil.

Tüm bunların hayata geçmesi toplumsal farkındalığın artması ve bilimsel olarak tanımlanmış çözüm yollarını açan kamu politikalarıyla olacaktır. Elinde imkân varken ve çok erkenden önemli adımlar atabilecekken Türkiye, maalesef ışık kirliliği konusunda ülke hafızasına neredeyse hiçbir kayıt yapmadan yol alıyor. Maalesef, toplumsal hafızasızlık konusunda sicili kabarık bir ülkeyiz. Uzun yıllardır ısrarla yürütülen çalışmalar, ülkenin kural koyucularını, kanun yapıcılarını ikna edemediği için, ışık kirliliği konusunda yasa ve yönetmeliği olmayan bir ülke Türkiye. Ama yine de uzun zamandır süregeldiği gibi bu hafızayı canlı tutmaya çalışanlar var ve uğraşıyorlar.[13]B. Aslan, “Işığın Kirli Yüzü: Işık Kirliliği”, Ankara Dayanışma Akademisi, 2019[14]Z. Aslan, “IŞIK KİRLİLİĞİ – Teknolojinin Yanlış Uygulamaları ve Türkiye’de Işık Kirliliği Çalışmaları”, Nobel Akademik Yayıncılık, 2024 Hayata ister insan merkezci (insanı koruyarak), ister doğa merkezci (doğayı koruyarak) bir yaklaşımla bakın, fark etmez; ışık kirliliği kavramının farklı yönleriyle yüzleşmek zorundayız. Bu yazıda bahsettiğimiz kavramlarla birleştirerek ışık kirliliği çalışmalarına yeni bir yön vermenin hem mümkün hem de gerekli olduğunu düşünüyorum. ‘Işık kirliliği konusunda öğrenme deneyimleri aracılığıyla nesillerarası çevresel hafıza kaybını anlamak’ gibi bir çalışma, araştırma tasarlayıp yapılabilir. Farklı yaş grupları için karanlık algısının ne olduğu, neyi karanlık olarak tanımladıkları, bu olguyu nasıl tecrübe ettikleri araştırılabilir. Farklı uzmanlık alanlarından kişilerin bu başlık altında biraz düşünmesi kim bilir daha neler ortaya çıkaracaktır. Önceki nesillere kıyasla neredeyse her zaman yoksullaştırılmış durumda olan çevre nedeniyle karanlığın tanımı daha fazla değişmeden (“kaybolmadan” mı demeliyim?) önlem almak, çözümünün parçası olmak lazım!

Sonraki yazılarda, ışık kirliliğini farklı perspektiflerden ele almaya devam edeceğiz. Toplumsal cinsiyet eşitliği, ışık adaleti ve kamu güvenliği açısından ışık kirliliğini değerlendirecek, ayrıca insani değerler bağlamında karanlık gökyüzünün önemini vurgulayacağız.

Bülent Aslan

EK- Kaynaklar ve ileri okumalar: [15] L. P. Jones, S. T. Turvey, D. Massimino, S. K. Papworth, “Investigating the implications of shifting baseline syndrome on conservation”, People and Nature, 2: 1131–1144 (2020). [16]R. Walshe, L. Law, N. Evans, “Understanding environmental generational amnesia through urban school garden learning experiences in Gimuy/Cairns, Australia”, Local Environment, 1–16 (2024).[17]R. Holloway (2020) Younger generation fail to notice environmental decline due to generational amnesia, https://phys.org/news/2020-08-younger-environmental-decline-due-amnesia.html[18]K. Eckart (2017) What counts as nature? It all depends, https://www.washington.edu/news/2017/11/15/what-counts-as-nature-it-all-depends/[19]R. Tricoles (2023) How Environmental Generational Amnesia Affects Our Mental Health, https://www.brainfacts.org/thinking-sensing-and-behaving/thinking-and-awareness/2023/how-environmental-generational-amnesia-affects-our-mental-health-072423

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Çeviren: Ünal Aytür. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Modern Klasikler Dizisi, 2009.
2  “Environmental Generational Amnesia, EGA”
3 “Shifting baseline syndrome”
4 Vaşington Üniversitesi, Psikoloji Bölümü. İnsan-Doğa ve Teknolojik Sistemler Etkileşimi (Human Interaction with Nature and Technological Systems, HINTS) Laboratuvarı müdürü.
5 P. H. Kahn, T. Weiss, “The Importance of Children Interacting with Big Nature”, Children, Youth and Environments, 27(2): 7-24 (2017)
6, 8 P. H. Kahn, “The human relationship with nature: Development and culture”. Cambridge, MA: MIT Yayınları (1999).
7 “The Houston Child Study”
9 Subgenual prefrontal korteks: duygusal düzenleme ve ödül mekanizmalarında rol oynayan beyin bölgesi.
10 G.N. Bratman, J.P. Hamilton, K.S. Hahn, G.C. Daily, & J.J. Gross, “Nature experience reduces rumination and subgenual prefrontal cortex activation”, Proc. Natl. Acad. Sci. U.S.A. 112(28) 8567-8572, (2015).
11 K. Kim, B. T. Joyce, D. R. Nannini, Y. Zheng ve ark., “Inequalities in urban greenness and epigenetic aging: Different associations by race and neighborhood socioeconomic status”, Sci. Adv.9, eadf8140 (2023).
12 T. M. Straka, C. Glahe, U. Dietrich, M. Bui, I. Kowarik, “From nature experience to pro-conservation action: How generational amnesia and declining nature-relatedness shape behaviour intentions of adolescents and adults”, Ambio (2025).
13 B. Aslan, “Işığın Kirli Yüzü: Işık Kirliliği”, Ankara Dayanışma Akademisi, 2019
14 Z. Aslan, “IŞIK KİRLİLİĞİ – Teknolojinin Yanlış Uygulamaları ve Türkiye’de Işık Kirliliği Çalışmaları”, Nobel Akademik Yayıncılık, 2024
15 L. P. Jones, S. T. Turvey, D. Massimino, S. K. Papworth, “Investigating the implications of shifting baseline syndrome on conservation”, People and Nature, 2: 1131–1144 (2020).
16 R. Walshe, L. Law, N. Evans, “Understanding environmental generational amnesia through urban school garden learning experiences in Gimuy/Cairns, Australia”, Local Environment, 1–16 (2024).
17 R. Holloway (2020) Younger generation fail to notice environmental decline due to generational amnesia, https://phys.org/news/2020-08-younger-environmental-decline-due-amnesia.html
18 K. Eckart (2017) What counts as nature? It all depends, https://www.washington.edu/news/2017/11/15/what-counts-as-nature-it-all-depends/
19 R. Tricoles (2023) How Environmental Generational Amnesia Affects Our Mental Health, https://www.brainfacts.org/thinking-sensing-and-behaving/thinking-and-awareness/2023/how-environmental-generational-amnesia-affects-our-mental-health-072423

Bilim Sohbetleri: Politik kutuplaşmanın önüne nasıl geçeriz?

Bilim Sohbetleri’nde siyaset bilimci Şebnem Gümüşçü’yle kutuplaşmayı, Türkiye’nin durumunu ve kutuplaşmayı azaltmak için etkili olduğu ölçülmüş yöntemleri konuştuk.

Şebnem Gümüşçü, Middlebury College öğretim üyesi. Gümüşçü’nun araştırmaları siyasi partiler, demokratikleşme, demokratik gerileme, siyasal İslam ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika siyaseti üzerine yoğunlaşıyor.
Moderatör: Defne Üçer Şaylan

Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Apaçık Radyo Bilim Sohbetleri arşivine buradan ulaşabilirsiniz.

Deprem, medya ve uzmanlar: Depremden sonra bilgi kirliliği nasıl önlenebilir?

17 Ağustos 1999 depreminden sonra yapılan bilimsel çalışmalar Marmara Denizi içerisinde gelecekte büyük bir deprem olma olasılığının yüksek olduğunu, buna karşılık nüfusun en yoğun olduğu ve ülke ekonomisinin can damarı sayılabilecek bu bölgedeki yerleşimlerin depreme dirençli olmadığını ortaya koymuştur.

Sadece Marmara çevresi değil tüm ülkedeki kentlerin deprem dirençli olmadığı daha önceki depremler yanı sıra son büyük deprem olan 6 Şubat 2023 depreminde de açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Geçmişten bu yana plansız ve çok hızlı biçimde büyüyen dirençsiz yapılar günümüzde baş edilmesi zor bir problemler yumağı halindedir. 

Dirençsiz yerleşimlerde yaşayan ve sosyoekonomik yetersizliğin etkisi ile çaresizlik içerisinde olan çoğunluk, olası bir depremi önceden bilmek ve hiç değilse can kaybı olmadan atlatmak ümidini canlı tutmakta, depremin önceden bilinemeyeceği gerçeği bu ümidin arkasında kalmaktadır. Bu nedenle gelecek depremin nerede ve ne zaman olabileceği, ya da olup olmayacağı konusunda söylenen her söz toplumda karşılık bulmaktadır. 

23 Nisan 2025 tarihinde Marmara Denizi içerisinde Silivri açıklarında meydana gelen Mw = 6,2 büyüklüğündeki deprem de olası büyük Marmara depremi ile ilgili olabileceği endişesi ile karşılanmış, önemli bir hasara neden olmayan bu depremden sonra daha büyük bir depremin olup olmayacağı ve olası etkileri tartışılmaya başlamıştır. 

Bilim insanlarının uzmanlık alanları içerisinde toplumu bilgilendirmeleri onların görevleri içerisindedir. Ancak her depremden sonra olduğu gibi ekranlarda ve sosyal medyada başlatılan tartışmalar toplumu bilgilendirmekten çok bilgi kirliliği ve kaos ortamı yaratmıştır. Her deprem sonrası ortaya çıkan bu ortamın nedenleri aslında çok yönlüdür. Bunlardan sadece önemli görülenler aşağıda sıralanmıştır:

  • Deprem ile ilgili bilgiler topluma AFAD yanı sıra çok sayıda rasathane tarafından anlık olarak iletilmektedir. Yapılan ilk duyurular depremin yeri, büyüklüğü ve derinliği gibi bir kısmı sonradan revizyona tabi tutulabilen ilksel bilgilerdir. Bu duyuruyu alan medya kuruluşları hemen depremin nedenini ve olası etkilerini öğrenmek amacı ile bir uzmana (genellikle bir öğretim üyesi) başvurmaktadır.  Bu uzmanlar tarafından verilen ilk yorum ve açıklamalar sadece anlık verilere dayandığından teyide muhtaçtır. Çünkü bu konudaki esas bilgiler rasathaneler ya da konunun uzmanları tarafından değerlendirilerek deprem olduktan ancak saatler, hatta günler sonra ortaya konulabilmektedir. 
  • Depremde görüşlerine ilk başvurulan kişiler genellikle yerbilimciler, ya da yerbilimci sanılanlardır. Bunun olası nedeni depremin özelliklerine duyulan merak yanı sıra, yaşadığı yapının deprem dirençli olmadığının farkında olan, ancak bu konuda çaresiz olduğunu düşünen çoğunluğun, hasar oluşturabilecek yeni bir deprem olasılığı hakkındaki endişeleridir. Bu depremi bir şekilde atlatan kişi bir sonrakini haber almak ve belki de bundan anlık olarak kaçabilmek istemektedir. Ancak üzerinde yaşadığı Dünya’nın fiziksel özellikleri hakkında yeterince bilgilenmemiş kişilerin, ki eğitim sistemi nedeniyle büyük çoğunluk bu bilgilerden habersizdir, bir yerbilimcinin teknik açıklamalarını doğru olarak algılaması oldukça güç hatta çoğu zaman imkânsız olmaktadır.  
  • Yerbilimleri (jeoloji, jeofizik, coğrafya vb) esasen tüm evren ile ilgilenen bir bilim dalı olduğundan 150’den fazla uzmanlık alanına sahiptir. Doğal olarak bir yerbilimcinin bu uzmanlıkların tümüne vakıf olması da beklenemez. Deprem ile ilgili uzmanlıklar  bunlardan sadece birkaçıdır. Medya, uzmanlık alanını sorgulamaksızın yerbilimci olmasını yeterli gördüğü ya da yerbilimci sandığı kişilerden görüş almaktadır. Bazı kişiler görüş ve yorumlarını sosyal medyada da paylaşmaktadırlar. İzleyenlerin önemli bir kısmı ise edindiği bilgilerin ne uzmanı tarafından verildiğini bilmemekte ve sorgulamamaktadır. Böylece kişinin kamuoyu nezdindeki uzmanlık alanı bir bakıma medya tarafından belirlenmiş olmaktadır. Esasen konunun detaylarına vakıf olmayan bilim insanları, deprem gibi toplumun sağlığı ve güvenliğini etkileyen hassas bir konuda açıklama yaparken bu sınırları özellikle gözetmelidir.
  • Deprem konusunda yorum ya da görüş bildiren kişilerin uzmanlık alanlarının (örneğin yapısal jeoloji-tektonik veya sismoloji) yanı sıra araştırmalarının ve yayınlarının varlığı ile bu yayınların kalitesi de sorgulanması gereken önemli parametrelerdir.
  • Görsel ve yazılı medyada bilimsel haberleri kamuoyuna yansıtacak, bilim insanları ile toplum arasında köprü görevi üstlenecek Bilim Gazeteciliği’ne ihtiyaç vardır. Ayrıca bilim insanlarının popüler dergilerdeki etkinliği artırılmalı ve bu yönde teşvik edilmelidir. 
  • Deprem, birçok uzmanlık alanını ilgilendiren çok disiplinli yapısının yanı sıra önemli oranda bilinmezlikler içermektedir. Bunun sonucu bilhassa geleceğe yönelik deprem söylemlerinin bir olasılık değil de kesin veri gibi algılanmasıdır. “Önümüzdeki 20 yıl içerisinde deprem olma olasılığı %40” gibi bir söylem bir olasılık hesabına, bu hesap da bir veriye ya da verilere dayanmaktadır ve güvenilirdir. Deprem için olasılık değeri olmadan verilen tüm tarihler ya da veriye dayanmayan kişisel görüşler yanıltıcı ve güvenilmezdir. Unutulmamalıdır ki depremin zamanını belirlemek mümkün değildir. Öte yandan verinin çok sınırlı olduğu deprem gibi konularda farklı kişilerin farklı yorumlarda bulunması da doğal karşılanmalıdır. Bilimin doğasında olan bu fikir çatışması yerbilimleri alanında çok daha fazla yaşanmaktadır. İzleyici yorumların hangi verilerden hareketle yapıldığını sorgulamalı ve hiçbir veriye dayanmayan yorumlar konusunda dikkatli davranmalıdır. 

Depremler sonrası en yaygın tartışma konusu depremi yaratan fayların özellikleri ve bunların gelecekte yaratacağı olası depremlerdir. Böylece depremin daima tekrarlanan bir doğa olayı olduğu ve zarar azaltma çalışmaları ile gelişmiş ülkelerdeki gibi riskin düşürülebileceği gerçeği, topluma doğrudan bir yararı olmayan tartışmaların gerisinde kalmaktadır.

Okan Tüysüz
Bilim Akademisi üyesi

Düşünmenin iki yüzü: Analitik düşünme ve sezgi arasındaki denge

İnsan zihninin ikilemi

Düşünme, insan zihninin en temel işlevlerinden biridir ancak basit bir mantık yürütme mekanizmasına indirgenemez çünkü zaman zaman farklı işlevlere sahip olabilmektedir. Her gün aslında farkında olmadan iki temel düşünme biçimi arasında gidip geliriz: analitik (reflektif) düşünme ve sezgisel düşünme. Kabaca özetlersek, analitik düşünme, bilinçli çaba ve üst düzey dikkat gerektirirken, sezgisel düşünme hızlı, otomatik ve çaba gerektirmeyen bir süreçtir.

2025’in ilk aylarında yayınlanan kitabımız Reflection and Intuition in a Crisis-Ridden World: Thinking Hard or Hardly Thinking (Krizlerle Dolu Bir Dünyada Derin Düşünme ve Sezgi: Çok Düşünmek mi, Hiç Düşünmemek mi?), bu düşünce sistemlerinin nasıl çalıştığını, nerelerde işlevsel olduklarını ve nerelerde tökezlediklerini inceleyen temel ve güncel bir kaynaktır. Kitapta, analitik ve sezgisel düşüncenin evrimsel, sosyal ve bireysel boyutları ele alınarak, her iki düşünme biçiminin toplumsal krizlerle başa çıkma kapasitesi tartışılmaktadır. Daniel Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme[1]Kahneman, D. (2011) Hızlı ve Yavaş Düşünme, çev. Osman Çetin Deniztekin – Filiz Deniztekin, Varlık Yayınları kitabı, sezgisel ve analitik düşünce arasındaki ilişkiyi geniş bir kitleye tanıtmıştır. Kahneman, iki düşünme biçimini “Sistem 1” (hızlı, sezgisel) ve “Sistem 2” (yavaş, analitik) olarak tanımlar. Bu bağlamda, sezgisel düşünme, daha hızlı ve otomatik bir biçimde işlerken, analitik düşünme daha yavaş ve dikkatli bir değerlendirme gerektirir. Kitabımızda da benzer bir bakış açısı benimsenmiş, ancak bu iki sistemin modern toplumda nasıl çatıştığı, bazen birbirlerini nasıl tamamladığı ve analitik düşüncenin modern dünyanın sorunlarına nasıl çözüm getirebileceği, güncel bulgulara dayalı olarak ele alınmıştır.

Kitapta sorduğumuz temel soru, modern dünyanın krizleriyle başa çıkmak için yalnızca analitik düşünceye mi ihtiyacımız var, yoksa hem analitik hem de sezgisel düşünceyi farklı bir perspektiften mi değerlendirmeliyiz? Gelin, bu soruyu daha derinlemesine tartışalım.

Sezgisel düşünce: Evrimsel bir miras

Sezgisel düşünme, insan zihninin evrimsel geçmişinden miras kalan bir mekanizmadır. Hızlı karar alma yeteneği, atalarımız için hayati önem taşımıştı. Bir tehdit anında derinlemesine düşünmek yerine hızlı bir tepki vermek, yaşamla ölüm arasındaki farkı yaratabilir. Hayatın çoğu aşamasında bu sezgisel tarafa yaslanarak otomatik pilotta yaşamımızı sürdürüyoruz. Örneğin, ormanda yürürken yılan gördüğümüzde analitik bir analiz yapmayı beklemek yerine, hızlıca kaçmamız hayatta kalmamızı sağlar. Sezgisel düşünce, bu tür durumlarda kurtarıcıdır. Aynı şekilde, sosyal bağlamda sezgisel düşünce, grup içi dayanışmayı ve iş birliğini destekler. İnsanlar, tarih boyunca kendi gruplarını koruma ve diğer gruplara karşı rekabet etme eğilimi göstermiştir. Bu, “biz ve onlar” ayrımı dahi temel bir sezgisel mekanizmanın eseridir.

Ancak sezgisel düşüncenin bu hızı ve otomatikliği, modern toplumun karmaşıklığında dezavantajlara da yol açabilir. Günümüzün karmaşık sosyal ve politik meselelerinde, sezgisel düşünme çoğu zaman ön yargıları güçlendirebilir. Örneğin, sosyal medyada yanlış bilgilere dayalı paylaşımlar sezgisel tepkilerle hızla yayılır ve kutuplaşmayı derinleştirir. Çünkü olumsuz ve kendi dünya görüşümüzle uyumlu uyaranları görmeye ve hatırlamaya dair zihinsel bir motivasyona sahibiz. Politik görüşlerinizi sorgulamadan benimsemek, doğruluğu tartışmalı bir haberi hemen paylaşmak ya da farklı bir fikre sahip birine empati kuramamak gibi örneklerde, sezgi bizi hatalara sürükleyebilir. İşte tam da bu noktada analitik düşüncenin devreye girmesi avantaj sağlayabilir.

Analitik düşünce sadece akılcı değil ön yargılı sonuçlara da yol açabilir

Analitik düşünce, sorunları derinlemesine analiz etmeyi ve dikkatli kararlar almayı gerektirir. Bu düşünme biçimi, sezginin aksine zaman ve çaba ister.  Modern dünyada analitik düşünce, karmaşık problemleri çözmede ve uzun vadeli stratejik planlar yapmada vazgeçilmezdir. Örneğin, iklim değişikliği gibi küresel bir sorunu ele alalım. Bu sorun, hızlı ve sezgisel tepkilerle çözülemez. İklim değişikliğiyle başa çıkmak için analitik düşünceye,  yani bilimsel verilerle desteklenen neden-sonuç ilişkilerine dayanarak stratejiler geliştirmeye ihtiyaç vardır.

Ancak zihnimiz çok iyi bir sebep olmadıkça bu ekstra çabayı göstermeye gönüllü değildir. Mümkün olan her durumda enerji tasarrufu sağlamaya çalışır. Dolayısıyla zihnimiz için bu sorunlar psikolojik açıdan uzak ve doğrudan bizi ilgilendirmeyen sorunlar olduğunda, analitik zihinsel süreçleri bu konuda harekete geçmeye yönlendirmek o kadar kolay olmamaktadır.

Ayrıca analitik düşüncenin de sınırları vardır. Bazen aşırı analitik bir yaklaşım, karar alma sürecini yavaşlatabilir veya gereksiz detaylarda boğulmamıza yol açabilir. Bunun yanı sıra, analitik düşünce, bireylerin kendi ön yargılarını rasyonalize etmesi için kullanılabilir. Bu olgu, “güdülenmiş muhakeme” (motivated reasoning) olarak bilinir ve günlük dildeki “kılıf uydurma” terimiyle örtüşür. Yani, birey analitik bir süreç içinde bile kendi inançlarını doğrulamak için seçici bir biçimde bilgi toplar ve analiz eder. Bu, analitik düşüncenin yalnızca daha iyi değil, bazen daha kötü kararlar almamıza neden olabileceğini göstermektedir. Bundan dolayı analitik düşünmeyi rasyonellik ya da optimal karar vermeyle eşitlemek çoğu zaman doğru değildir ve önemli kararlar verirken analitik düşünme birazdan bahsedeceğimiz gibi başka unsurlarla desteklenmelidir.

Analitik ve sezgisel düşüncenin dengesini bulmak

Kitabın genelinde sezgisel ve analitik düşüncenin insanların sosyal tutum (inançlar, ideolojiler) ve davranışlarıyla (iş birliği, kutuplaşma) ilişkilerini incelesek de, son bölümlerinde analitik ve sezgisel düşüncenin birbiriyle nasıl dengede kalabileceğini ele aldık. Çoğu durumda, bu iki düşünce biçimi birbirini tamamlar. Ancak bağlam, hangi düşünme biçiminin daha uygun olduğunu belirlemektedir.

Bir spor müsabakasını düşünün. Basketbol oyuncusu serbest atış yaparken analitik düşünceye fazla odaklanırsa, başarı şansını düşürebilir. Çünkü burada gerekli olan, sezgiyle hareket etmektir; yıllarca süren antrenmanlarla artık otomatikleşmiş bir becerinin ortaya konması an be an bilinçli çaba gerektirmez.  Yani analitik düşüncenin bağlama uyumsuz olarak ve aşırı bir seviyede kullanımının psikolojik ve davranışsal bazı dezavantajları olduğu söylenebilir.

Öte yandan, politik tartışmalarda analitik düşünce baskın olmalıdır. Örneğin, bir politikacının popülist bir söylemi sezgisel olarak çekici gelebilir, ancak analitik bir yaklaşım, bu söyleme kapılmanın uzun vadeli sonuçlarını anlamamızı sağlar. Bu tür bağlamlarda analitik düşünce, bireylerin manipülasyona karşı direnç geliştirmesini sağlar. Analitik düşüncenin bazı insanlarda güdülenmiş muhakemeye yol açması ve var olan kanıtları görmezden gelmelerine neden olmasına karşı ise panzehir bütüncül ve sistemsel yaklaşım olabilir.

Bütüncül yaklaşımın gücü: Parçaları detaylı görürken bütünü kaçırmamak 

Kitabın temel iddialarından birisi analitik düşüncenin, bütüncül bir bakış açısıyla desteklenmesinin gerekliliğidir.  Olguları parçalarına ayırmak, bu olgulara dair veri toplama, neden-sonuç ilişkilerini tanımlama, mantık ve matematik gibi analitik düşünceye dayanan sistemleri uygulamayı kolaylaştırır.  Bu nedenle analitik düşünce sıklıkla detaylara odaklanır ve dolayısıyla bütünü kaçırma tehlikesine maruz kalır. Bütüncül düşünme ise, parçalardan ziyade bütüne odaklanır. Örneğin, çevre politikalarını düşünürken, yalnızca meselenin bir parçası olan ekonomik maliyetlere odaklanmak kısa vadeli veya kısmi çözümler sunabilir. Ancak bu süreçte sosyal adalet, kültürel değerler gibi işin diğer parçaları ve bunların birbirleriyle uzun vadedeki etkileşimleri de hesaba katıldığında, daha bütüncül bir karar alma mekanizması oluşur.

Öte yandan bütüncül yaklaşım, çoğunlukla sezgisel düşünce tarafından desteklenir.  Çünkü sezgisel düşünce, bilinçli analitik düşüncenin bazı kapasite sınırlılıklarından muaftır; karmaşık örüntüleri işleme koyabilir.  Örneğin bir satranç ustası, yıllar boyu karmaşık satranç tahtası örüntülerini öğrendikten sonra taşları tek tek dikkatle analiz etmeye olan ihtiyacı azalır ve bu örüntüleri sezgisel olarak tanıyıp hızlıca strateji geliştirebilir.  Bu yüzden sezgiler, uzmanlık için vazgeçilmezdir.  Ne var ki bütüncül düşünceyi sadece sezgilere bırakırsak da, onu rasyonel bir zeminden uzaklaştırma tehlikesi yaşarız.

Modern çağda ihtiyacımız olan şey, bu farklı yaklaşımları bir arada kullanabilmek, örneğin analitik yaklaşırken bütünü de kapsayabilmektir.  Ekoloji, biyoloji ve bazı mühendislik alanlarında başarıyla kullanılan sistemsel düşünce, tam olarak da analitik ve bütünsel düşüncenin bir harmanıdır:  Parçaları net tanımladıktan sonra, bununla sınırlı kalmayıp, parçaların birbirleriyle ve bütünle olan dinamik ilişkilerini de hesaba katar.  Bu açıdan olguların karmaşıklıklarına layık, daha gerçekçi, kapsamlı ve derin bir anlayış yaratır.

Başka bir ifadeyle, tıpkı bir hekimin hastasına bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşıp alt alanların kısıtlı bakış açısının yaratabileceği tuzaklara düşmemesi gibi, bir insan da karar verirken yalnızca kendisine belirgin olan sezgisel ipuçlarına odaklanmak yerine çevredeki daha kapsamlı uyaranları gözlemleyip onlar arasındaki dinamik etkileşimleri hesaba katmayı öğrenmelidir. Dolayısıyla bütüncül bir yaklaşım, analitik düşüncenin etkisini arttıracaktır (ve analitik süreçler, sistemsel düşünce gibi sağlam bir bütüncül yaklaşımı tesis etmekte vazgeçilmezdir). İklim değişikliği, yoksulluk veya politik kutuplaşma gibi sorunlarla başa çıkarken, analitik düşüncenin bütüncül düşünceyle birleşmesinin, daha sürdürülebilir çözümler yaratacağı bu bakımdan ortadadır.

Özetleyecek olursak, örneğin şiddetli politik kutuplaşma dönemlerinde sezgisel düşünce, bireyleri daha fazla kapalı görüşlü hale getirebilir. Sosyal medyada sürekli aynı görüşleri tekrar eden “yankı odaları” (echo chambers), bireylerin kendi doğrularını sorgulamadan kabul etmesine yol açar. Analitik düşünce ise bu döngüyü kırabilir; bireylerin alternatif perspektifleri değerlendirmesine ve manipülasyona karşı direnç geliştirmesine olanak tanır. Ancak analitik düşünce de doğru şekilde yönlendirilmezse, bu manipülasyonlara katkıda bulunabilir. Güdülenmiş akıl yürütme, analitik düşüncenin mevcut ön yargıları pekiştirmek için kullanılmasına yol açabilir. Bu nedenle analitik düşüncenin iklim değişikliği ya da kutuplaşma gibi farklı konulara çözüm olabilmesi adına açık fikirlilik, entelektüel alçakgönüllülük ve bütüncül bir bakış açısıyla desteklenmesi gerekir.

Sonuç: İnsan zihninin geleceği

Düşünce biçimlerimizi anlamak ve geliştirmek, yalnızca bireysel başarı değil, toplumsal ilerleme için de kritik öneme sahiptir. Analitik ve sezgisel düşünce, doğru bağlamda ve doğru dengede kullanıldığında insanlığın karşılaştığı en büyük zorluklara çözüm sunabilir. Kitap boyunca, analitik düşüncenin nasıl eğitilebileceğini, hangi koşullarda sağlıklı yürütülebildiğini, sezgisel düşüncenin ne zaman güvenilir olduğunu ve bu iki yaklaşımın nasıl dengelenebileceğini ele aldık. Bütüncül düşünme pratiklerinin eğitim sistemine entegre edilmesinin gerekliliğini savunduk. Ancak temel mesajımız şuydu: Düşünme biçimlerinizi sorgulamak, iyileştirmek ve çeşitlendirmek, bireyler ve toplumlar için daha aydınlık bir gelecek yaratmanın anahtarıdır.

Bu bağlamda bir sonraki kararınızı verirken, kendinize şu soruyu sormayı unutmayın: “Bu bağlamda hangi düşünme biçimi daha uygun?” Çünkü düşünmenin sırrı, yalnızca hızlı ya da derinlemesine düşünmekte değil, ikisi arasında ustalıkla geçiş yapabilmek ve analitik düşünceyi gerektiğinde, konulara daha geniş bir perspektiften bakacak şekilde kullanabilmektir.

Adil Sarıbay, Onurcan Yılmaz
Kadir Has Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Kahneman, D. (2011) Hızlı ve Yavaş Düşünme, çev. Osman Çetin Deniztekin – Filiz Deniztekin, Varlık Yayınları

Bilim Sohbetleri: Medya, Bilimsel Okuryazarlık, Afet Bilinci

Bilim Sohbetlerinin 6 Mayıs 2025 tarihli programına konuklar Sarkaç editörü Defne Üçer Şaylan ve Bilim Akademisi üyesi Mehmet Ali Alpar oldu. Programda bilim okuryazarlığını, medyaya düşen görevler ve afet bilinci ile bilimsel bilgi arasındaki ilişki ele alındı.

Moderatör: Müsemma Sabancıoğlu

Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Apaçık Radyo Bilim Sohbetleri arşivine buradan ulaşabilirsiniz.

 

Deprem dirençli bir Türkiye’yi nasıl inşa edebiliriz? – Bilim Akademisi Yayınlarından iki kitap

5Bilim Akademisi Yayınlarından Kasım 2024’te çıkan kitaplarımız birçok uzmanın katkısıyla hazırlandı; bu uzmanların gözlemlerini, analizlerini, önerilerini içeriyor ve “Türkiye’de bir daha 6 Şubat’taki gibi bir yıkım olmamasını nasıl sağlarız?” sorusuna yanıt arıyor.

Bilgiye herkesin ulaşabilmesini istiyoruz dolayısıyla kitapların dijital versiyonlarını indirip okuyabilirsiniz. Basılı kitapların satışı ise sürüyor; elde edilen gelir, benzer çalışmaların yapılabilmesini mümkün kılıyor. Kitapları satın alarak bu çabaya destek olabilirsiniz.

Bilim Akademisi Deprem Tartışmaları: Çok Daha İyisini Yapabiliriz!

Deprem Dirençli Kentler: Bir Yol Haritası - Editör: Naci Görür

Basılı kitapları satın almak istiyorum

 


 

Bilim Akademisi Deprem Tartışmaları: Çok Daha İyisini Yapabiliriz! başlıklı kitap Bilim Akademisinin 6 Şubat 2023’ten sonra BankABC desteğiyle gerçekleştirdiği etkinliklerdeki tartışmaları ve deneyimi temel alırken, içinde bulunduğumuz durumu akılcı bir şekilde değerlendirmeyi, nasıl çok daha iyisini yapabileceğimiz konusunda bilimin yol göstericiliğinden faydalanmayı amaçlıyor. Kitap, afet yönetimini etkileyen tehdit ve fırsatları değerlendirirken, üzerinde durulması gereken kritik kavramları öne çıkarıyor. Depremi odağına almasına rağmen, gelecekte karşılaşabileceğimiz tüm afet türlerine karşı toplumsal dayanıklılığımızı artıracak değerli ipuçları sunuyor.

Bilim Akademisi kurucu üyesi Naci Görür’ün editörlüğü ve Vehbi Koç Vakfı’nın desteğiyle yayımlanan Deprem Dirençli Kentler: Bir Yol Haritası başlıklı kitabımız ise kentlerimizde deprem risklerini azaltmak ve kentlerimizi depremlere dayanıklı hale getirmek için bilimsel ve somut bir yol haritası sunuyor.  Bir kentin depreme dirençli olması, yönetiminden halkına, altyapısından yapı stokuna, ekosisteminden ekonomisine ve iş dünyasına kadar tüm bileşenlerinin dirençli olması anlamına gelir. Görür’ün ortaya koyduğu yol haritasında, kent bileşenlerinin her birinin güçlendirilmesi konusu, ilgili uzmanlar tarafından kapsamlı olarak ele alınıyor ve somut öneriler sunuluyor. Kent yönetimlerine rehber olması, ilham vermesi amacıyla derlediğimiz bu kitabın geniş kesimlerce okunmasını ve bireylerin kendi hazırlıklarını yaparken, yöneticileri de gerekli adımları atmaya teşvik etmesini diliyoruz.

İnsanları böyle hayatı bir konuda harekete geçirmeyi amaçlayan bu kitapları hazırlarken herkesin anlayabileceği, okumak isteyeceği kaynaklar oluşturmaya çalıştık ve bunun için bilgi tasarımının gücünden de faydalandık. Deniz Cem Önduygu’nun tasarladığı kitaplarda bazı mesajları öne çıkaran alıntılar ve özgün bilgi grafiklerinin yanında farklı kaynaklardan verilerin görselleştirildiği haritalar Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu, ancak dünyada yalnız olmadığımızı ve depremlere dirençli olmayı başarmış deprem ülkeleri olduğunu gösteriyor.  

Bilim Akademisi Deprem Tartışmaları: Çok Daha İyisini Yapabiliriz!

Deprem Dirençli Siyaset – Ersin Kalaycıoğlu
Deprem Dönüşümü Ranta Gerekçe Olamaz – Erinç Yeldan
Yönetişim Kavramı: Neyse ki Sıfırdan Başlamıyoruz! – Korel Göymen
Afetlere Karşı Nasıl Dayanıklı Bir Toplum Oluruz? – Nebi Sümer
Afetlere Hazırlıkta “Sistem” Yaklaşımı – Burcu Balçık
Afetler ve Halk Sağlığı: Çok Daha İyisini Yapabiliriz! – Sibel Sakarya
Transdisipliner Araştırmalar Toplumsal Sorunlardaki Kilitleri Açabilir Mi? – Canan Atılgan, Defne Üçer-Şaylan
Deprem Odaklı Transdisipliner Proje Çağrıları Biçimlendirme Çalıştayı Deneyimi ve Çıktılar

Deprem Dirençli Kentler: Bir Yol Haritası – Editör: Naci Görür

Türkiye’nin Depremselliği – Naci Görür
Deprem Dirençli Kentler için Bir Yol Haritası – Naci Görür

Hukuk Gözünden Afetlere Hazırlık ve Afetlerin Önlenmesi – Elvin Evrim Dalkılıç, Zülfiye Yılmaz
Deprem Riskini Azaltmanın İlk Aşaması: Sismik Mikrobölgeleme – Atilla Ansal
Deprem Fonu ve Depreme Dirençli Ekonomi – Erol Taymaz, Ebru Voyvoda, Erinç Yeldan, Kamil Yılmaz
Deprem Dirençli Halk: Kurumlar ve Halk Birlikte Neler Yapabilir? – Nuray Karancı, Canay Doğulu, Gözde İkizer
Deprem Dirençli Altyapı – Selçuk Toprak
Deprem Dirençli Yapı Stoku – Fatih Sütcü
Deprem Dirençli Binanın Ne Olduğunu Anlamak – İdris Bedirhanoğlu
Çevresel Altyapı ve Atık Yönetiminde Dirençlilik – Seval Sözen
Deprem Dirençli İş Dünyası – Orhan Turan

Kitapları yayına hazırlayan: Defne Üçer-Şaylan
Proje koordinasyon ve araştırma: Elif Canseza Kaplan
Kitap tasarımı ve bilgi tasarımı: Deniz Cem Önduygu
Baskı: A4 Ofset

Bu Ay Gökyüzü: Mayıs 2025

1 Mayıs saat 22.00, 15 Mayıs saat 21.00, 31 Mayıs saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Mayıs ayında kış mevsiminde görmeye alışkın olduğumuz Orion, Büyük Köpek, Küçük Köpek, İkizler ve Boğa takımyıldızlarını batı ufku üzerinde görebiliriz. Erkenden batsalar da çoğu gözlemciye göre gökyüzünün en güzel takımyıldızları olarak kabul edilen bu takımyıldızları ufkun üzerinde görmek etkileyicidir. Bu takımyıldızlardan Orion ve Boğa alacakaranlıkta ufukta oldukları için takımyıldızların bazı bölümleri ufkun altında kalabilir. Ancak İkizler ve Arabacı Takımyıldızları ile Kış Üçgeni kolaylıkla görülebilir. Akşam gökyüzünün iki parlak gezegeni Jüpiter ve Mars da bu bölgenin zenginliğine zenginlik katıyor.

Güneyde, ilkbaharı simgeleyen Aslan, Çoban ve Başak takımyıldızları gökyüzünde iyice yükselmiş durumda. Aslan’ın en parlak yıldızı Regulus, Başak’ın en parlak yıldızı Spika ve Çoban’ın en parlak yıldızı Arkturus güney yönünde göreceğimiz en parlak yıldızlar. Sirius’un batmasıyla, Arkturus gökyüzünün en parlak yıldızı olur. Arkturus tüm gökyüzünün dördüncü, yaz gökyüzününse en parlak yıldızıdır. (Yine yaz gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri olan ve kuzeydoğu ufku üzerinden yükselmekte olan Vega’yla parlaklıkları çok yakındır.) Hava karardıktan bir süre sonra, özellikle de ayın sonlarına doğru yaz gökyüzünün belirgin takımyıldızlarından olan ve Akrep Takımyıldızı’nın turuncu yıldızı Antares de güneydoğu ufku üzerinde parlamaya başlar.

Batı ufku üzerindeki kış takımyıldızları havanın kararmasından kısa bir süre sonra gökyüzünden ayrılır. Bu sırada yaz gökyüzünün en belirgin şekli olan Yaz Üçgeni’ni oluşturan yıldızlardan ikisi Vega ve Deneb kuzeydoğu ufku üzerinde belirir. Gece yarısına doğru üçgenin köşelerinden bir diğerini oluşturan Altair de doğar ve Yaz Üçgeni tümüyle ufkun üzerine çıkmış olur. Doğuda, Vega’nın üzerinde, yaz aylarında gökyüzünde en yüksek konumlarına ulaşan Herkül ve Kuzey Tacı Takımyıldızlarını görürüz.

Kuzeye doğru döndüğümüzde Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tam tepede olduğunu görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, Mayıs ayında akşamları gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse gökyüzündeki en alçak konumunda, ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

 

Eta Kova Göktaşı Yağmuru

Her yıl 15 Nisan – 27 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Eta Kova Göktaşı yağmuru, 4 Mayıs’ı 5 Mayıs’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Bu sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 30 kadar meteor gözlemlenebilir. Göktaşının en yüksek etkinliğe ulaştığı tarihte Ay geceyarısından kısa süre sonra batıyor. Bu da geceyarısından sonra yapılacak gözlemlerin Ay ışığından etkilenmeyeceği anlamına gelir.

Mayıs’ta Gezegenler

Merkür ayın son günlerine kadar sabah gökyüzünde, doğuda yer alacak. Gezegen ayın ilk günleri Güneş’ten yaklaşık bir saat önce doğuyor. Bu da en iyi koşullarda gezegeni görebilmek için çok kısa bir gözlem süresi tanıyor. Bu süre ayın ilk günlerinden itibaren giderek kısalacak. Özetle bu ayın Merkür’ü gözlemlemek için iyi bir dönem olduğu söylenemez.

Venüs ve Satürn bu ay sabah gökyüzünde bir aradalar. Venüs ay boyunca konumunu yaklaşık olarak korurken Satürn yükselmeyi sürdürecek. Böylece, ayın ilk günleri birbirine yakın konumda olan iki gezegen günler ilerledikçe birbirlerinden uzaklaşacak. Ayın 22, 23 ve 24’ünde Ay da bu bölgede yer alacak.

Mars, ay boyunca akşam gökyüzünde. Gezegen, Güneş battıktan sonra gökyüzündeki en yüksek konumunu geçmiş, güneybatı yönünde alçalmaya başlamış oluyor. Birkaç aydır İkizler Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı Polluks’un yakınlarında gördüğümüz gezegen bu ay boyunca Aslan Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı Regulus’a doğru ilerleyecek ve önümüzdeki Ay Regulus’la çok yakın konuma gelecek. 3 Mayıs’ta Ay ve Mars yakın konumda olacaklar.

Jüpiter, akşam gökyüzünde yer alıyor ve ayın ilk günleri günbatımından yaklaşık iki saat sonra batıyor. Gezegen Boğa’nın boynuzlarının arasında yer alıyor. Akşam gökyüzünün Ay’dan sonra en parlak gökcismi olduğundan gökyüzünde bulunması çok kolay. Jüpiter günler ilerledikçe daha erken batacak. Ay sonunda artık hava kararmadan batıyor olacak ve Haziran’da gezegen sabah gökyüzüne geçecek. 28 Mayıs’ta çok ince hilal evresindeki Ay ile Jüpiter yakın konumda olacaklar.

 Alp Akoğlu


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.

Aziz Sancar ve CRISPR’in bilinmeyen kesişimi

Bilim tarihinde bazı keşifler, tıpkı zincirleme reaksiyonlar gibi, birbirini tetikler. Her keşif, sadece sorulara verilen cevaplar değil, aynı zamanda yeni soruların da doğuşudur. Bu yazıda, DNA onarımı üzerine çalışmalarıyla Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmış olan Aziz Sancar’ın, aslında hiç farkında olmadan genetik biliminin önemli devrimlerinden biri olan CRISPR teknolojisinin ilk izlerine nasıl zemin hazırladığını keşfedeceğiz.

CRISPR: Genetikte kes-yapıştır devrimi

CRISPR, bakterilerin virüslere karşı geliştirdiği doğal bir savunma sistemidir. Bakteri, daha önce karşılaştığı virüslerin genetik bilgisini DNA’sında özel bir bölgede saklar. Bu bölge, kısa, tekrar eden ve palindromik[1]Tersi de aynı olan dizilere palindromik denir. Örn. 484, küçük gibi. DNA dizileriyle doludur. Aralara ise geçmiş virüslerden alınan genetik parçalar yerleştirilir — adeta bir genetik “hafıza arşivi” gibi çalışır. Bakteri yeniden saldırıya uğradığında bu hafıza sayesinde virüs DNA’sını tanır ve bir enzim aracılığıyla onu keserek etkisiz hale getirir.[2]Sarkaç’ta CRISPR ile ilgili içeriklere bu yazı altında ulaşabilirsiniz: Korkmaz, G. (2022) CRISPR: Genom terziliği, https://sarkac.org/2022/09/crispr-genom-terziligi/

Bilim insanları bu sistemi laboratuvar ortamına uyarlayarak, canlıların DNA’sını istenilen noktadan kesip düzenlemeyi mümkün kılan hassas bir gen düzenleme teknolojisi geliştirdiler. Bugün CRISPR sayesinde “hatalı” genler düzeltilebiliyor, genetik hastalıkların tedavisi olarak mümkün hale geliyor,[3]FDA approves first gene therapies to treat patients with sickle cell disease (Aralık 2023) https://www.fda.gov/news-events/press-announcements/fda-approves-first-gene-therapies-treat-patients-sickle-cell-disease tarım ürünleri zor koşulllara daha dayanıklı hale getirilebiliyor. CRISPR’ın önemi, 2020’de Emmanuelle Charpentier ve Jennifer Doudna’ya Nobel Kimya Ödülü kazandırarak bilim dünyasında da tescillenmiş oldu.[4]Nobel Prize in Chemistry 2020, https://www.nobelprize.org/prizes/chemistry/2020/summary/

CRISPR, genetik mühendisliğinin günümüzdeki en keskin neşteri olarak düşünülebilir.

Maxicell: Bir laboratuvar tekniği

1970’lerin sonlarında Aziz Sancar, doktora sonrası çalışmalarına Yale Üniversitesi’nde başlarken klonlama tekniklerine dair bir strateji ile meşguldü. O dönem birlikte çalıştığı DNA onarımı laboratuvarının hocası, Dean Rupp, Sancar’a boş zamanlarında kendi projeleri üzerinde çalışması için izin vermişti. Sancar bu fırsatı değerlendirerek yeni bir klonlama stratejisi geliştirmeye koyuldu.

Geliştirdiği yöntemin adı “maxicell” idi.[5]Sancar, A., Hack, A. M., & Rupp, W. D. (1979). Simple method for identification of plasmid-coded proteins. Journal of Bacteriology (Vol. 137, Issue 1, pp. 692–693) https://doi.org/10.1128/jb.137.1.692-693.1979

Bakteri, morötesi (UV) ışığa maruz bırakıldığında DNA hasarı oluşur. Normalde onarımdan sorumlu olan belirli genler sayesinde bu hasar giderilir. Sancar, maxicell ile DNA onarım genlerini de işlevsiz hale  getirerek, bakterinin kromozom DNA’sını UV ışığıyla parçalamayı hedeflemişti.  Bakterilerde kromozom DNA’sı yani bildiğimiz DNA’nın yanı sıra hücre içinde küçük, halkasal DNA molekülleri olan plazmidler bulunur. Sancar’ın deneylerinde UV maruziyeti sırasında bu plazmidlerden bazıları sağlam kalabiliyordu. Küçüklüğü sayesinde UV ışığından etkilenmemiş plazmidler hücre içerisindeki aktif proteinler sayesinde çoğaltılmaya devam edilebiliyordu. Bakteri, kendi kromozomunu kaybettiği için artık kendi proteinlerini üretemiyor, ancak plazmiddeki geni okuyarak sadece araştırmacının hedeflediği proteini sentezliyordu. Böylelikle o döneme göre oldukça yüksek saflıkta protein üretimi elde edilebildi.

Bu teknik kısa sürede yaygınlaştı ve başka araştırmacılar tarafından da kullanılmaya başlandı. İnternet’in olmadıgı o dönemde Sancar’ın hocası diğer bilim insanlarından onlarca mektup alıyor, bu mektupta DNA onarım genlerinin işlevsiz hale getirildiği hücre hatlarının paylaşılması rica ediliyordu. Bugün Sancar’ın en fazla alıntı yapılan araştırma makalesi maxicell yöntemini tanıttığı çalışmasıdır. Bu yöntem Sancar’ın Nobel ödülü almasına dolaylı katkı yapmış olsa da,[6]Sancar, A., Wharton, R. P., Seltzer, S., Kacinski, B. M., Clarke, N. D., & Rupp, W. D. (1981). Identification of the uvrA gene product. Journal of Molecular Biology (Vol. 148, Issue 1, pp. 45–62) https://doi.org/10.1016/0022-2836(81)90234-5 Nobel Ödülü’ne değer bulunan DNA onarımı alanındaki çalışmaları bu makalesini kapsamamaktadır.[7]Nobel Prize in Chemistry 2015, https://www.nobelprize.org/prizes/chemistry/2015/summary/

Maxicell, CRISPR’a kapı aralıyor

1987’de Japon araştırmacı Atsuo Nakata ve ekibi, bir bakteriyel proteini saflaştırmak için Aziz Sancar’ın maxicell yöntemini kullanarak bir deney gerçekleştirdiler.[8]Ishino, Y., Shinagawa, H., Makino, K., Amemura, M., & Nakata, A. (1987) Nucleotide sequence of the iap gene, responsible for alkaline phosphatase isozyme conversion in Escherichia coli, and identification of the gene product. Journal of Bacteriology (Vol. 169, Issue 12, pp. 5429–5433) https://doi.org/10.1128/jb.169.12.5429-5433.1987 Bu proteini kodlayan geni klonladıklarında, gen dizisinin hemen yanında anlam veremedikleri bazı tekrarlayan DNA dizileri buldular. Bugün bu dizilere CRISPR (Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats) diyoruz.

Ancak o zamanlar CRISPR’ın işlevi bilinmiyordu; sadece “ilginç bir tekrar dizisi” olarak not edildi. Yani CRISPR sisteminin ilk gözlemlenmesi bu deneyle oldu. Ve bu deneyin arkasındaki temel teknik ise Aziz Sancar’ın geliştirdiği maxicell yöntemiydi.

Nakata ve ekibinin bu makalesi 2010 öncesinde yılda ortalama iki kez alıntılanıyordu. 1987-2010 yılları arasında pek de ilgi çekmeyen bu çalışma, yayımlandıktan 23 yıl sonra hak ettiği değeri bulmaya başlıyor ve CRISPR ile ilgili ilk bulgu olarak tarihteki yerini alıyordu. Son zamanlarda bu makale her sene yüzün üzerinde çalışma tarafından alıntılanıyor.

Bilimde yöntemlerin etkisi

Bu hikâye bize bilimde önemli bir unsuru hatırlatıyor: Bilim sadece “ne bulduğumuz” değil, aynı zamanda “nasıl bulduğumuz”la da ilgilidir. Bilimcilerin bir soruya cevap ararken geliştirdikleri yöntemler, yıllar sonra bambaşka sorulara ışık tutabiliyor.

Aziz Sancar’ın amacı CRISPR gibi bir yöntemi geliştirmek değildi. Ancak geliştirdiği maxicell tekniği, CRISPR keşfine giden yolda ilk adımlardan birine vesile oldu. Bugün CRISPR teknolojisi genetik mühendisliğinde çığır açtı. Genom düzenleme, hastalık tedavileri, tarım ve daha birçok alanda devrimsel uygulamaları mümkün kıldı. Bu teknolojinin yolculuğu, Aziz Sancar’ın bilimsel merakı ve protein saflaştırmayı verimli hale getirme çabası ile başladı.

Aziz Sancar DNA onarımı ve sirkadiyen ritim üzerine yaptığı çığır açıcı çalışmalarla bilinir. DNA onarımı çalışmaları Nobel ile takdir edilmiş,[9]Sancar, A. (2015). Mechanisms of DNA repair by photolyase and excision nuclease [Nobel lecture]. NobelPrize.org. https://www.nobelprize.org/uploads/2018/06/sancar-lecture.pdf sirkadiyen ritim çalışmaları ile ikinci Nobel’in kıyısından dönmüştür.[10]Rosbash, M. (2017). Circadian rhythms and the transcriptional feedback loop [Nobel lecture]. NobelPrize.org. https://www.nobelprize.org/uploads/2017/12/rosbash-lecture.pdf  Ancak bu hikâye, onun etkisinin daha geniş olduğunu gösteriyor. Bilimde sadece sonuçlar değil, yöntemler de geleceğin anahtarlarını taşır.

Bilim tarihinde bazı yöntemler, yalnızca bir problemi çözmekle kalmayıp onlarca yıl boyunca yeni keşiflerin önünü açmıştır — bu nedenle de Nobel Ödülü’ne layık görülmüşlerdir. 1915’te Nobel ile ödüllendirilen X-ışını kristalografisi, moleküllerin atomik yapısını belirleme imkânı sunarak 1953’te DNA’nın çift sarmal yapısının keşfi gibi çığır açıcı keşiflere zemin hazırlamıştır. 1993’te ödül alan PCR (Polimeraz Zincir Reaksiyonu), bir DNA parçasını milyarlarca kez çoğaltarak genetik analizlerinin gerçekleştirilebilmesini ve Covid-19 dahil birçok genetik tanı testinin geliştirilmesini mümkün kılmıştır. 

Brainbow. Farenin genlerinde yapılan bir değişiklikle, sinir sistemine üç farklı renkte floresan molekül entegre ediliyor. Üç rengin karışımının farklı oranlarda gerçekleşmesi sonucu görüntülenen nöronlar ayrı ayrı seçilebiliyor. (CC-BY-NC-ND – Jean Livet/ 2007 Olympus BioScapes Digital Imaging Competition)

Hücre içindeki proteinleri ve yapılarını ışıldayan işaretleyicilere dönüştüren Yeşil Floresan Protein (Green Fluorescent Protein – GFP) yöntemi, 2008’de Nobel ile onurlandırılmıştır ve canlı hücrelerin içini adeta görünür kılmıştır. Örneğin 2007’de Harvard Üniversitesi’nden Jeff Lichtman ve Joshua Sanes, GFP’nin farklı renk türevlerini kullanarak her nöronu farklı bir renkte boyamayı başardı (brainbrow). Son olarak, biyolojik molekülleri doğal halleriyle ve yüksek çözünürlükte görüntülemeyi sağlayan kriyojenik elektron mikroskobu (Cryo-EM) yöntemi, 2017’de Nobel kazanarak yapısal biyolojide yeni bir çağ başlatıp, protein yapılarının çok daha etkin bir şekilde ortaya çıkarılmasını sağlayarak moleküler düzeyde yaşamı anlamamıza büyük katkılar sunmuştur.

Sancar’ın 1979 tarihli maxicell makalesinin başlığında “basit bir yöntem” tanımlaması geçiyor. Kim bilir, belki bugün laboratuvarda geliştirdiğiniz küçük bir yöntem, yarının büyük keşfine kapı aralar.

Ogün Adebali
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, BAGEP 2019

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Tersi de aynı olan dizilere palindromik denir. Örn. 484, küçük gibi.
2 Sarkaç’ta CRISPR ile ilgili içeriklere bu yazı altında ulaşabilirsiniz: Korkmaz, G. (2022) CRISPR: Genom terziliği, https://sarkac.org/2022/09/crispr-genom-terziligi/
3 FDA approves first gene therapies to treat patients with sickle cell disease (Aralık 2023) https://www.fda.gov/news-events/press-announcements/fda-approves-first-gene-therapies-treat-patients-sickle-cell-disease
4 Nobel Prize in Chemistry 2020, https://www.nobelprize.org/prizes/chemistry/2020/summary/
5 Sancar, A., Hack, A. M., & Rupp, W. D. (1979). Simple method for identification of plasmid-coded proteins. Journal of Bacteriology (Vol. 137, Issue 1, pp. 692–693) https://doi.org/10.1128/jb.137.1.692-693.1979
6 Sancar, A., Wharton, R. P., Seltzer, S., Kacinski, B. M., Clarke, N. D., & Rupp, W. D. (1981). Identification of the uvrA gene product. Journal of Molecular Biology (Vol. 148, Issue 1, pp. 45–62) https://doi.org/10.1016/0022-2836(81)90234-5
7 Nobel Prize in Chemistry 2015, https://www.nobelprize.org/prizes/chemistry/2015/summary/
8 Ishino, Y., Shinagawa, H., Makino, K., Amemura, M., & Nakata, A. (1987) Nucleotide sequence of the iap gene, responsible for alkaline phosphatase isozyme conversion in Escherichia coli, and identification of the gene product. Journal of Bacteriology (Vol. 169, Issue 12, pp. 5429–5433) https://doi.org/10.1128/jb.169.12.5429-5433.1987
9 Sancar, A. (2015). Mechanisms of DNA repair by photolyase and excision nuclease [Nobel lecture]. NobelPrize.org. https://www.nobelprize.org/uploads/2018/06/sancar-lecture.pdf
10 Rosbash, M. (2017). Circadian rhythms and the transcriptional feedback loop [Nobel lecture]. NobelPrize.org. https://www.nobelprize.org/uploads/2017/12/rosbash-lecture.pdf

Bilim Sohbetleri: Türkiye Enfeksiyon Hastalıkları Raporu

Bilim Sohbetleri’nde enfeksiyon hastalıkları uzmanı Önder Ergönül’le Türkiye’de ve dünyada virüs ve bakterilerin yol açtığı hastalıklarla ilgili öncelikli konuları ve Türkiye’de 100 kadar hekimin katılımıyla gerçekleştirilen Enfeksiyon Hastalıkları Raporu’nu ve bu tür oluşumların Türkiye için değerini konuştuk.

Rapora bu adresten ulaşılabiliyor.

Bilim Akademisi üyesi Önder Ergönül, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi ve aynı zamanda Koç Üniversitesi İş Bankası Enfeksiyon Hastalıkları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KUISCID) direktörü. 

Moderatör: Defne Üçer Şaylan

Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Apaçık Radyo Bilim Sohbetleri arşivine buradan ulaşabilirsiniz.

Teo Grünberg’in Anısına 

Teo Grünberg, 1927-2025. Kaynak

Ülkemizin, uluslararası üne sahip, en seçkin ve üretken mantıkçısı ve felsefecisi, Bilim Akademisinin onursal üyesi Teo Grünberg’i 2025 yılının 13 Nisan akşamı kaybettik. Teo Bey bir çok insan için olduğu gibi benim hayatımda da müstesna bir yere sahipti. Böyle kısa bir yazıda onun başarılarını, matematiksel mantık ve felsefeye katkılarını hakkıyla özetlememin imkânı yok. Merak edenler için Teo Bey’in oğlu, kendisi gibi felsefeci olan değerli meslektaşım Prof. Dr. David Grünberg’in değerlendirme yazısını, onunla yapılan söyleşileri, Teo Bey’in öğrencisi olmuş ve tezini onun yönetiminde yazmış değerli meslektaşım Prof. Dr. Zekiye Kutlusoy’un derlediği Teo Grünberg’e Armağan kitabını öneririm.[1]D. Grünberg, “Teo Grünberg ve Felsefe”, 100 Felsefecimiz, Cilt 1 (der. N. Durmaz ve M. Pilgir) içinde, Nobel Yayınları, 2023, s. 573-582; A. İnam, Teo Grünberg ile söyleşi Kutadgubilig 2011; Tutarsızlığın İz Sürücüsü, (der.) Z. Kutlusoy. İmge Yayınevi, 2013.

Yazımda, bu kaynaklardan da yararlanarak Teo Bey’in kimya mühendisiyken nasıl olup da felsefeye ömrünü adadığından, insan hayatında yetenek kadar, merak, tutku, azim ve tesadüflerin de önemli bir rol oynadığından söz edeceğim. Ama bu yazı aynı zamanda kişisel bir yazı olacak. Zira, esas olarak, beraber yaptığımız çalışmalardan tanıdığım Teo Grünberg’den, onun nasıl bir felsefeci ve insan olduğundan bahsetmek istiyorum.

Teo Bey 1927 yılında İstanbul’da doğmuş, erken sayılabilecek yaşta Fransızca, Almanca ve İngilizce öğrenmiş. Liseyi Şişli Terakki lisesinde okumuş. Fen kolundan mezun olduğu için hiç felsefe dersi alamamış ama mantık dersi almış. Bu ders o kadar ilgisini çekmiş ki kütüphane kütüphane dolaşarak mantık kitapları aramaya başlamış, matematiksel mantığın klasikleşmiş iki kitabını (Alfred Whitehead ile Bertrand Russell’ın Principia Mathematica’sı ile David Hilbert ile Wilhelm Ackermann’ın Grundzüge der theoretischen Logik’ini) böyle keşfedip orijinal dillerinden okumuş ve büyülenmiş. Bununla birlikte, fen dersleri iyi olan her parlak öğrenci gibi, ailesinin de etkisiyle felsefe değil, mühendisliğe yönelmiş ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde kimya mühendisliği okumuş, Cahit Arf ve Ratip Berker gibi hocalardan aldığı derslerle kuvvetli bir matematik temeli oluşturmuş. Mezun olduktan sonra Rahel Hanımla evlenmiş, bir süre mühendislik yapsa da mesleğini sevememiş ve bırakmış. Mantık ve felsefeye olan merak ve tutkusu ağır bastığından tüm boş vaktini bu alanda kendi geliştirmeye ayırmış.

Bir gün Teo Bey’in dayısı, o dönem İstanbul Üniversitesi Felsefe Kürsüsünde öğretim üyesi olan Hüseyin Batuhan’ı evinde ziyarete gitmiş. Çalışma odasındaki kitapları görünce, yeğeni Teo’nun de böyle kitaplar okuduğunu söylemiş. Hüseyin Batuhan büyük bir heyecanla Teo Bey’le tanışmak istemiş. Teo Bey böylece onun sayesinde kendini İstanbul Üniversitesi Felsefe Kürsüsünde bulmuş. Kısa sürede “Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme” başlıklı doktora tezini başarıyla savunmuş. Önce İstanbul Üniversitesinde, daha sonra 1966 yılından itibaren emekli olana dek ODTÜ’de hocalığıyla, araştırmalarıyla efsanevi bir felsefeci olmuş.

Teo Bey, analitik felsefe geleneğinin ülkemizdeki en parlak temsilcilerindendir. Felsefeye tarihsel değil, problem merkezli bir bakış açısıyla yaklaşır. Kavramsal ve mantıksal çözümleme, açık-seçiklik ve titizlik felsefi pratiğinin temel ilkelerini oluşturur. Çalışmaları beş ana grupta toplanabilir: matematiksel ve epistemik mantık; mantık felsefesi; bilim felsefesi ve epistemoloji, analitik ontoloji, dil felsefesi ve özellikle anlam kuramı. Ona göre, bunlar birbirinden ayrılması imkânsız uğraşlardır.

Teo Bey’le felsefi bir ortamda karşılaşıp da keskin ve kıvrak zekâsından etkilenmemek mümkün değildir. Tanıma ayrıcalığına sahip olduğum diğer iki seçkin felsefeci de – biri Ali Karatay, diğeri artık hayatta olmayan Hüseyin Batuhan – Teo Bey’den ne zaman söz etseler onun bir tür dahi olduğunu vurgulamışlardır. Teo Bey’le çalışmaya başlayınca o dehanın kıvılcımlarına şahsen şahit oldum.

Teo Bey’in adını daha 1970’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesinde bilim felsefesine meraklı bir mühendislik öğrencisiyken duymuştum, ama kendisiyle ancak 1989 yılında ülkemiz felsefesinin bir başka efsane ismi İoanna Kuçuradi’nin Ankara’da düzenlediği “Bilgi Kavramı” başlıklı konferansta tanıştım. Teo Bey ile tanışıklığımız kısa sürede uzun bir dostluğa ve işbirliğine dönüştü. 90’lı yılların başından itibaren, henüz eposta ortada olmadığı için kâh mektupla, kâh faks yardımıyla yazıştık ve 20. yüzyıl bilim felsefesine damgasını vurmuş ve farklı bilim anlayışlarıyla birbirinin rakibi gibi algılanan Rudolf Carnap ile Thomas Kuhn üzerine ikimizi de mutlu eden ve epey ilgi gören ortak iki makale yayınladık.[2]“Carnap and Kuhn: Arch Enemies or Close Allies?”, The British Journal for the Philosophy of Science, cilt 46,1995, s. 285-307; “Whorfian Variations on Kantian Themes: Kuhn’s Linguistic Turn”, Studies in History and Philosophy of Science, cilt 29, 1998, s. 207-221. Burada zikrettiğim ilk makale Doç. Dr. Ümit Öztürk tarafından Türkçeye çevrilerek 1 no.lu dipnotta künyesini verdiğim Kutlusoy’un derlemesinde (s. 453-479) yayımlanmıştır.

Teo Bey’le çalışırken onun ele aldığı felsefi meseleyi kavrayış ve sezgisinin derinliğini hemen görüyordunuz. Bunu bir örnekle şöyle somutlayabilirim. 20. yüzyılın ikinci yarısında bilim felsefesinde adeta bir devrim yaratmış olan Thomas Kuhn’un 1962 yılında yayımlanan Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabı birçokları tarafından bilime, bilimsel ilerleme ve akla karşı çıkan, bilimi iktidar mücadelesine indirgeyen bir yapıt olarak yorumlanmış, dolayısıyla da şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu yorumun haksızlığı, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında ele aldığı sorunlara geri döndüğü 1980 sonrası makalelerinde açıkça görülür. Oysa, Teo Bey ile çalışırken anladım ki o Kuhn’un ne yapmak istediğini en baştan kavramıştı. Nitekim ilk kez 1982-1984 yılları arasında yayımladığı üç Türkçe makale bunu net bir biçimde ortaya koyuyordu.[3]“Bilimsel Akılcılık Anlayışının Evrimi”, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 225-230; “Thomas S. Kuhn ve Bilimsel Akılcılık”, a.g.y, s. 276-296; “Neopozitivizmin Bilim Anlayışının Eleştirisi”, a.g.y., s. 333-343. Teo Bey, Kuhn’un 80 öncesi yayınlarına dayanarak onun bilimsel akılcılığa karşı olmadığını, tersine yeni bir bilimsel akılcılık geliştirdiğini, Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı bu çerçeve içinde yorumlamak gerektiğini büyük bir açıklıkla göstermişti. Bana öyle geliyor ki eğer Teo Bey üç makaleye dağılan bu Kuhn yorumunu, ayrıca uluslararası dergilerde vakit geçirmeden yayınlasaydı Kuhn’un bilim anlayışı üzerine yapılan çalışmalar çok daha erken bir tarihte rayına oturabilirdi.

Teo Bey ile Carnap ve Kuhn üzerine iki makale daha yazmaya giriştik ama o günün akademik koşullarında bir türlü bitiremedik. Bunun için hâlâ hayıflanırım. Yine de yıllar sonra bu konularda üç-dört makale daha yazabildim. Bunların hepsinin temelinde Teo Bey ile yaptığımız çalışmalar vardır.

Teo Bey’in çok önemli bir özelliği de alçak gönüllüğü ve sizinle kurduğu eşit ilişkidir. Aramızdaki büyük yaş ve bilgi farkına rağmen her zaman eşiti gibi davranmış, hiçbir zaman tepeden bakmamış, kendi görüşünü dayatmaya çalışmamıştır. Eleştiriye hep açık olmuş, esas olanın üzerinde çalışılan probleme hakkını vermek, çözene kadar gece gündüz uğraşmak olduğunu daima hissettirmiştir. Kendisine bu açıdan da müteşekkirim. Onunla çalışmanın benim için ufuk açıcı olduğu kadar büyük bir onur olduğunu da bilmem belirtmeye gerek var mı?

Teo Bey son ana kadar derin bir tutku ve azimle çalıştı, üretmeye devam etti. Vefatını öğrenir öğrenmez oğlu David’i aradığımda kısa bir süre önce epey hacimli üç çalışmayı bitirdiklerini söylediğinde hiç şaşırmadım. Anısı hepimize örnek olsun.[4]Editörün notu: Yazının girişinde kullanılan fotoğraf, Teo Grünberg’i hayatının konu edildiği şu videodan alınmıştır. Bu kayıtta Grünberg’in çocukluğuna, gençliğine, meselk hayatına, ailesine dair pek çok fotoğraf kullanılıyor.

Gürol Irzık
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi; Bilim Akademisi Üyesi

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 D. Grünberg, “Teo Grünberg ve Felsefe”, 100 Felsefecimiz, Cilt 1 (der. N. Durmaz ve M. Pilgir) içinde, Nobel Yayınları, 2023, s. 573-582; A. İnam, Teo Grünberg ile söyleşi Kutadgubilig 2011; Tutarsızlığın İz Sürücüsü, (der.) Z. Kutlusoy. İmge Yayınevi, 2013.
2 “Carnap and Kuhn: Arch Enemies or Close Allies?”, The British Journal for the Philosophy of Science, cilt 46,1995, s. 285-307; “Whorfian Variations on Kantian Themes: Kuhn’s Linguistic Turn”, Studies in History and Philosophy of Science, cilt 29, 1998, s. 207-221. Burada zikrettiğim ilk makale Doç. Dr. Ümit Öztürk tarafından Türkçeye çevrilerek 1 no.lu dipnotta künyesini verdiğim Kutlusoy’un derlemesinde (s. 453-479) yayımlanmıştır.
3 “Bilimsel Akılcılık Anlayışının Evrimi”, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 225-230; “Thomas S. Kuhn ve Bilimsel Akılcılık”, a.g.y, s. 276-296; “Neopozitivizmin Bilim Anlayışının Eleştirisi”, a.g.y., s. 333-343.
4 Editörün notu: Yazının girişinde kullanılan fotoğraf, Teo Grünberg’i hayatının konu edildiği şu videodan alınmıştır. Bu kayıtta Grünberg’in çocukluğuna, gençliğine, meselk hayatına, ailesine dair pek çok fotoğraf kullanılıyor.
Sarkaç bülten aboneliği

Sarkaç bülten aboneliği

Duyuruları e-posta adresinizine almak için bültenimize abone olabilirsiniz.

Abone oldunuz!