Ana Sayfa Blog

Covid-19 Karşılaştırmalı grafikler

Sağlık Bakanlığı’nın açıklanmış tüm verilerine ve hem Türkiye hem dünya verilerinin kapsamlı bir analizine turcovid19.com adresinden ulaşabilirsiniz.  Bu sayfadaki grafik de Turcovid19 ekibi tarafından Sarkaç için hazırlandı.  

Grafiğin yüklenmesi gerçek zamanlı veri akışı nedeniyle 15-20 saniye kadar sürebilir.  

Günlük Türkiye verilerini buradan indirebilirsiniz: .xlsx / .csv

Yukarıdaki grafikte Türkiye‘deki günlük vaka/hasta* ve günlük vefat sayıları görülüyor. Kalın çizgiler 7 günlük ortalamayı ince çizgiler günlük değerleri gösteriyor.

  • Grafiğin üzerinde gezinerek belli bir gündeki değerler görüntülenebilir.
  • 7 günlük ortalama, bakılan gün ile öncesindeki 6 günün ortalama değeridir.
  • Vaka ve hasta sayıları sol dikey eksende, vefat sayıları sağ diken eksende gösteriliyor. Vaka sayıları 25 Kasım’da açıklanmaya başladı.

*Günlük vaka/hasta ne demek?

28 Temmuz 2020’ye kadar vaka sayısı olarak adlandırılan bu sayılar 29 Temmuz’dan itibaren hasta sayısı olarak adlandırılmaya başlandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 30 Eylül 2020’de yaptığı basın açıklamasında “hasta sayısının PCR testi pozitif çıkmasına rağmen belirti göstermeyen kişileri kapsamadığını” belirtti. Tam metin için tıklayınız

Türkiye’deki bölgeler arasındaki verimlilik farkları bize ne söylüyor?

Ülkelerin ekonomik dinamizmi ve büyüme potansiyeli, kentlerinin ekonomik performansıyla yakından ilintilidir. Günümüzde, kentler ekonomik gelişimin itici gücü olarak hareket ederken, kentleşmenin getirdiği dinamizm ve fırsatlar ülke ekonomilerinin yapısal dönüşümünde önemli bir rol oynar.

Şirketlerin ve çalışanların kentlerde bir arada olmasının verimlilik üzerindeki olumlu etkisi, aglomerasyon ekonomileriyle (agglomeration) tanımlanır. Aglomerasyon, iş dünyasının ve iş gücünün kentlerde yoğunlaşarak bir araya gelmesinin yarattığı ekonomik faydaları ifade eder.  Kentlerde, firmaların geniş bir tedarikçi ve müşteri ağına erişim elde etmesi, çalışanlar için daha geniş iş ve uzmanlaşma olanakları sunması, bilgi alışverişinin kolaylaşması gibi unsurlar bölgesel verimliliği ve de neticede ekonomik büyümeyi artırır.

Gelişmiş ülkelerde aglomerasyon ekonomilerinin önemine dair pek çok çalışma olmasına rağmen, gelişmekte olan ülkelerden elde edilen bulgular sınırlı. Oysa gelişmekte olan ülkelerde aglomerasyon ekonomilerinin varlığını ve önemini incelemenin birçok faydası var. Öncelikle, gelişmekte olan ülkelerin son yüzyılın ikinci yarısında deneyimlediği hızlı kentleşme, gelişmiş ülkelerin birkaç yüzyılda geçirdiği kentleşme sürecinden farklı. Gelişmekte olan ülkeler çok hızlı kentleşirken nüfuslarının önemli bir kısmı belirli kentlerde yoğunlaştı. Nitekim, bu hızlı nüfus artışının ihtiyaç duyduğu yol ve diğer şehirsel altyapılar aksadı ve/veya gecikmeyle gelişti.  Gelişmekte olan ülkelerdeki bu farklar, kentleşmenin sağladığı bölgesel ekonomik kazanımların boyutunu ve niteliğini etkileyebilir.[1]Glaeser, E., & Henderson, J. V. (2017). Urban economics for the developing world: An introduction. Journal of Urban Economics, 98, 1–5.

Türkiye’de durum nasıl?

Türkiye’de önemli bölgesel eşitsizlikler mevcut. Nitekim, kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH)[2]Bir bölgenin gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH), o bölgede üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin toplam değerini ifade eder. açısından bakıldığında Türkiye, bölgeler arasında en yüksek eşitsizlere sahip olan OECD ülkesi. Şekil 1’de görebileceğiniz gibi 81 il (NUTS3 bölgesine denk gelmekte) arasında GSYİH açısından önemli eşitsizlikler, Batı ile Doğu illeri arasında, kıyılar ve iç bölgelerdeki iller arasında dikkat çekici farklar var.  Ne yazık ki iller arası eşitsizlikler GSYİH ile sınırlı değil. Yaşam beklentisi, internet altyapısı ve sağlık hizmetlerine erişim gibi neredeyse tüm ölçütlerde yüksek eşitsizliklerden söz etmek mümkün.[3]OECD. (2020). Regions and cities at a glance 2020. OECD Publishing.

Şekil 1. 2016’da Türkiye illerindeki kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasılayı ABD doları cinsinden göstermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından sağlanan istatistiklere dayanmaktadır. İller, NUTS3 bölgelerine karşılık gelmektedir.

İl düzeyinde verimlilik farkları bize ne söylüyor?

Bu kısa yazıda bulgularını paylaşacağım çalışmada,[4]Özgüzel, C. (2023). Agglomeration effects in a developing economy: Evidence from Turkey. Journal of Economic Geography, 23 (4), 823–846. https://doi.org/10.1093/jeg/lbac035 Türkiye’deki bölgesel düzeydeki eşitsizliklerden önemli biri olan verimlilik farklarına odaklandım. Verimlilik, kabaca ifade etmek gerekirse, bir iş yapılırken, kaynakların ve zamanın ne kadar etkin kullanıldığını ifade eder.

Bölgesel verimliliği ölçmek için literatürde çok kullanılan bir yöntemi takip ederek, bir bölgenin verimliliğinin o bölgedeki maaşlarla ilişkili olduğu varsayıyorum.[5]Verimliliğin yüksek olduğu durumlarda maaşların da genellikle yüksek olduğu gözlemlenir. Bunun nedeni, verimli çalışanların daha fazla üretkenlikle daha çok mal ve hizmet üretebilmesidir. Daha yüksek verimliliğin karşılığında hem ortalama maaşlar artmakta hem de ekonomik büyüme gözlemlenmektedir.  Bu varsayımın eksiklikleri olsa da bölgesel eşitsizlikleri anlamak için sıklıkla kullanılıyor.[6]Combes, P. P., & Gobillon, L. (2015). The Empirics of Agglomeration Economies (1st ed.). Elsevier B.V. Aynı işi yapan ve aynı pozisyonda bulunan fakat farklı bölgelerde yaşayan iki kişiden birisi daha fazla maaş alıyorsa, bu kişinin çalıştığı şirketin daha çok gelir elde ettiğini ve dolayısıyla çalışanlarına daha çok maaş verebildiğini düşünebiliriz. Dolayısıyla daha yüksek maaş alan çalışanın bulunduğu bölgedeki verimliliğin daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Analizde farklı bölgelerde yaşayan çalışanların maaşları üzerinden verimliliklerini karşılaştırırken cinsiyet, eğitim, meslek ve sektörel farklarının da hesaba katıldığını da ekleyelim. Analizde, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından sunulan Türkiye’deki tüm çalışanları kapsayan yeni bir veri setini kullanıldı.

Aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi, çalışanların maaş verilerinden yola çıkarak hesapladığım bölgesel verimlilik ile kişi başına düşen bölgesel GSYİH (Şekil 1) yakından ilgili. Çalışan verimliliğinin yüksek olduğu Batı bölgelerinde GSYİH daha yüksek, düşük olduğu Doğu bölgelerinde ise düşük.

Şekil 2. 2016’da Türkiye illerindeki verimlilik farklarını göstermektedir. Verimlilik farkları ilk adımda tahmin edilen il-yıl sabit etkilerine karşılık gelir ve ilin sektörel bileşiminden bağımsız olarak ulusal ortalama ile karşılaştırıldığında verimlilik farklarını ölçer. İller, NUTS3 bölgelerine karşılık gelmektedir. Haritada sunulan değerler, bir bölgenin ülke ortalamasına göre verimliliğini göstermektedir. Pozitif değerler, o bölgenin ülke ortalamasının üstünde bir ortalama gösterdiğini, negatif olması ise ortalamanın altında olduğunu ifade eder.[7]Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından sunulan Türkiye’deki tüm çalışanları kapsayan yeni bir veri seti

Bölgesel verimlilik farklarının oluşmasında kentleşmenin ve aglomerasyon ekonomilerinin rolünü anlamaya odaklandığım bu çalışmamda öne çıkan iki önemli bulgu var.

Bu bulguların ilki, istihdam yoğunluğuna göre verimliliğin ne kadar arttığını gösteren elastikiyet. Verimliliğin elastikiyetini şöyle düşünebilirsiniz: Dünyanın her yerinde kentler büyüdükçe yani istihdam yoğunluğu arttıkça aglomerasyon ekonomilerinin getirdiği avantajlar artmakta, bunlar ise çalışanların verimliliğinin ve de maaşlarının artmasına neden olmakta. Fakat istihdam yoğunluğu ile çalışanların verimliliği arasındaki pozitif ilişkinin büyüklüğü ülkelere göre değişiyor.  Elastikiyet bunun ölçüsü.[8]Elastikiyet hesaplamak için bir bölgede çalışanların aldıkları maaşlarla o bölgedeki çalışan yoğunluğu arasındaki ilişkiye bakılır. Bunu yaparken maaşları etkileyebilecek diğer faktörler yani çalışanların eğitim durumları, meslekleri veya çalıştıkları sektörler de hesaba katılır.  Bu sayede, çalışan yoğunluğunun yüksek olduğu büyük şehirlerde çalışanların göreli yüksek eğitimli olması veya daha yüksek maaş ödeyen sektörlerin buralarda bulunmasının yarattığı etkilerden arındırılmış olunur.

Türkiye’de elastikiyet 0,056-0,06 civarında gerçekleşiyor, bu değerler bir ilde istihdam yoğunluğunun iki katına çıkması durumunda çalışanların ortalama ücretlerinin %3,8-4,2 oranında arttığını söylüyor. Elastikiyet ne kadar büyükse, nüfusun daha yoğun olduğu illerde olmanın maddi avantajı o kadar büyük demek. Türkiye’deki istihdam yoğunluğu ve çalışanların verimliliği arasındaki bu ilişki gelişmiş ekonomilerde bulunan 0,01-0,03 arasındaki elastikiyetinin çok üstünde.[9]Combes, P. P., Duranton, G., & Gobillon, L. (2008). Spatial wage disparities: Sorting matters! Journal of Urban Economics, 63(2), 723–742.[10]Ahrend, R., Farchy, E., Kaplanis, I., & Lembcke, A. C. (2017). What makes cities more productive? Evidence from five OECD countries on the role of urban governance. Journal of Regional Science, 57(3), 385–410.[11]De la Roca, J., & Puga, D. (2017). Learning by working in big cities. Review of Economic Studies, 84(1), 106–142.[12]Özgüzel, C. (2020), « Agglomeration economies in Great Britain », OECD Regional Development Working Papers, n° 2020/04, Éditions OCDE, Paris, https://doi.org/10.1787/3aa63b9a-en. Diğer bir deyişle, Türkiye’de kentlere – özellikle de büyük kentlere – taşınmanın avantajı gelişmiş ülkelerde olduğundan çok daha yüksek. Çin ve Hindistan’da Türkiye’den de daha yüksek bir elastikiyet mevcut[13]Combes, P. P., & Gobillon, L. (2015). The Empirics of Agglomeration Economies (1st ed.). Elsevier B.V.[14]Combes, P. P., Démurger, S., Li, S., & Wang, J. (2020). Unequal migration and urbanisation gains in China. Journal of Development Economics, 142, 102,328.[15]Chauvin, J. P., Glaeser, E., Ma, Y., & Tobio, K. (2017). What is different about urbanization in rich and poor countries? Cities in Brazil, China, India and the United States. Journal of Urban Economics, 98, 17–49. Kolombiya, Ekvator veya Brezilya’da ise Türkiye kadar yüksek olmamakla beraber benzer seviyelerde[16]Duranton, G. (2016). Agglomeration effects in Colombia. Journal of Regional Science, 56(2), 210–238.[17]Chauvin, J. P., Glaeser, E., Ma, Y., & Tobio, K. (2017). What is different about urbanization in rich and poor countries? Cities in Brazil, China, India and the United States. Journal of Urban Economics, 98, 17–49.[18]Matano, A., Obaco, M., & Royuela, V. (2020). What drives the spatial wage premium for formal and informal workers? The case of Ecuador. Journal of Regional Science, 60 (4), 823–847.

Bulguların ikincisi illerin iç ve dış piyasalara erişiminin işgücü verimliliği üzerinde olumlu ve güçlü bir etkisi olduğunu gösteriyor. Bir bölgeyi verimli kılabilecek birçok faktör olabilir. Dış piyasalara ulaşım kolaylığı, liman veya havaalanı bulunması gibi faktörler bölgede bulunan firmaların verimliliğini arttırır. Çalışmada bir ildeki firmaların il dışındaki piyasalara erişimini hesaplarken, diğer illerle olan karayolu bağlantılarının gelişmişliğini ve en yakın gümrük kapısına olan uzaklığı hesaplıyorum. Bulgularım Türkiye’deki şirketlerin diğer illerdeki ve yurt dışındaki piyasalara erişebilmesi, çalışanlarının verimliliklerini arttırmakta olduğunu gösteriyor. Bu pozitif etki ise gelişmiş ekonomilerdekine oranla çok daha büyük. Diğer bir deyişle karar vericilerin bir bölgede verimliliği arttırmak için o bölgenin dışa açılmasını kolaylaştıracak ulaşım altyapısı yatırımlarını yapmaları Avrupa’ya göre daha anlamlı, çünkü getirisi çok daha yüksek.

Çalışanların ve şirketlerin kentlerde bir araya gelmesinin verimlilik üzerinde olumlu etkisinin gelişmekte olan ülkelerde de geçerli olduğunu söylemek mümkün, bunu Türkiye örneği üzerinden doğrulayabiliyoruz. Fakat bu çalışma aynı zamanda aglomerasyon ekonomisinin sebepleri ve sonuçlarının, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde farklı olduğunu gösteriyor. Hızlı kentleşme, aşırı nüfus artışı ve altyapının yetersizliği gibi unsurların yarattığı bu farkları anlamak, gelişmekte olan ülkelerdeki kent ekonomilerinin işleyişlerindeki farkları daha iyi yorumlamamızı mümkün kılacaktır. İşleyişlerindeki farkları anlamamız ise daha etkin bölgesel kalkınma politikaların oluşturulmasını sağlayacaktır.

Cem Özgüzel (Paris School of Economics ve Centre d’Economie de la Sorbonne)

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Glaeser, E., & Henderson, J. V. (2017). Urban economics for the developing world: An introduction. Journal of Urban Economics, 98, 1–5.
2 Bir bölgenin gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH), o bölgede üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin toplam değerini ifade eder.
3 OECD. (2020). Regions and cities at a glance 2020. OECD Publishing.
4 Özgüzel, C. (2023). Agglomeration effects in a developing economy: Evidence from Turkey. Journal of Economic Geography, 23 (4), 823–846. https://doi.org/10.1093/jeg/lbac035
5 Verimliliğin yüksek olduğu durumlarda maaşların da genellikle yüksek olduğu gözlemlenir. Bunun nedeni, verimli çalışanların daha fazla üretkenlikle daha çok mal ve hizmet üretebilmesidir. Daha yüksek verimliliğin karşılığında hem ortalama maaşlar artmakta hem de ekonomik büyüme gözlemlenmektedir.
6, 13 Combes, P. P., & Gobillon, L. (2015). The Empirics of Agglomeration Economies (1st ed.). Elsevier B.V.
7 Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından sunulan Türkiye’deki tüm çalışanları kapsayan yeni bir veri seti
8 Elastikiyet hesaplamak için bir bölgede çalışanların aldıkları maaşlarla o bölgedeki çalışan yoğunluğu arasındaki ilişkiye bakılır. Bunu yaparken maaşları etkileyebilecek diğer faktörler yani çalışanların eğitim durumları, meslekleri veya çalıştıkları sektörler de hesaba katılır.  Bu sayede, çalışan yoğunluğunun yüksek olduğu büyük şehirlerde çalışanların göreli yüksek eğitimli olması veya daha yüksek maaş ödeyen sektörlerin buralarda bulunmasının yarattığı etkilerden arındırılmış olunur.
9 Combes, P. P., Duranton, G., & Gobillon, L. (2008). Spatial wage disparities: Sorting matters! Journal of Urban Economics, 63(2), 723–742.
10 Ahrend, R., Farchy, E., Kaplanis, I., & Lembcke, A. C. (2017). What makes cities more productive? Evidence from five OECD countries on the role of urban governance. Journal of Regional Science, 57(3), 385–410.
11 De la Roca, J., & Puga, D. (2017). Learning by working in big cities. Review of Economic Studies, 84(1), 106–142.
12 Özgüzel, C. (2020), « Agglomeration economies in Great Britain », OECD Regional Development Working Papers, n° 2020/04, Éditions OCDE, Paris, https://doi.org/10.1787/3aa63b9a-en.
14 Combes, P. P., Démurger, S., Li, S., & Wang, J. (2020). Unequal migration and urbanisation gains in China. Journal of Development Economics, 142, 102,328.
15, 17 Chauvin, J. P., Glaeser, E., Ma, Y., & Tobio, K. (2017). What is different about urbanization in rich and poor countries? Cities in Brazil, China, India and the United States. Journal of Urban Economics, 98, 17–49.
16 Duranton, G. (2016). Agglomeration effects in Colombia. Journal of Regional Science, 56(2), 210–238.
18 Matano, A., Obaco, M., & Royuela, V. (2020). What drives the spatial wage premium for formal and informal workers? The case of Ecuador. Journal of Regional Science, 60 (4), 823–847.

İnsanda ilk kanser virüsünün keşfi – Epstein-Barr virüsünün öyküsü

Elektron mikroskpu altında, pembe renkle gösterilen EBV virüsü. Wikimedia.

Epstein-Barr virüsü (EBV) keşfedilen ilk insan kanser virüsüdür. Tıp tarihinde çağ açan bu buluş, farklı coğrafyalardan ve farklı alanlardan gelen bilim insanlarının merak, titizlik ve inatla sürdürdükleri çabaları sonucu ortaya çıkmıştır.

Danis Burkitt. Kaynak

Burkitt, Epstein ve Barr

Denis Burkitt İrlanda kökenli bir cerrahtı. 11 yaşında bir kaza sonucu sağ gözünü kaybetmişti. Ancak Hristiyan Evangelist inancı onu insanlara hizmet etmek için tıbba girmeye yönlendirdi. İkinci Dünya Savaşından sonra Burkitt Afrika’ya taşındı ve uzun yıllar Uganda’da misyoner-doktor olarak çalıştı.

Burkitt 1957’de Uganda’da yüz kemiklerinde tümör olan bir çocuk gördü. Bir süre sonra penceresinden bakarken benzer şekilde çenesinde şişlik olan başka bir çocuk görünce bu hastalığı incelemeye karar verdi. Burkitt hastalığın sıklıkla yüz kemiklerinde başladığını ve çok hızlı yayılarak kısa sürede ölüme yol açtığını gözlemlemişti. Alınan doku örnekleri tümörün lenfositlerden köken alan kötü huylu bir tümör (lenfoma) olduğunu kanıtladı. Bulgularını yayınladıktan sonra bu hastalık “Burkitt Lenfoması” olarak tıp literatüründe yer aldı.

Sir Michael Anthony Epstein ise 1921’de İngiltere’de doğdu. Cambridge Üniversitesinde tıp eğitimi aldıktan sonra Londra’da Middlesex Hastanesinde patoloji bölümünde çalışmaya başladı. Bir süre Amerika’da elektron mikroskopi ve kanser virüsleri üzerinde eğitim aldıktan sonra tekrar Middlesex Hastanesindeki görevine döndü. Epstein 1961’de tesadüfen gittiği bir seminerde Uganda’dan gelen ve kendisini “çalılık cerrahı” olarak tanıtan bir konuşmacının sunumuna katıldı. Bu seminerde Denis Burkitt Afrika’da çocukların yüz kemiklerini tutan bir tümörü anlatıyordu. Epstein için ilginç olan bölüm ise tümörün ekvator bölgesinde yoğun yağış alan sınırlı bir coğrafi alanda yoğunlaşmasıydı. Bunun bulaşıcı bir etken (virüs) ile ilişkili olabileceğini düşünen Epstein Uganda’ya giderek Burkitt ile ilişki kurdu ve tümör dokularının laboratuvarına iletilmesinin yollarını oluşturdu.

Yvonne Barr 1932’de İrlanda’da doğdu. Çok başarılı eğitim yaşamını Dublin’de Trinity College’da zooloji dalından birincilikle mezun olarak sonlandırdı. Londra ve Toronto’da değişik laboratuvarlarda çalışarak hücreleri kültürde uzun süre yaşatabilme tekniklerini geliştirdi.

Epstein-Barr virüsünün bulunuşu

Epstein, Middlesex Hastanesindeki laboratuvarında Burkitt lenfoma hücrelerini üretmeye ve içlerindeki virüsü elektron mikroskopla göstermeyi amaçlıyordu. Ancak bu hücreleri üretmenin teknik zorluklarını aşamıyordu. Bu amaçla hücre kültürü alanında uzman Yvonne Barr’ı ve bir elektron mikroskop uzmanı Bert Achong’u laboratuvarına aldı.

Burkitt tarafından Uganda’dan gönderilen doku örnekleri havaalanından doğrudan Epstein’in laboratuvarına iletilmekteydi. Bir gün Heathrow Havaalanındaki yoğun sis nedeniyle önce Manchester’a giden uçak, ertesi gün Londra’ya vardığında laboratuvara gelen örnek bulanıklaşmıştı. Normalde bozulmuş olduğu için atılması gereken bu örneği Epstein gene de kültüre aldı. Ertesi gün kültür yüzeyinde canlı tümör hücrelerinin bulunduğunu şaşkınlıkla gözlediler. Achong electron mikroskopla bu hücrelerde tipik virüsleri göstermeyi başardı. Bu yeni virüse laboratuvarda hücre kültürlerine verdikleri Epstein-Barr virüsü (EBV) adını verdiler. Araştırmacılar buluşlarını 1964 yılında The Lancet dergisinde yayınladılar.[1]Epstein, M.A.; Achong, B.G.; Barr, Y.M. “Virus particles in cultured lymphoblasts from burkitt’s lymphoma.” Lancet 1964, 1, 702–703.

İleriki yıllarda EBV’nin insanda B lenfositlerini enfekte ettiği ve Burkitt lenfomada da tümörün B lenfositlerden köken aldığı anlaşılacaktı. EBV’nin başka tip tümörler ve hastalıklarla ilişkileri ise yıllar içinde açığa çıktı.[2]Yu,H;Robertson,ES, “Epstein-Barr Virus History and Pathogenesis,” Viruses 2023, 15, 714. https://doi.org/10.3390/v15030714.[3]Blossom D,. Kenney SC Raab-Traub N, “Epstein-Barr Virus (EBV): Biology and Clinical Disease,” Cell. 2022 September 29; 185(20): 3652–3670.

Elektron mikroskobu altında EBV, Wikipedia.

Kansere neden olan virüsler ve EBV

Hayvanlarda virüslerin kansere yol açabileceği gerçeği Peyton Rous tarafından 1911 yılında gösterilmişti. Rous bu buluşu nedeniyle 1966’da Nobel ödülüne layık bulundu. İlginç olarak Epstein Amerika’daki çalışmaları sırasında Rous’un keşfettiği Rous Sarkom Virüsü ile de çalışmalar yapmıştı. Bugün, değişik hayvan türlerinde kanser nedeni olarak 150 civarında virüs bilinmektedir. Bunların 100 kadarı RNA diğerleri de DNA virüsleridir. Ancak tüm araştırmalara karşın insanda kansere neden olabilecek bir virüs o tarihe kadar saptanamamıştı. Bugün ise insanda değişik kanserlerle ilişkisi olduğu saptanan virüsler bilinmektedir. Bunlar arasında karaciğer kanseriyle ilişkili Hepatit B virüsü, başlıca rahim ağzı (serviks) ve diğer epitel kanserlerine yol açan Papilloma grubu virüsler sayılabilir.

EBV’nin toplumda en yaygın virüslerden birisi olduğu bilinmektedir. Hemen tüm toplumlarda EBV ile yaşamlarının bir döneminde tanışmış olan bireylerin oranı %95’in üzerindedir. Çocukluk çağında EBV enfeksiyonu diğer üst solunum yolu hastalıklarından çok farklı belirtiler göstermediği için genelde tanı konulamamaktadır. Bu çağlarda enfeksiyonu geçirmemiş kişiler lise ve üniversite yıllarında kalabalık gruplara katıldıklarında genel halsizlik, ateş, lenf nodülleri ve dalak büyümesi ile ortaya çıkan enfeksiyöz mononükleozise (mono/öpüşme hastalığı) yakalanabilmektedir. Bağışıklık sistemi normal bireylerde bu hastalık çoğunlukla kendiliğinden iyileşmektedir.[4]Yu,H;Robertson,ES, “Epstein-Barr Virus History and Pathogenesis,” Viruses 2023, 15, 714. https://doi.org/10.3390/v15030714.[5]Blossom D,. Kenney SC Raab-Traub N, “Epstein-Barr Virus (EBV): Biology and Clinical Disease,” Cell. 2022 September 29; 185(20): 3652–3670.

Tablo 1: EBV ile İlişkili Hastalıklar ve EBV’nin Bulunma Yüzdeleri.

Afrika-tipi Burkit lenfomalarında %90 üzerinde saptanabilen EBV, özellikle Güneydoğu Asya gibi bazı bölgelerde ise boğaz arkası (nazofarenks) kanserinde sıklıkla bulunmaktadır. Bunların dışında bazı Hodgkin Lenfoma tiplerinde, değişik lenfosit kökenli kanserlerde (lenfoma), bazı özel mide, meme kanserlerinde ve yumuşak doku tümörlerinde de EBV ilişkisine yönlendirecek bulgular saptanmıştır. EBV’nin bağışıklık sisteminin işlevlerinin zayıfladığı durumlarda özellikle B lenfosit kökenli tümörlere yol açabileceği de izlenmiştir. Doğuştan bağışıklık sistemi bozuk (immünyetmezlikli) kişilerde, doku/organ nakli nedeniyle bağışıklık sistemi ilaçlarla baskı altında tutulan kişilerde ve insan immünyetmezlik virüsü (HİV) enfeksiyonuna ikincil olarak bağışıklık sistemi bozulan hastalarda EBV ile ilişkili B lenfosit lenfomaları gelişmektedir. Son yıllarda EBV’nin bağışıklık sistemi ile ilişkili başka bazı hastalıklarda da rolü olabileceği düşünülmeye başlanmıştır. Bağışıklık sisteminin vücudun dokularına karşı reaksiyona geçtiği otoimmün  hastalıklar, bazı ağız içi hastalıklar hatta multipl sklerozun da EBV ile ilişkisi araştırılmaktadır.[6]“Epstein-Barr virus and multiple sclerosis” Soldan SS, Lieberman PM.Nat Rev Microbiol. 2023 Jan;21(1):51-64.

Keşfinden bugüne kadar üzerinde yoğun araştırmalar yapılan EBV hakkında hâlâ büyük bilgi eksikliklerimiz olduğu açıktır. Örneğin toplumda bu derecede yaygın bulunan bir virüsün neden çok az sayıdaki bireyde kansere yol açtığı konusu hâlâ aydınlatılamamıştır. Bir hipoteze göre Afrika’da EBV-ilişkili Burkitt lenfoma yayılımı aynı bölgelerde sıtma hastalığı yayılımı ile önemli derecede çakışmaktadır. Bu da sıtma nedeniyle bağışıklık sistemi zedelenmiş bireylerin EBV enfeksiyonunu sınırlandıramayarak kansere dönüşüme yol açacağı görüşünü kuvvetlendirmektedir.. Ne yazık ki bugüne kadar bu hipotezin objektif verilerle kanıtlanması mümkün olmamıştır. Moleküler biyolojik çalışmalar Burkitt lenfoma ve diğer tümörlerde EBV’nin tek etken olmadığı, diğer bazı etkenlerle birlikte kanserleşmeyi gerçekleştirdiği izlenimini vermektedir. Nitekim Burkitt lenfoma hücrelerinde sıklıkla gözlenen bazı kromozom değişiklikleri ve buna eşlik eden kanser genlerindeki (onkogenler) değişimlerin EBV ile birlikte hücrelerin kanserleşmesini sağladıkları görüşü öne çıkmaktadır.

EBV’nin keşfi ve izleyen araştırmalar insanda virüsler, bağışıklık sistemi, kanserler ve diğer hastalıklar arasındaki ilginç ilişkilerin incelenmesinde bir çığır açmıştır. Önümüzdeki yıllarda bu ilişkilerin mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, aşılar ve diğer yöntemlerle virüslere karşı savaşın kazanılması gibi bir zamanlar hayal bile edilemeyecek günlerin geleceğini umabiliriz.

EBV sonrasında Burkitt, Epstein ve Barr

Denis Burkitt uzun yıllar Afrika’da çalıştıktan sonra 1993’de Gloucester, İngiltere’de beyin kanaması geçirerek öldü.

Tıp tarihinde bu önemli buluşun mimarlarında Epstein çeşitli bilimsel ödüllerle taçlandırıldı. Kraliçe tarafından 1961’de şövalyelik ünvanı verilerek adına “Sir”  öneki takıldı. 6 Şubat 2024’de 102 yaşında Londra’da evinde öldü. Ölmeden önceki bir söyleşide en büyük hayalinin EBV’e karşı bir aşı geliştirildiğini görmek olduğunu belirtmişti. Bugün iki aşı adayının klinik çalışmalar düzeyine ulaştığını biliyoruz.[7]Richard F. Ambinder And Rena R. Xian, Sir Michael Anthony Epstein (1921–2024) Codiscoverer of the Epstein-Barr virus, Science,2024,384:274[8]Dr. Anthony Epstein, Pathologist Who Discovered Epstein-Barr Virus, Dies at 102, The New , The New York Times, Mart 2024.

Yvonne Barr virüsün keşfinden sonra evlenerek Avustralya’ya yerleşti. Yeni ülkesinde bir kadın bilim insanı olarak istediği bir araştırma bölümüne giremediği için araştırmadan vazgeçerek bir lisede fen öğretmenliği yaptı. 2016 yılında Melbourne’da öldü. The New York Times gazetesinde, 21 Mart 2024’te yayınlanan bir yazıda, Barr’ın bilim dünyasına yaptığı katkılarının, tarihteki birçok örnekte olduğu gibi, kadınların yaşamları sırasında göz ardı edildiği gerçeği vurgulandı.[9]“Overlooked No More: Yvonne Barr, Who Helped Discover a Cancer-Causing Virus,” The New York Times, Mart 2024

Şevket Ruacan, Bilim Akademisi üyesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, emekli öğretim üyesi.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Epstein, M.A.; Achong, B.G.; Barr, Y.M. “Virus particles in cultured lymphoblasts from burkitt’s lymphoma.” Lancet 1964, 1, 702–703.
2, 4 Yu,H;Robertson,ES, “Epstein-Barr Virus History and Pathogenesis,” Viruses 2023, 15, 714. https://doi.org/10.3390/v15030714.
3, 5 Blossom D,. Kenney SC Raab-Traub N, “Epstein-Barr Virus (EBV): Biology and Clinical Disease,” Cell. 2022 September 29; 185(20): 3652–3670.
6 “Epstein-Barr virus and multiple sclerosis” Soldan SS, Lieberman PM.Nat Rev Microbiol. 2023 Jan;21(1):51-64.
7 Richard F. Ambinder And Rena R. Xian, Sir Michael Anthony Epstein (1921–2024) Codiscoverer of the Epstein-Barr virus, Science,2024,384:274
8 Dr. Anthony Epstein, Pathologist Who Discovered Epstein-Barr Virus, Dies at 102, The New , The New York Times, Mart 2024.
9 “Overlooked No More: Yvonne Barr, Who Helped Discover a Cancer-Causing Virus,” The New York Times, Mart 2024

Bu Ay Gökyüzü: Mayıs 2024

1 Mayıs saat 22.00, 15 Mayıs saat 21.00, 31 Mayıs saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Mayıs ayının bir geçiş dönemi olduğu söylenebilir. Kış mevsiminde görmeye alışkın olduğumuz Orion, Büyük Köpek, Küçük Köpek, İkizler ve Boğa takımyıldızlarını batı ufku üzerinde görebiliriz. Erkenden batsalar da çoğu gözlemciye göre gökyüzünün en güzel takımyıldızları olarak kabul edilen bu takımyıldızları ufkun üzerinde görmek etkileyicidir.

Yine yılın bu dönemi, ilkbaharı simgeleyen Aslan, Çoban ve Başak takımyıldızları gökyüzünde iyice yükselmiş olur. Aslan’ın en parlak yıldızı Regulus, Başak’ın en parlak yıldızı Spika ve Çoban’ın en parlak yıldızı Arkturus güney yönünde göreceğimiz en parlak yıldızlardır. Sirius’un batmasıyla, Arkturus gökyüzünün en parlak yıldızı olur. Arkturus tüm gökyüzünün dördüncü, yaz gökyüzününse en parlak yıldızıdır. (Yine yaz gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri olan ve kuzeydoğu ufku üzerinden yükselmekte olan Vega’yla parlaklıkları çok yakındır.)

Batı ufku üzerindeki kış takımyıldızları havanın kararmasından kısa bir süre sonra gökyüzünden ayrılır. Bu sırada yaz gökyüzünün en belirgin şekli olan Yaz Üçgeni’ni oluşturan yıldızlardan ikisi Vega ve Deneb kuzeydoğu ufku üzerinde belirir. Gece yarısına doğru üçgenin köşelerinden bir diğerini oluşturan Altair de doğar ve Yaz Üçgeni tümüyle ufkun üzerine çıkmış olur.

Yaz gökyüzünün belirgin takımyıldızlarından olan ve Akrep Takımyıldızı’nın turuncu yıldızı Antares de güneydoğu ufku üzerinde parlamaya başlar.

Kuzeye doğru döndüğümüzde Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tam tepede olduğunu görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, Mayıs ayında akşamlar gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse gökyüzündeki en alçak konumunda, ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

Eta Kova Göktaşı Yağmuru

Her yıl 15 Nisan – 27 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Eta Kova Göktaşı yağmuru, 4 Mayıs’ı 5 Mayıs’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Bu sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 30 kadar meteor gözlemlenebilir. Göktaşının en yüksek etkinliğe ulaştığı sırada Ay sabaha karşı doğuyor. O nedenle gözlem koşulları Ay’dan olumsuz etkilenmeyecek.

Mayıs’ta Gezegenler

Merkür ay boyunca sabah gökyüzünde. Ufuktan pek fazla yükselmese de ay boyunca gündoğumundan kısa bir süre önce doğu ufku üzerinde görülebilecek. Gezegen doğduğunda hava aydınlanmaya başlamış olacağından ufkun açık ve temiz olduğu zamanlar gözlem yapılabilir. Bir dürbün, gezegeni görmeyi kolaylaştıracaktır. 6 Mayıs sabahı ince bir hilal şeklindeki Ay ve Merkür yakın konumda olacaklar.

Venüs sabah gökyüzünde ancak Güneş’e çok yakın konumda olduğundan bu ay görülemeyecek. Gezegen önümüzdeki ay akşam gökyüzüne geçecek. Temmuz ayından itibaren akşamları günbatımından sonra görülebilecek.

Mars, sabah gökyüzündeki yavaş yükselişini sürdürüyor. Gezegen ayın başlarında Satürn’den yaklaşık yarım saat sonra doğuda beliriyor. Günler ilerledikçe Mars, Satürn’e göre daha yavaş yükseldiği için günler ilerledikçe gezegenleri arasındaki uzaklık giderek artacak. 6 Mayıs sabahı Ay ve Mars çok yakın konumda olacaklar.

Jüpiter geçtiğimiz ay batı ufku üzerinde parlıyordu ve erkenden batıyordu. Ayın ilk birkaç günü, günbatımının hemen ardından gezegeni hemen ufkun üzerinde görmek mümkün olabilir. Ancak alacakaranlıkta gezegeni seçmek zor olacaktır. Jüpiter 20 Mayıs’ta sabah gökyüzüne geçecek ancak gezegenin sabah gökyüzünde görülebilecek kadar yükselmesi için Haziran’ın ortalarını beklemek gerekiyor.

Satürn sabah gökyüzünde ve gündoğumundan önce ufkun üzerinde iyice yükselmiş oluyor. Gezegeni sabah hava aydınlanmadan önce görebilmek için güneydoğu ufkunun üzerine bakmak gerekiyor. Ayın sonunda gezegen gece saat 01:00 ‘dan sonra doğacak. Gezegeni yaz ayarının ortalarında akşam gökyüzünde görmeye başlayacağız. 4 ve 31 Mayıs sabahları gezegen Ay’la yakın konumda olacak.

Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi 


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


Organizma kavramına tarihsel bir bakış

Görüntü: MS - Sarkaç

Kavramlara tarihsel olarak bakmak, diğer bir deyişle geçirdikleri dönüşümleri, etkilendikleri sosyal, ekonomik, bilimsel ve kültürel süreçleri öğrenmek, onları daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Bu yazıda, biyoloji felsefesinin temel kavramlarından biri olan organizma kavramının tarihsel sürecine işaret etmeyi ve biyoloji felsefesindeki organizma-merkezci biyoloji yaklaşımını anlatmayı amaçlıyorum. 

Biyoloji felsefesinin soruları

Felsefe dünyayı (hatta evreni) ve yaşamı anlamaya çalışma; kendimizi, bilgimizi, yaşamımızı bir konumlandırma, bağlamına oturtma; yani dünyayla, yaşamla, diğer bir deyişle tüm aktivitelerimizle ve bilgilerimizle ilgili tekrar düşünme ya da derin düşünmedir. “Zaten çoğu aktivitemiz için düşünüyoruz, her an felsefe mi yapıyoruz?” diye sorulabilir. Ancak felsefedeki bu derin düşünmenin onu felsefe yapan birtakım özellikleri vardır. Bu özelliklerin en önemlilerinden biri eleştirel bakıştır. Yani üzerine düşündüğümüz aktiviteyi, bilgiyi, kavramı, olayı tüm ayrıntılarını tekrar gözden geçirerek ve sorgulayarak anlamaya çalışma eylemi. Böyle bir düşünme doğası gereği aktiftir yani değiştirici, dönüştürücüdür. Biyoloji felsefesi ise sanat felsefesi, din felsefesi gibi felsefenin dallarından biri olan bilim felsefesine dahildir.

Bilim ve felsefe ilişkisini iki genel anlamda düşünebiliriz. İlki felsefe yolu ile bilimsel aktivitelerimiz (örneğin araştırma soruları, yöntemler, deney tasarımları vb. aktiviteler) ve bilgilerimiz üzerine tekrar düşünerek, sorgulayarak onları anlamadır, böylece bilim felsefesi yapıyor oluruz. İkinci yol ise felsefe yaparken yani dünyayı ve yaşamı anlamaya çalışırken bilimi kullanmaktır. Böylesine yakın olan iki alanın -yani bilim ve felsefenin- birbiriyle sıklıkla iç içe girmesi kaçınılmazdır. Günümüzdeki birçok önemli filozofun aynı zamanda bilim insanı olması bu nedenledir. 

Biyoloji felsefesi ise özellikle biyoloji biliminin kavramlarını, araştırma süreçlerini, bilgilerini ve biyolojinin diğer bilim dallarıyla ilişkilerini inceleyen bilim felsefesi dalıdır. Biyoloji felsefesinin incelediği sorulara örnek verecek olursak:

-Fiziksel ve biyolojik süreçler arasında nasıl farklar vardır?
-Yaşam fiziksel bir süreç midir?
-Yaşamı sadece fiziksel bir süreç olarak ele almak biyoloji araştırmalarında nasıl bir yaklaşıma neden olur?
-Davranışlarımız daha çok kalıtsal özelliklerimizden mi, çevresel özelliklerden mi, yoksa gelişim süreçlerimizden mi kaynaklanır?
-Biyologlar deney tasarımlarında nelere dikkat eder?
-Deneylerde kullanılan organizmalar nasıl seçilir?
-Evrimsel süreçleri neler etkiler?
-Biyoloji verileri nasıl elde edilir, nasıl yorumlanır, nasıl saklanır?
-Bilişsel süreçler hayvanlara özgü müdür?

Örrnek olarak verilen bu soruların yanında biyolojideki tüm kavramlar da felsefenin inceleme konusu olabilir. Örneğin: çevre nedir, gen nedir, fenotip nedir, organizma nedir? 

Peki, biyolojinin açıklamaları genellikle hangi kavrama dayanır?

ABD’nin Washington eyaleti San Juan Adasında bulunmuş, taşa yapışmış deniz yosunu. Kaynak: Özlem Yılmaz

Belki bu soruya milenyuma girmeden önce cevap arıyor olsaydık, “genler,” “kalıtım,” “moleküller,” “popülasyon” gibi yanıtlarla karşılaşacaktık. Çünkü birkaç on yıl öncesine kadar genlerin canlılar üzerinde yoğun olarak belirleyici olduğu varsayılıyordu: eğer gen dizilimi bilinirse o canlıya ait tüm özelliklerin bilinebileceği, açıklanabileceği öngörülüyordu… Moleküler biyolojinin geçen yüzyılın ortalarında iyice hızlanmaya başlayan gelişimi de bu düşünceyle bir arada biyolojiye yön veriyordu. Oysa 21. yüzyılda biyolojinin temel kavramı deyince akla ilk önce “canlı” ya da “organizma” gelmeye başladı. 

Bu değişimin birbiriyle etkileşimli birçok nedeni var. Biyoloji bilimindeki gelişmeler ve değişimler, İnsan Genom Projesinin beklenen büyük dönüşüme yol açamamış olması ve iklim değişikliği bu nedenler arasında. Örneğin, İnsan Genom Projesi, tüm genomu açığa çıkarmayı, tüm özelliklerimizi anlamayı hedeflemişti. Ancak proje süresince hem proje çerçevesindeki araştırmalar hem de genel olarak moleküler biyoloji ve gelişim biyolojisi başta olmak üzere biyoloji alt dallarındaki gelişmeler, gen ve fenotip (yani genlerimiz ve özelliklerimiz) arasındaki ilişkinin tek yönlü ve direkt olmadığını, birbiriyle etkileşimli, çok karmaşık birçok sürecin hep birlikte her bir özelliğimizi oluşturduğunu gösterdi. Genler bu süreçlerin en önemlilerinden olmakla birlikte sadece biri. 

İkinci örnek: İklim değişikliği ve besin krizi, bitki bilimi araştırmacılarını temel tarım ürünlerinin ve doğadaki bitkilerin iklim değişikliği kaynaklı değişimlere (ki bu değişimler dünyanın farklı bölgelerinde farklı farklı olacaktır) nasıl yanıt vereceğini açıklayabilmeyi amaçlamalarına yol açtı. Bu da canlıların çeşitli çevresel koşullara yanıtlarının oldukça karmaşık ve dinamik biyolojik süreçlerle oluştuğunu ve bu süreçleri anlamak için canlıya bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşmak gerektiğini hatırlatmıştır. Bununla birlikte böyle bir bakış açısının, organizmayı merkeze alarak çevresiyle nasıl etkileştiğini bu etkileşimin organizmanın her düzeyinde hangi süreçlere karşılık geldiğini evrimsel, genetik, gelişimsel, fizyolojik ve ekolojik süreçleri bir arada göz önüne alarak değerlendirmesi gerektiğini gösterdi. Her bir birey -organizma- kalıtım süreçleri ve kendi yaşamından önceki çevresel süreçlerle atalarına bağlı olmakla birlikte, kendi yaşamındaki çevresel ve gelişimsel süreçlerin biricikliği nedeniyle kendine özgüdür de. Kısacası organizma merkezli perspektifler içeren araştırma programları, araştırma konularına daha bütünsel bir bakışla yaklaşacak, açıklanmak istenen biyolojik süreç, organizmayı oluşturan kompleks süreçler bağlamında bütünsel olarak değerlendirilecektir. 

20. yüzyıl başlarındaki biyoloji bilimi ve organizma kavramı

Peki birkaç on yıl önce biyoloji açıklamalarındaki temel yerine kavuşan organizma kavramının biyoloji felsefesinde baskın olduğu başka dönemler var mıdır?

Birçok araştırmacı bu soruya “20. yüzyıl başları” (yani günümüzden yaklaşık yüz yıl öncesi) diye yanıt verecektir. Bu dönem biyoloji içinde yoğun teorik tartışmaların olduğu, araştırmacıların temel kavramları, metodolojileri, yaklaşımları ayrıntılı şekilde sorguladıkları bir dönemdir. Biyoloji felsefesindeki diğer yaklaşımlarla birlikte organizma-merkezci biyolojinin de oldukça aktif olduğu bu döneme bakmak, biyoloji kavramlarının bugünkü hallerini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

Organizma-merkezci biyolojinin özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemlerde aktifleştiği ve geliştiği anlatılmaktadır. Dünya için oldukça telaşlı ve zor dönemlere denk gelen 20. yüzyılın ilk birkaç on yılı, biyoloji bilimi için son derece önemli zamanlardır. Darwin’in Türlerin Kökeni çalışmasının yayınının üstünden yarım yüzyıla yakın bir süre geçmiş, evrim biyolojisi, filogeni çalışmaları yayılmaya başlamış, Mendel’in kalıtımla ilgili çalışmalarının değeri anlaşılmış, Johannsen, ilk kez genotip ve fenotip ayrımını yapmış, bitki coğrafyası çalışmaları, diğer bitki biyolojisi alt dallarıyla etkileşip bitki ekolojisini doğuralı birkaç on yıl olmuş ve tüm bunlar ve daha nice yenilikler biyolojinin tüm alt alanlarında belirgin değişimlere ve yeni etkileşim hallerine yol açmıştır.[1]Organizma-merkezci biyoloji düşünce akımı içinde çok farklı politik görüşlerde olan ve kendi biyoloji felsefeleri ya da organizmacı düşünceleri de bununla etkileşimli halde gelişmiş olan araştırmacılar vardır; örneğin diyalektik materyalizm temelli ve sol-kanat politik düşüncelerini çalışmalarıyla ilişkilendirenlerin yanında, hayatının bir döneminde Nazilere yakın durmuş anti-komünist ya da ulusalcı araştırmacılar da vardır. 20. yüzyılın ilk yarısındaki organizma-merkezci biyologlar, Aristoteles, Kant, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, Engels, Whitehead gibi kendilerinden önceki birçok önemli düşünürden yoğun olarak etkilenmişlerdir.

Muazzam çeşitlilikteki karmaşık süreçleri yani canlıları inceleyen biyoloji biliminin felsefesinin de son derece kapsamlı ve karmaşık olması şaşırtıcı değildir. 20. yüzyıl başı biyoloji çevrelerine bakıldığında, her bir akım içindeki bu araştırmacıların, kendi aralarında da çok sayıda farklı düşünceler ve pozisyonlara sahip olmakla birlikte, birtakım belirgin özellikleri nedeniyle mekanizm[2]Türkçe felsefe literatüründe “mekanizm,” “mekanistik anlayış” ya da “mekanistik felsefe” şeklinde kullanılan bu terimin Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı “mekanikçilik” olarak veriliyor, vitalizm ve organizmacılık (ya da organizma-merkezci biyoloji) perspektiflerinden birinin altında değerlendirilebildiği görülecektir.

Bu üç kavrayıştan birine sahip olduğu düşünülebilecek araştırmacılar diğer kavrayışlardaki araştırmacılardan kopuk değildirler; birbirlerinin çalışmalarını izlemeye, değerlendirmeye, eleştirmeye ve zaman zaman diğer araştırmacılarla birlikte ortak çalışmalar yapmaya devam etmişlerdir. Bu kavrayışları sınırları net ve katı bir halde düşünmektense, zaman zaman birbirleriyle kesişim halinde ve her zaman birbiriyle ve dönemlerinin sosyal, politik ve kültürel yaşamlarıyla etkileşimli olan düşünce süreçleri olarak ele almak onları daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Kökleri çok eski olan bu temel kavrayışlar günümüze kadar uzanan süreçlerdir.

Mekanizm düşüncesi biyoloji biliminin, fizik ve kimya biliminin metodolojileri ve kavramsal çerçeveleriyle işleyebildiğini savunur, yani fizik ve kimya canlıları anlamak ve açıklayabilmek için yeterlidir. Biyoloji felsefesi ve tarihi çalışan araştırmacılar, biyolojideki mekanizm yaklaşımını ikiye ayırır.[3]Örneğin:Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283. Açıklayıcı mekanizm daha metodolojik bir yaklaşımdır ve biyolojik mekanizmaları parçalara ayırarak analiz etmeyi hedefler.[4]Bu yanıtları az önceki örnekte söz ettiğimiz insan özellikleri (fenotip) gibi düşünebiliriz. Fenotip, canlıların bilim insanları tarafından ölçülen ya da gözlemlenen, genotip dışındaki, bütün özelilerini ifade edebilir. Felsefi mekanizm ise açıklayıcı mekanizmi içerir fakat daha derin bir pozisyondur, canlıları makinelerle tamamen eş tutar ve parçalarını ve parçaların birbirleriyle nasıl ilişkilendiklerini anlamanın bir makineyi anlar gibi canlıları da anlayabilmemize yol açacağını var sayar.

Vitalizm ise fizik ve kimyanın metodolojilerinin ve teorik çerçevelerinin canlıları anlamak ve açıklamak için yeterli olamayacağını çünkü canlılarda cansızlarda olmayan birtakım özellikler (ya da vital güç) olduğunu savunur.

Organizma-merkezci biyoloji ise biyoloji biliminin konusu olan canlıların, yalnızca fizik ve kimyanın metodolojileri ve teorik çerçeveleri ile açıklanamayacağını biyoloji biliminin kendi metodolojileri ve kavramları olduğunu savunur; çünkü biyolojinin konusu olan canlılar, cansızlardan farklıdır. Ancak bu farklılık bilimsel olarak açıklanamayacak vital güç ve benzeri bir özellik nedeniyle değil, canlıların organizasyonu ile ilgilidir. Bilimsel sorgulama ve araştırmaya açıktır.

Organizmalar çevreleriyle etkileşimleri üzerinden kendi organizasyon hallerini aktif olarak sürdüren biyolojik varlıklardır. Çevre-organizma etkileşimi hem organizmaların fizyolojik süreçlerini hem de organizmaların hep birlikte evrim süreçleri boyunca geçirdikleri değişimleri oluşturur. Organizmalar yaşamsal ihtiyaçları (ya da diğer bir deyişle kendilerini sürdürebilmeleri) için çevreleriyle sürekli bir etkileşime bağlıdırlar. Çevrelerinden aldıkları sinyalleri bedenlerinde dağıtıp bu sinyallerin kendi sistemleriyle etkileşimi üzerinden yaşamlarını aktif olarak sürdürürler ve bu sırada çevrelerini etkilerler. Organizma sistemi fizyolojik, evrimsel, ekolojik, genetik, epigenetik ve gelişimsel süreçlerle oluşmuştur ve tüm bu süreçlerin ona kazandırdığı çevre-etkileşim potansiyellerine sahiptir.

Organizmaları anlama ve açıklama çabalarımız -yani biyoloji bilimi-, fizik ve kimya gibi diğer doğa bilimleriyle uyumlu olmakla birlikte kendine özgü metodolojiler ve kavramlar da içerir. Organizmalar, onları oluşturan parçaların toplamından çok daha fazlasıdır; aktif olarak çevresiyle etkileşip kendini sürekli olarak oluşturan sistemlerdir. Organizmaları bu bakış açısıyla bütünsel olarak değerlendirmek onları daha iyi anlamamıza olanak verebilir.[5]Yazıda kullanılan kaynaklar:

Allen, G. E. (2005). Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.

Baedke, J. (2019). O organism, where art thou? Old and new challenges for organism-centered biology. Journal of the History of Biology, 52(2), 293-324.

Gannett, L. (2008). The Human Genome Project. The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (eds.)

Nicholson, D. J. (2014). The return of the organism as a fundamental explanatory concept in biology. Philosophy Compass, 9(5), 347-359.

Nicholson, D. J. & Gawne, R. (2015). Neither logical empiricism nor vitalism, but organicism: what the philosophy of biology was. History and philosophy of the life sciences, 37(4), 345-381.

Yılmaz, Ö. (2022). Biyoloji Felsefesinde Organizma Kavramı. Kilikya Felsefe Dergisi, 1(1), 78-86.

Yilmaz, Ö. (2024). Return of the organism? The concept in plant biology, now and then. Theoretical and Experimental Plant Physiology. (yayın aşamasında.
)

Özlem Yılmaz Silverman
Bağımsız araştırmacı

 

 

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Organizma-merkezci biyoloji düşünce akımı içinde çok farklı politik görüşlerde olan ve kendi biyoloji felsefeleri ya da organizmacı düşünceleri de bununla etkileşimli halde gelişmiş olan araştırmacılar vardır; örneğin diyalektik materyalizm temelli ve sol-kanat politik düşüncelerini çalışmalarıyla ilişkilendirenlerin yanında, hayatının bir döneminde Nazilere yakın durmuş anti-komünist ya da ulusalcı araştırmacılar da vardır. 20. yüzyılın ilk yarısındaki organizma-merkezci biyologlar, Aristoteles, Kant, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, Engels, Whitehead gibi kendilerinden önceki birçok önemli düşünürden yoğun olarak etkilenmişlerdir.
2 Türkçe felsefe literatüründe “mekanizm,” “mekanistik anlayış” ya da “mekanistik felsefe” şeklinde kullanılan bu terimin Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı “mekanikçilik” olarak veriliyor
3 Örneğin:Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.
4 Bu yanıtları az önceki örnekte söz ettiğimiz insan özellikleri (fenotip) gibi düşünebiliriz. Fenotip, canlıların bilim insanları tarafından ölçülen ya da gözlemlenen, genotip dışındaki, bütün özelilerini ifade edebilir.
5 Yazıda kullanılan kaynaklar:

Allen, G. E. (2005). Mechanism, vitalism and organicism in late nineteenth and twentieth-century biology: the importance of historical context. Studies in History and Philosophy of Science Part C: Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences, 36(2), 261-283.

Baedke, J. (2019). O organism, where art thou? Old and new challenges for organism-centered biology. Journal of the History of Biology, 52(2), 293-324.

Gannett, L. (2008). The Human Genome Project. The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (eds.)

Nicholson, D. J. (2014). The return of the organism as a fundamental explanatory concept in biology. Philosophy Compass, 9(5), 347-359.

Nicholson, D. J. & Gawne, R. (2015). Neither logical empiricism nor vitalism, but organicism: what the philosophy of biology was. History and philosophy of the life sciences, 37(4), 345-381.

Yılmaz, Ö. (2022). Biyoloji Felsefesinde Organizma Kavramı. Kilikya Felsefe Dergisi, 1(1), 78-86.

Yilmaz, Ö. (2024). Return of the organism? The concept in plant biology, now and then. Theoretical and Experimental Plant Physiology. (yayın aşamasında.

Durmuş Ali Demir

Sabancı Üniversitesi arşivinden.

Durmuş Hocamızı böylesine genç yaşta kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim. Öncelikle ailesine ve fizik camiasına baş sağlığı diliyorum. Çok zor bir durum ama hocamızın yaşadığı olağandışı hayatla anılması ve örnek alınmasını umarak birkaç söz söylemek istiyorum.

İnsanı en ilginç kılan şeylerden birisi, hayatının başlangıç koşulları ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun, bilim üretmede ve düşünmede en ileri aşamaya ulaşabilme yetisi.  Bu tabii ki çok zor ve sık karşılaşılan bir durum değil. İyi bilimci olmak zor bir iş, ama hayata Anadolu’nun en dezavantajlı yerlerinden başlayıp, bilimin en üst düzeylerine ulaşmak ve buralarda üst düzey araştırmalara bir ömür boyu devam etmek ayrıca zorlu bir iş.  Bizim topraklardan bunu başarabilmiş ender insanlardan birisi Durmuş Hoca, bu yüzden çok ilham verici bir yaşantısı olduğunu düşünüyorum.

Durmuş hoca ile 2008’den bu yana devamlılık arz eden bir diyalog içindeydik.  O yıl onu İYTE’de birkaç günlüğüne ziyaret etmiştim.  Birbirimizi gıyaben (yaptığımız çalışmalardan ötürü) tanıdığımız için beni davet etmişti ve o yaz birkaç günlüğüne bir araya geldik.  Sabah İzmir’den İYTE’ye servisle giderken başlayan muhabbetimiz (muhabbet derken çoğunlukla fizikte spesifik problemlerle ilgili düşünce alışverişleri) akşam yemeğinin sonuna kadar devam etmişti.

Bu yazı vesilesiyle 2008’den başlayan eski e-postaları da kontrol ettim. Pek çoğu çok zor sayılabilecek konularda fikir alışverişleri, kafamızı karıştıran şeylerin, zorlukların olabildiği en berrak haliyle ifade edilmesi… Aslında araştırma konularımız yakın değildi ama yine de birbirimizle anlamlı konuşabilecek düzeyde yakındık. Ne çok uzak ne çok yakın.  Kuantum kromodinamiğinde kütlenin oluşumu, temel parçacıkların hapsolması, tünelleme olayları (instanton dediğimiz olaylar), ayar teorilerinin topolojik fazlarına varan enteresan diyaloglar…

Mesajların epey bir kısmı da “Kopenhag’dan merhaba, Aspen’den merhaba, Paris’ten merhaba” diye başlıyor, teknik bir diyaloga giriyor, sonra da bir yerinde “Ha, unutmadan bu arada Misha’yla (hem Voloshin, hem Shifman) seni andık, Maxim’le (Pospelov) seni andık, Tony’le (Gergetta) seni andık, Fernando (Quevedo) ile seni andık (ki bunların hepsi üst düzey bilimciler) diye bir saygı ibaresi ile son buluyordu.  Bir şekilde onun Minnesota’daki çevresini ben de iyi tanıyordum hem sosyal hem bilimsel olarak, bu da hep ortak bir nokta oldu aramızda.

Ve zaman zaman  zorluklara karşı bir yol arkadaşlığı, birbirini destekleme, iyi niyet temennileri.  Aslında yollarımız da benzerdi. Ama bu konu üzerine bir kere bile konuşmadık. Gerek yoktu.

Öte yandan iyi teorik fizik yapan insanların bir kısmı, aslında kendileri ile baş başa kaldıklarında, bu hayata dair daha mütevazi bir duruş sergilerler.  Bir nevi bizim kültürdeki derviş-vari bir duruş.  Mesele şu ki, her ne kadar doğaya dair bir şeyler anladığımızı düşünsek de ve bu bizi çok heyecanlandırsa da anlamadığımız şeylerin büyüklüğünün/çokluğunun farkındalığı ve anladığımız şeylerin küçüklüğü aslında taşımak zorunda olduğumuz bir yüktür. Bu da bir nebze alçakgönüllü bir duruş sergilemesine neden olur insanın, en azından bazı insanların.  Yani bu yolculuğumuza anlam katan şey, bir yandan da bize ne kadar küçük olduğumuzu hatırlatır.

Durmuş Ali Demir (2007, Hamburg, Güleser Demir’in arşivinden)

Hatırlar mıydı bilmem ama 1995’te Bilkent Üniversitesi, Fizik Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyken cumartesi günleri ODTÜ’de Namık Kemal Pak’ın kuantum mekaniği derslerine gidiyordum. Namık Hoca o zaman TÜBİTAK başkanıydı ve çok genç bir Durmuş Hoca bu dersin asistanıydı. Bu ders de problem saatleri de epey üst düzeydi ve mükemmel bir deneyimdi diyebilirim. Kitap yine bizim topraklarla ilgili bir insan olan Merzbacher’in kitabıydı. Ailesi II. Dünya Savaşı öncesi 1935’de Almanya’dan Türkiye’ye sığınmıştı ve 1947’ye kadar Türkiye’de yaşamıştı. Benim kisisel hikâyemde de kuantum mekaniğindeki WKB analizine ve asimptotik analizlere ilk ilgim bu ders sırasında başladı. Bir problem çözme saatinde Durmuş Hoca’nın tartıştığı bir metot çok hoşuma gittiği için Migdal’ın “Kuantum mekaniğindeki kualitatif (yaklaşık, keskin olmayan) metotlar” adlı kitabını çalışmaya başlamıştım.  Bu dersten yaklaşık 20 yıl sonra bu analizlerin aslında (ders kitaplarında anlatıldığı gibi) yaklaşım değil, kesin metotlar olduğunu anlamaya başladım. Son on yıl içerisinde bu metotlar kuantum mekaniğinde ve kuantum alan teorisinde zor bir takım soruların çözülmesini sağladı ve şu anda, hem teorik fizikte hem de matematikte pek çok derin araştırmacıyı cezbeden bir araştırma konusu. 

Bu dersle ilgili ikisine de çok derin bir minnet borcum var.   Ayrıca Durmuş Hoca ve onun gibi  Anadolu’nun ücra yerlerinden çıkan insanlarımızın, bilimin en üst düzeyine ulaşabilmesi ve insanlığa bir katkı verebilmesi için eğitimde fırsat eşitliği sağlamayı prensip edinen Cumhuriyetimize hepimizin bir minnettarlığı olması lazım.

Mithat Ünsal (North Carolina Devlet Üniversitesi, Fizik Bölümü)


Durmuş Hocamız ne yazık ki gencecik yaşta aniden aramızdan ayrıldı. Ailesi, dostları, ve yakınları için olduğu kadar Türkiye ve dünya fizik camiası için de çok acı ve büyük bir kayıp. Durmuş Hoca örnek bir bilim insanı ve gerçek bir fizikçiydi. Konusuna tamamen hakim fakat konusuna uzak dallar hakkında da bilgili, söz sahibi, meraklı, keskin bir iç görüye sahip, aynı zamanda mütevazi… Fizik tartışırken heyecanını gözlerinden okurdunuz.

Aramızdan ayrıldı ama eseri ortada ve insanlık var olduğu sürece, umuyorum, erişilebilir olarak kalacak ve işleri diğer bilimcileri ve sonraki nesilleri etkilemeye devam edecek. Sanırım yaratıcı bir meslek sahibi olmanın da en güzel tarafı bu.

Burada elimden geldiği kadarıyla Durmuş’un teorik fiziğe yaptıgı önemli katkılardan bahsetmek istiyorum. Durmuş, aslen bir teorik parçacık fizikçisiydi. Teorik parçacık fiziği yelpazesinde ise, daha çok, deneysel parçacık fiziğine yön veren, standart model dediğimiz, parçacık fiziğinin genel olarak kabul görmüş temel teorisinin deneysel sonuçlarını irdeleyen parçacık fenomenolojisi tarafına yakındı. Yalnızca standart modelin sonuçlarını incelemekle kalmadı elbette, onun mümkün farklı açılımlarını, daha gelişmiş `süpersimetrik’ uzantılarını,  parçacık fiziğini gravitasyonla birleştiren süpergravite teorilerini ve bambaşka alternatifleri de araştırdı ve bu alanların bir uzmanı oldu.

Aynı zamanda CERN’deki parçacık dedektörlerinden CMS kolaborasyonunun Türkiye’den bir temsilcisi ve aktif bir üyesi olarak binlerce atıf alan deneysel ve fenomenolojik parçacık fiziği makalelerine imza attı. Fakat ben, tanıdığım kadarıyla, Durmuş’un tam anlamıyla teorik olan makaleleriyle anılmak isteyeceğini düşünüyorum.

Durmuş Ali Demir (2019- Güleser Demir’in arşivinden)

Bunlardan en iyi bilinen ikisi standart modelin süpersimetrik versiyonu üzerinedir. Bunu biraz açmaya çalışalım. Temel parçacıkların esas özelliklerinden biri “spin”leridir. Bunu parçacıkların öz, kuantum mıknatısları gibi düşünün, yani rotasyon ya da manyetik alan altında hangi kuantum durumunda olduklarını belirleyen bir özellik. Örneğin elektron iki spin durumunda bulunabilirken, yani “yarı-spinli” iken, standart modeldeki Higgs bozonu spinsizdir, başka bir deyişle “sıfır spinli”dir. Parçacıklar yarı-spinli (elektron, proton, nötrino vs) ya da tam-spinli (Higgs bozonu, ayar bozanları, graviton) olarak ikiye ayrılırlar. Süpersimetri bu iki farklı spin türüne sahip parçacıkları birbirine dönüştüren bir transformasyon. Yani süpersimetrik standart modelde yarı-spinli ve tam-spinli parçacıklar aslında aynı parçacığın farklı kuantum durumları olarak tezahür ediyor. Çok yüksek enerjilere çıktığımızda, mesela CERN’deki proton çarpışmalarında ulaşılan enerjinin çok daha üzerinde, evrenin bu süpersimetri özelliğine sahip olması kuvvetle mümkün, ve bu, bir teorisyen için standart modelin çözemediği bilmeceleri çözebilmesi açısından çok güzel ve çekici bir prensip. Durmuş 1999’da ICTP’de doktora sonrası araştırması sırasında yazdığı makalesinde[1]Demir, D. A. (1999). Effects of the supersymmetric phases on the neutral Higgs sector. In Physical Review D (Vol. 60, Issue 5). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.60.055006 süpersimetrik standart modeldeki Higgs parçacığının dinamiğini etkileyen belirli (elektrik yükü ve parite simetrisini birlikte kıran fazlardaki) çeşitli kuantum düzeltmeleri hesapladı. Bunu ilk başaran insanlardan biri oldu. Bundan bir yıl önce de Cvetic ve diğerleriyle Pennsylvania Üniversitesinde’yken yazdığı makalesinde[2]Cvetič, M., Demir, D. A., Espinosa, J. R., Everett, L., & Langacker, P. (1997). Electroweak breaking and the μ problem in supergravity models with an additional U(1). In Physical Review D (Vol. 56, Issue 5, pp. 2861–2885). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.56.2861 ise süpersimetrik gravitasyon teorisininde zayıf nükleer kuvvetin kırınımını inceleyen, gene standart bir referans haline gelmiş önemli makalelerden birine imza attı. Bunun gibi daha birçok dünyaca tanınan makalesi vardır.

Durmuş, kabına sığmayan, çok yaratıcı bir fizikçiydi. Birçok atıf almış tek yazarlı 30 makalesi bulunduğunu hatırlatalım. Mesela son çalışmalarından birinde,[3]Demir, D.A. (2023) Emergent Gravity Completion in Quantum Field Theory, and Affine Condensation in Open and Closed Strings, e-print:  2312.16270 [hep-th]  standart modeli geçerli olduğu en yüksek enerji seviyesine taşıdığımızda uzay-zamanın eğriliğini belirleyen bir yoğuşma (condensate) ile karşılaşacağımızı, ve bunun sicim teorilerinde de gerçekleşebileceğini söyleyen gayet çarpıcı bir önerme var.  Sınırsız hayal gücünü eserine aktarmayı başarmış olan bu mükemmel fizikçiyi sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Eseri yaşamaya devam edecektir.

Umut Gürsoy (Bilim Akademisi üyesi, Utrecht Üniversitesi, Fizik Bölümü) 


Eski Yunan’da ölenler için arkalarından hayatları ile ilgili yazı (obitiuary) yazmazlarmış, toprağa verirken sadece “Bu hayatta hevesi neydi?” diye sorarlarmış.[4]Bunu Hollywood filmi Serendipity’de geçen bir diyalog dışında doğrulayan net bir kaynağa rastlamadım. Konunun Sokrates’in öğrencilerinden Aristippus ile ilişkilendirildiğini öğrendim. Bu, vefatına hâlâ inanmakta zorlandığımız çok sevgili Durmuş Ali Demir’in öğrencilerine yer yer anlattığı bir hikâyeydi ve bu hayatta bir amaç için yaşamayı belli ki kendisine şiar edinmişti. Şok ve derin üzüntüyü bir arada yaşadığım bu günlerde bir yandan Durmuş Hoca hakkında bir yazı kaleme almanın zorluğu diğer yandan ise hocamız hakkında çok daha fazlasını söyleme gerekliliği arasında gidip geliyorum. Bu yazıda kendisinin de mutlu olacağını düşündüğüm bir konudan, bu hayattaki hevesinden bahsedeceğim. Dilim döndüğünce hayatından kesitlere de yer vermek istiyorum zira içinde çıkarılacak dersler olduğunu düşünüyorum.

1969’da Silifke’nin bir Yörük köyünde talihsiz bir olayla, iki yaşındaki abisinin vefat ettiği bir ortamda dünyaya gelen Durmuş Ali Demir’in abisi için çıkarılan kimlik kendisine verilmiş ve adeta hayata iki yıl ileriden başlamıştı.[5]Bu hikâye farklı zamanlarda Devrim Köseoğlu ve Tuğrul Senger’e bizzat Durmuş Hoca tarafından anlatılmıştır. Bu şartlarda hayata başlayan birisinin ilerleyen yıllarda bilim dünyasında da ileriden gitme, öncü olma misyonları edineceğini kimse hayal dahi edemezdi. Kendisi ile bir defasında babası da profesör olan bir fizik profesöründen bahsederken “Babası bizimki gibi yoldan geçen sıradan birisi değil’’ demişti,  ortadaki asıl başarı öyküsünün kendisi olduğunu unutmuşçasına.[6]Bu belki de onun hayatta belirli bir noktaya kadar yaşadığı imkânsızlık ve zorlukları kendi tarzıyla dillendirme şekliydi tam bilemiyorum. Bu türden şeyleri hiçbir zaman gündeme getirmedi ve herhangi bir şey için bir bahane olarak görmedi.

Durmuş Hoca’nın lise yıllarından bir kare (sağda ders çalışan- Güleser Demir’in arşivinden)

Durmuş Hoca, zorunlu hizmet karşılığı yatılı olarak Ankara’daki Meteoroloji Teknik Lisesinde okur ve 1986’da mezun olur. Sonrasında girdiği Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Elektrik ve Elektronik Bölümünde okurken zorunlu hizmet olarak Meteoroloji Genel Müdürlüğünde nöbet tutacaktır.[7]Prof. Dr. Durmuş Ali Demir Vefat Etti, Meteoroloji Genel Müdürlüğü,  https://www.mgm.gov.tr/kurumsal/kurumdanhaberler.aspx?y=2024&f=durmusalidemir

Öncesini bilmemekle birlikte üniversite yıllarında fizik aşkının olduğunu biliyoruz, zira ODTÜ’de mühendislik okurken Fizik Bölümü’nde de yandal programını bitirip sonrasında fizikten devam edecektir. O yıllarda kendisinin Fizik Bölümü’ndeki hocaları Metin Durgut ve rahmetli Namık Kemal Pak akademik hayatının şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır. Dört yıl gibi bir sürede hem master hem de doktora programını bitirmiş olması bir yana 10’a yakın makale yazmayı başarmıştır.[8]O kadar çalışkandı ki asker olarak Ankaraya atandığında sadece hafta sonları bölüme gelip çalışarak üç adet makale yazmayı başarmıştı. Bunun altında yatan en büyük etken Durmuş Hoca’nın bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve neredeyse günde 24 saat çalışmasıydı. Daha sonraki yıllarda Namık Hoca, bana ve diğer öğrencilere hep Durmuş Hocayı örnek gösterirdi ve ondan bahsederken gözleri parlardı. Durmuş Hoca’nın doktora yaptığı yıllarda Namık Hoca TÜBİTAK’ta görevliydi ve Durmuş Hoca doktora çalışmalarının çok büyük kısmını sevgili T. M. Aliev Hoca ile yapmıştı. Aliev Hoca’yı doktora hocası olarak gördüğünden bahsederdi, elbette Namık hocanın hayatındaki yerini ve hakkını teslim ederek yapardı bunu. Benim gözlemlediğim kadarıyla her ikisiyle de çok özel bir ilişkisi vardı ve onun hayatında çok büyük bir yer edinmişlerdi. Birbirlerine olan muhabbetlerine defalarca şahit olmuşumdur. 10 Kasım 2015’te Ankara’da Namık Hoca’ya son kez veda ederken Durmuş Hocanın duygularını anlayamamıştım. O kadar çok sevdiği hocasının kaybını büyük bir metanetle karşıladığını görüyordum. Sonradan öğrendim ki haftalarca kendine gelememiş.

Durmuş Ali Demir (2002, ABD- Minnesota ofisinde, Güleser Demir’in arşivinden)

Benim Durmuş Hoca’yla ilk gerçek temasım 1990’ların ikinci yarısında olmuştu, Amerika’dan ODTÜ Fizik Bölümü’ne ziyarete geldiğinde Aliev Hoca ile üçümüz çimlerde oturmuş fizik ve hayattan konuşmuştuk. Sonrasında yemek yemiştik. İlk defa o zaman tam anlamıyla şahit oldum o inanılmaz heyecan ve enerjisine. 29 Mart 2024 Cuma günü Durmuş Hoca için ODTÜ’de yaptığımız Anma Töreni’nde Altuğ Özpineci “Belki başarısı değil ama heyecanı bulaşıcıydı” diyerek bunu  çok güzel ifade etti. Gerçekten de onunla konuşup bahsettiği konuya ilgisiz kalmanız olası değildi. Etkisi hemen sizi sarar ve size inanılmaz bir pozitif enerji ve motivasyon verirdi. Onunla ilgili dikkatinizi çeken ilk şey buydu.

Doktoramda iki Higgs dubletli modeller çalışırken Durmuş Hoca süpersimetri çalışmaya başlamıştı. Süpersimetri ilerleyen yıllarda bizi bir araya getirip birlikte çalışmamıza fırsat verecekti. Süpersimetrik bir teoride süpersimetrik kısmı atarsak iki Higgs dubletli  bir teoriye indirgenir, dolayısıyla benim de doktora sonrası dönemde süpersimetriye olan ilgim arttı.  2005’te Durmuş Hoca bir eposta ile birlikte çalışmayı teklif etti. Bu benim için elbette çok mutluluk vericiydi. Durmuş Hoca’nın her konuda yaydığı pozitif enerji, motivasyon ve derin fizik bilgisi, her açıdan tatmin edici bir iş birliği ve deneyim fırsatıydı. Akademik konularda eposta yazarken çok detaylı ve uzun yazmakla bilinirdim; ta ki Durmuş Hocadan epostalar almaya başlayana kadar. Bu konuda benim epey üst bir versiyonumdu. Diğer yandan benim bir epostaya cevap yazmam epey zaman alırken Durmuş Hoca’nın hızına yetişmem neredeyse imkansızdı. Gecenin her saati yazardı. Yazdığı aralıklara bakınca günde en fazla 3-4 saat uyuduğunu görebilirdiniz. Sonradan bu konu üzerine konuşurken az uykunun ona yettiğini söylemişti. Sanki uyumayı zaman kaybı gibi görüyordu ve kendini çalışmak ve fizik düşünmekten alamıyordu. Yaklaşık dört yıl hiç yüz yüze görüşmeden, uzaktan çalışarak devam ettik. 2010’da uzun bir aradan sonra TÜBİTAK’ın davetiyle Türkiye’ye geldiğimde kendisiyle hem İzmir’de hem de İstanbul’da bir araya gelme fırsatı buldum. Aslında şimdi düşününce bu fırsatların tamamını Durmuş Hoca’nın yarattığını fark ediyorum. Ailemi bile doğru düzgün göremeden Kerem Cankoçak’ın annesinin evinde bir haftasonu geçirmiş ve çalışmıştık.  Birçok başka şeyin yanında iki bileşenli bir karanlık madde senaryosu ışığında o zamanlar oldukça revaçta olan PAMELA FERMİ-LAT deneyinin pozitron akı fazlalığı ölçümü üzerine yazmış olduğumuz makalenin temellerini atmıştık.[9]Demir, D. A., Everett, L. L., Frank, M., Selbuz, L., & Turan, I. (2010). Sneutrino dark matter: Symmetry protection and cosmic ray anomalies. In Physical Review D (Vol. 81, Issue 3). American Physical Society (APS). O hafta sonu ne zaman uyudu ben şahit olmadım.

Konu fizik olunca bunu bir iş, meslek gibi görmezdi; asıl amacının gerçek manada doğayı anlamak olduğunu çok net hissedersiniz. Konu makale yazmak değil, doğayı anlamaktı. Ankara’da Durmuş Hoca’nın Anma Toplantısı’nda sevgili Ali Ulvi Yılmazer “Doğayı bu denli anlamaya çalışan birisine, doğa çok daha toleranslı ve lütufkar olmalıydı” dedi. Buna katılmamak elde değil.

Durmuş Hoca (Akyaka, 2015, Güleser Demir’in arşivinden)

Örneğin, akademik hayatının büyük kısmını harcadığı süpersimetrinin en azından düşük enerjilerde doğada olmayacağını anladığımızdaki tepkisi bu kararlılığına bir gösterge olarak alınabilir. Düşük enerjilerde süpersimetrinin varlığı, diğer bir takım motivasyonlara ek olarak, Higgs kütlesinin doğallığı problemine de bir çaredir, dolayısıyla bu ihtimal ortadan kalktığında süpersimetriye olan ilginin de azalması kaçınılmazdı. CERN’deki Büyük Hadron çarpıştırıcısından elde edilen verilerle, süpersimetriyle ilgili bu durum tam netleşmeden Durmuş Hoca ümidini çoktan kesmişti. Artık süpersimetri çalışmak istemiyordu, çünkü  bu kavram artık doğanın bir parçası değildi ona göre. Bu bence onun ileriyi görebilme becerisinin bir örneğiydi. Tabloyu böyle görmeyen birçok tanınmış fizikçi vardı ve onlar bu konular üzerine çalışmaya devam ediyordu. Bir konuşmamızda bu konuyu masaya yatırıp şöyle ortak bir kanıya varmıştık: Biz doğulu fizikçiler batıdaki meslektaşlarımıza göre daha duygusaldık ve onların gösterdiği profesyonelliği gösteremiyorduk. İnanmadığımız şeylerle ilgili çalışamıyorduk ve bu bizim için önemliydi.

Süpersimetrinin bulunamayışı durumuna 4 Temmuz 2012’de Higgs parçacığının bulunması eklendiğinde bilimsel makalelerde dillendirilen “kabus senaryosu”nun tam da ortasında bulduk kendimizi. Bence bu kabusu en derinden yaşayanlarımızdan birisi de Durmuş Hocaydı. Higgs’in keşfi kucağımızda problemlerin en büyüğünü bulmamıza neden olmuştu.  Durmuş Hoca Higgs’in keşfini kutlamak yerine sonrasındaki bu büyük problemle her zamankinden daha ciddi ilgilenmeye başlamıştı.[10]Higgs parçacığının var olabileceğini ilk kez dillendiren ve 2013 Nobel Fizik Ödülünü François Englert ile paylaşan İngiliz fizikçi Peter Higgs 8 Nisan 2024’te Durmuş Hoca’dan kısa bir süre sonra vefat etti.

Peki bu büyük problem neydi? Higgs mekanizması ve parçacığının işlevi, teorideki bazı vektör bozonlara ve fermiyonlara kütle kazandırmaktır. Bütün fermiyonların aynı kütlede olmayıp hiyerarşik bir yapı gözlemlenmesi de, kuramsal olarak hesaplanmayan ancak ölçüm yoluyla değerleri belirlenebilen Yukawa parametrelerinin sahip olduğu farkı değerlere bağlanıyor. Higgs’in sahip olduğu kütle değeri $125 GeV$ olarak ölçüldü. Kuramsal olarak bu kütlelere kuantum düzeltmeleri kaçınılmaz olup, teori hangi enerji skalasına kadar geçerli ise o skalaya kadar (o skalaya $\Lambda$ diyelim) bir-ilmek seviyesinde enerji-momentum integrallerinin hesaplanması icap eder. Hem fermiyon kütleleri hem de vektör bozonlar sahip oldukları simetrilerin sonucu olarak ancak Log($\Lambda$) şeklinde kuantum düzeltmeleri içerirler. Dolayısıyla $\Lambda$ çok büyük dahi olsa (mesela GUT skalası olarak bilinen $10^{16} GeV$ olarak alınabilir/) düzeltme küçük bir sayıya karşılık gelir. Diğer yandan Higgs parçacığının kütlesi söz konusu olduğunda problem ortaya çıkmaktadır. Maalesef bu sektörde bir simetri mevcut olmadığından Higgs kütle karesine logaritmik değil direkt $\Lambda^2$ ile orantılı düzeltmeler gelmekte olup $\Lambda$, $10^{16} GeV$ alındığında $10^{32} GeV^2$ beklerken kütle değerinin nasıl olup da 125 GeV ölçüldüğünün anlaşılabilir bir tarafı yoktur. Kuramsal olarak bu Higgs kütlesinin kuantum düzeltmeleri altında stabilize edilememesi anlamı gelmektedir.

Durmuş Ali Demir (Güleser Demir’in arşivinden)

Bu noktada süpersimetriye dönüp varlığının neden bu kadar önemli olduğundan bahsedelim. Eğer elimizdeki teori (Standart Model) $10^{16} GeV$ gibi yüksek bir enerji skalasına kadar geçerli olmayıp, $10^3 GeV$ gibi düşük bir skalada süpersimetrik bir teoriye yerini bırakırsa bu teoriden gelen yeni kuantum düzeltmeleri neredeyse birebir önceki katkıları götürüp stabilizasyon problemini ortadan kaldırabiliyor. Her şey süpersimetrinin öngördüğü parçacıkları $10^3 GeV$ gibi bir enerji skalasında bulmaya bağlı. Bu parçacıklar var olup daha yüksek bir skalada ortaya çıksalar dahi bu büyü bozuluyor ve mekanizma istenildiği gibi çalışmıyor. Gelinen noktada bu düşük enerjilerde süpersimetrinin olmadığını anlamış durumdayız ve Higgs kütlesinin stabilize edilmesi problemine başka yaklaşımlar bulmak zorundayız.

Durmuş Hoca  uzun zamandır kütle çekim teorisi ile Higgs alanının ilişkili olduğunu düşünüyordu. Her konuşmamızda Higgs’i açıklayabilecek başka hiçbir seçeneğin kalmadığını ve kütle çekim teorisinden ortaya çıkan geometrik kaynaklı bir şey olmak durumunda olduğunu ifade ediyordu. Türünün tek örneği olan Higgs’i, kuantum hali bilinmeyen kütle çekimi teorisi ile ilişkilendiriyordu.  Bu benim literatürde karşılaştığım türden bir fikir değildi. Bu çalışmalarının biraz netleştiği 2016’da yapmış olduğu bir yayın vardır.[11]Demir, D.A., (2016) Curvature-Restored Gauge Invariance and Ultraviolet Naturalness. Adv. High Energy Phys., 2016:6727805. ama symmergent gravity (oluşkan kütleçekimi) olarak adlandırdığı fikrini 2019’un ortasında yaptığı yayınla belirginleştirmiştir.[12]Demir, D.A. (2019)  Symmergent Gravity, Seesawic New Physics, and their Experimental Signatures. Adv. High Energy Phys., 2019:4652048. Bu, son haline sokmasına ömrünün vefa etmediği konudur. Fikir esasında 1967 yılında Sakharov tarafından ortaya atılan “induced gravity” fikrinin genişletilmesi ve ayar teorilerine uygulanması şeklinde açıklanabilir.[13]Sakharov, A. D. (1967) Vacuum quantum fluctuations in curved space and the theory of gravitation. Dokl. Akad. Nauk Ser. Fiz., 177:70–71. Özünde klasik bir kütle çekimi teorisinin temel bir kuvvet olmayıp oluşkan bir yapıya sahip olabileceğini öngörmekte.

Standart modeli eğri uzaylara taşımadan kütle çekimi ile ilgili bir bağlantı kurulamaz.  Diğer taraftan eğri uzayda kuantum alan teorisi düşünüldüğünde parçacıkların tanımlanmasına olanak yoktur. Bu sorunlardan dolayı oluşkan kütleçekimi yaklaşımında “etkin kuantum alan teorisi” kullanılmıştır. Bunu özünde klasik alan teorisine kuantum düzeltmelerinin yapılmış hali olarak düşünebiliriz. Durmuş Hoca, etkin kuantum alan teorisinin düz uzaydan eğri uzaya geçirildiğinde eğriliğin sadece ayar kısmında ortaya çıktığını göstermiştir. Bu durum ayar simetrisinin kırılmasına da neden olmaktadır ve halihazırda genel görelilik teorisini bünyesinde barındırmamaktadır. Teoride yukarıda bahsi geçen bir morötesi kesme enerji skalası Lambda varsa ve kuantum düzeltmelerinde bu kesme uygulanıyorsa ek olarak Poincare simetrisinin de kırılması söz konusudur. Vektör bozonların kütle kazanımı nasıl Higgs alanının dahil edilmesiyle anlaşılabiliyorsa, Poincare simetrisini kıran morötesi kesme parametresinin ayar simetrisini kırmadan tanımlanabilmesi için afin eğriliğinin aksiyonunun dahil edilmesi ile mümkün olabilmektedir. Bu şartlarda genel görelilik teorisi elde edilebilirken ayar simetrisini kıran terimler de ortadan kalkmaktadır. Genel görelilik teorisini düzgün şekilde elde edebilmek için Standart Model parçacıklarına ek olarak bozon ve fermiyonlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ek parçacıkların Standart Model ile etkileşme zorunluluğu yoktur ve bu yeni sektör kara veya kapkara sektör olarak adlandırılmıştır. Oluşkan kütleçekimi teorisi olarak adlandırılan bu yapının çarpıştırıcılarda, astrofizik ve kozmolojide öngörülerini incelemek Hocamızın son güne kadar üzerinde çalıştığı konulardı. Kendisi artık hayatta olmasa da bu açmış olduğu yolun, çalışma arkadaşları ve diğer fizikçiler tarafından yürüneceğine olan inancım tamdır.

Bu vesile ile Hocamızın zamansız kaybı için hepimizin ve bilim camiasının başı sağ olsun diyorum. Yaratmış olduğu ekolün öğrencileri ve çalışma arkadaşları tarafından yaşatılacağına inanıyorum. Huzur içinde uyu sevgili Durmuş Hocam.

İsmail Turan (ODTÜ Fizik Bölümü, BAGEP 2014)

Durmuş Ali Demir, 1969’da (İsmail Turan’ın yukarıdaki yazısında belirttiği gibi asıl doğum tarihi 1969 olup, ağabeyinin kimliğini aldığı için resmi olarak 1967 görünmektedir.) Mersin ili Silifke İlçesi Çaltıbozkır Köyü’nde doğdu, ilkokulu burada bitirdi. Köyüne yakın bir ortaokul olmadığından ortaokulu ağabeyinin yanında Adana’da okudu.  Meteoroloji Teknik Lisesi’nde parasız yatılı olarak öğrenimini tamamladıktan sonra Meteoroloji Genel Müdürlüğü Telekomünikasyon Şubesinde mecburi hizmetine başladı.  Bu sırada üniversite sınavına girdi ve ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümünü kazandı. Üniversite eğitimi sırasında mecburi hizmetine devam etti.  1991’de ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği ve Fizik yandal programından mezun oldu. 1993’te ODTÜ Fizik Bölümünde yüksek lisansını ve 1995’te aynı bölümde doktorasını tamamladı.

 

Demir, 1996-1997 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi, 1998-2000 yılları arasında Abdus Salam Uluslararası Teorik Fizik Merkezi ve 2000-2003 yılları arasında Minnesota Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmalarını yürüttü. Alexander von Humboldt Vakfı Friedrich Wilhelm Bessel Araştırma Ödülünü alarak 2007-2008 yılları arasında Almanya elektron senkrotronu DESY’de çalıştı.  2003-2019 arası İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019’dan bu yana Sabancı Üniversitesi’ndeydi.

 

Durmuş Ali Demir’in aldığı diğer önemli ödüller arasında TÜBİTAK Teşvik Ödülü (2005), TÜBA GEBIP Ödülü (2004), Mustafa. N. Parlar Vakfı Araştırma Teşvik Ödülü (1997) ve Sedat Simavi Fen Ödülü (2001) bulunuyor.  Dünya Bilimler Akademisi (TWAS) ve Bilim Akademisi üyesiydi.[14]Durmuş Ali Demir Anma Sayfası, Sabancı Üniversitesi, https://www.sabanciuniv.edu/tr/prof-dr-durmus-ali-demir

 

Durmuş Hoca’yı 24 Şubat 2024’te aniden kaybettik.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Demir, D. A. (1999). Effects of the supersymmetric phases on the neutral Higgs sector. In Physical Review D (Vol. 60, Issue 5). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.60.055006
2 Cvetič, M., Demir, D. A., Espinosa, J. R., Everett, L., & Langacker, P. (1997). Electroweak breaking and the μ problem in supergravity models with an additional U(1). In Physical Review D (Vol. 56, Issue 5, pp. 2861–2885). American Physical Society (APS). https://doi.org/10.1103/physrevd.56.2861
3 Demir, D.A. (2023) Emergent Gravity Completion in Quantum Field Theory, and Affine Condensation in Open and Closed Strings, e-print:  2312.16270 [hep-th]
4 Bunu Hollywood filmi Serendipity’de geçen bir diyalog dışında doğrulayan net bir kaynağa rastlamadım. Konunun Sokrates’in öğrencilerinden Aristippus ile ilişkilendirildiğini öğrendim.
5 Bu hikâye farklı zamanlarda Devrim Köseoğlu ve Tuğrul Senger’e bizzat Durmuş Hoca tarafından anlatılmıştır.
6 Bu belki de onun hayatta belirli bir noktaya kadar yaşadığı imkânsızlık ve zorlukları kendi tarzıyla dillendirme şekliydi tam bilemiyorum. Bu türden şeyleri hiçbir zaman gündeme getirmedi ve herhangi bir şey için bir bahane olarak görmedi.
7 Prof. Dr. Durmuş Ali Demir Vefat Etti, Meteoroloji Genel Müdürlüğü,  https://www.mgm.gov.tr/kurumsal/kurumdanhaberler.aspx?y=2024&f=durmusalidemir
8 O kadar çalışkandı ki asker olarak Ankaraya atandığında sadece hafta sonları bölüme gelip çalışarak üç adet makale yazmayı başarmıştı.
9 Demir, D. A., Everett, L. L., Frank, M., Selbuz, L., & Turan, I. (2010). Sneutrino dark matter: Symmetry protection and cosmic ray anomalies. In Physical Review D (Vol. 81, Issue 3). American Physical Society (APS).
10 Higgs parçacığının var olabileceğini ilk kez dillendiren ve 2013 Nobel Fizik Ödülünü François Englert ile paylaşan İngiliz fizikçi Peter Higgs 8 Nisan 2024’te Durmuş Hoca’dan kısa bir süre sonra vefat etti.
11 Demir, D.A., (2016) Curvature-Restored Gauge Invariance and Ultraviolet Naturalness. Adv. High Energy Phys., 2016:6727805.
12 Demir, D.A. (2019)  Symmergent Gravity, Seesawic New Physics, and their Experimental Signatures. Adv. High Energy Phys., 2019:4652048.
13 Sakharov, A. D. (1967) Vacuum quantum fluctuations in curved space and the theory of gravitation. Dokl. Akad. Nauk Ser. Fiz., 177:70–71.
14 Durmuş Ali Demir Anma Sayfası, Sabancı Üniversitesi, https://www.sabanciuniv.edu/tr/prof-dr-durmus-ali-demir

Sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojileri günlük hayatın parçası olacak mı?

Bilim Akademisi üyesi Hakan Ürey ile gerçekleştirdiğimiz “Meraklısına Bilim” programında metaverse, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojilerinin günümüzdeki durumunu ve 2024’ün başında piyasaya sürülen Apple Vision Pro’yu konuştuk. Hakan Ürey optik, fotonik, display teknolojileri ve mikroelektromekanik sistemler (MEMS) alanlarında önemli katkıları olan bir araştırmacı. 2013’te gelecek nesil giyilebilir ve 3B ekran teknolojiler geliştirme çalışmaları için Avrupa Araştırma Konseyi ERC tarafından verilen prestijli ileri seviye araştırma ödülünü de aldı. Hakan Ürey 2001’den beri Koç Üniversitesi öğretim üyesidir.

Moderatör: Müsemma Sabancıoğlu, (sarkac.org).

Türkiye’de enflasyon: TÜİK ve İTO verileri karşılaştırma

Bu metin 2 Şubat 2023′te Kamil Yılmaz’la yaptığımız söyleşiden uyarlanmış ve ilk olarak 3 Şubat 2023’te yayınlanmıştır.  TÜİK ve İTO enflasyon verilerini paylaştığında grafikleri ve yayın tarihini güncelliyoruz. Grafikler 4 Mayıs 2024’de güncellenmiştir. 

Hayat pahalılığını nasıl ölçüyoruz? Fiyat endeksi nedir?

Hayat pahalılığın zaman içinde nasıl değiştiğini ölçmek için tüketim alışkanlıklarını ve değişen fiyatları dikkate alan tüketici fiyat endeksini kullanıyoruz. Her ayın 3’ünde TÜİK tarafından yayınlanan Tüketici Fiyat Endeksi’ni (TÜFE) hane halklarının “tüketim sepetinde” bulunan bütün ürün ve hizmetlerin fiyatlarının ağırlıklandırılmış ortalaması olarak düşünebiliriz. Tabii hepimizin tüketim sepeti aynı değil, fakat hayat pahalılığının zaman içinde nasıl değiştiğini görmek istiyorsak bir ortalama sepet kullanmamız gerekli.

TÜİK, her sene tüketici eğilimi anketi düzenliyor ve bu ankette 1000 TL’miz varsa bu parayı hangi ürüne ve hizmete harcadığımız soruluyor.  Buradan hangi ürün ve hizmetin ne kadar tüketildiğini gösteren ağırlıklar hesaplanıyor. TÜİK, her 12 aylık dönem için bu ağırlıkları kullanıyor, her sene ağırlıklar değişiyor, yeniden hesaplanıyor. Sepetteki ürün ve hizmetlerin fiyatları, ağırlıklarla çarpılarak toplandığında sepet fiyatı bulunuyor. 2023 için ağırlıklar 3 Şubat 2023’de duyuruldu.[1]TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655

Örnek olarak 2010, 2016 ve 2022 için genel kategorilerin ağırlıklarını aşağıda tabloda görebiliriz. 

Farklı yıllarda ağırlıklarda değişimler olabiliyor. Gıda ve alkolsüz içecekler tüketim sepetimizin yaklaşık dörtte birini oluşturuyor; konutla ilgili harcamalar 2010’dan 2022’ye %17’den %14’e düşmüş, ulaştırmanın ağırlığı artmış.  Bu bütün Türkiye için ortalama bir sepet fakat TÜİK bölgeler için de bunları hesaplıyor, bölgeler için farklı sepetler kullanıyor. Hatta farklı gelir grupları için de ayrı sepetler bulmamız mümkün. Orada da şunu görüyoruz daha düşük gelir gruplarında örneğin gıda ve alkolsüz içecekler gibi temel ihtiyaçların tüketim oranları daha yüksek oluyor, eğlence, kültür, otel ve restoran gibi harcamaların ağırlığı ise daha düşük oluyor. Dolayısıyla zengin ve yoksulun enflasyonu aynı değil. Ancak düzenli olarak yayınlanan TÜFE, farklı gelir grupları ve coğrafi bölgeler için ortalama bir endeks.

Yukarıdaki tablo her bir kategorinin enflasyona katkısını da gösteriyor, örneğin 2010’de enflasyon %6,4 iken gıda ve alkolsüz içeceklerin enflasyona katkısı %1,8’miş, 2022’ye geldiğimizde enflasyon %64,3 ve gıda ve alkolsüz içeceklerin katkısı %16,3 olmuş. Tablonun sağ tarafına baktığımızda da gıdanın, konut harcamalarının ve ulaştırmanın enflasyona katkısının en yüksek olduğunu görebiliriz. 

Endeks nasıl hesaplanır? Kahvaltı sepeti örneği

Endeks nasıl hesaplanır konusunda biraz daha ayrıntıya girelim.

Tüketim sepetindeki ağırlıklar her yılın başında güncelleniyor ve TÜİK’in websitesinde duyuruluyor.[2]2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655  Nisan 2022’ye kadar sepetteki her ürünün fiyatları da duyuruluyordu, dolayısıyla hesaplara katılan fiyatları biliyorduk, Nisan 2022’den bu yana fiyatların ayrıntılı dökümü paylaşılmıyor. 

TÜFE’nin nasıl hesaplandığını daha net anlatabilmek için bir örnek kahvaltı sepeti kullanalım. Bu sepette sadece dört ürün, ekmek, peynir, yumurta ve zeytin olduğunu düşünelim ve ağırlıkların ekmek için %10, beyaz peynir için %45, yumurta için %20 ve zeytin için %25 olduğunu varsayalım. 

Tabloda TÜİK’in websitesinden alınmış ürün fiyatlarını kullanarak Ocak 2021 – Nisan 2022 döneminde kahvaltı sepetimizin her ay değişen fiyat endeksini hesaplayabiliriz.

2020’nin aralık ayında kahvaltı sepet fiyatı = 7,01 TL * %10 + 30,62 TL * %45 + 0.94 TL* %20 + 26,81 TL* %25 = 21,37 TL

Sepet ağırlıklarının aynı kaldığı varsayımı altında yukarıdaki işlemi diğer aylar için de yaptığımız zaman tabloda Sepet Fiyatı yazan sütundaki değerlere ulaşırız.  Aralık 2020 fiyatınının 100’e eşit olduğu varsayımı altında, Endeks sütunundaki “Kahvaltı Fiyat Endeksi”ne ulaşırız.

Verilere daha yakından bakarsak, Ocak 2021’de peynir ve yumurtanın fiyatı düşmüş ekmek ve zeytinin fiyatı yükselmiş;  ağırlıklarla birlikte hesaplandığından kahvaltı sepetinin ortalama fiyatı düşmüş. Endeks de baz fiyatla oranladığımızda 95,71 olarak hesaplanıyor. Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.  Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.

Tablonun en sağında da kahvaltı sepeti için aylık enflasyon oranı hesaplanmış. “Enflasyon oranı” dediğimizde endeksteki aydan aya değişim oranından bahsediyoruz. Kahvaltı sepeti aylık enflasyonu örneğin Ocak 2021’de -%4,3 oluyor.

TÜİK’in Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) 

Ocak 2005’ten Nisan 2024’e kadar TÜİK’e göre Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE).

Tabii TÜİK’in yaptığı hesapta binlerce ürün var. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bu ürünlerin o seneki ağırlıkları ve güncel fiyatları kullanılarak hesaplanıyor. 

Yukarıdaki grafikte TÜFE 2003’te 100 seviyesinde. 2005 Ocak’ta 114 olan endeks 2022’nin Aralık ayında 1128 civarında, 2023 Ocak ayında ise 1203 olmuş. Yani ortalama bir tüketici sepeti fiyatının, 2022 sonunda 2005’teki fiyatının 10 katına ulaştığını söyleyebiliriz.

TÜİK’in TÜFE endeksinin aydan aya değişim hızı bize aylık enflasyon oranını veriyor.  TÜİK’in 2005 öncesi yayınladığı verileri de kullanarak Ocak 2000’den Ekim 2023’e kadar hesapladığımız aylık enflasyon oranı aşağıdaki grafikte görülüyor.

Ocak 2005’ten Nisan 2024’e kadar TÜİK’e göre aylık enflasyon %

2000-2003  arasındaki yüksek enflasyon döneminden sonra 2004’ten 2017’ye kadar uzun bir dönem enflasyon %-2 ile %2 arasında dalgalanmış; 2018 Ağustos’undaki Rahip Brunson krizinde kurdaki artışın ardından fiyatlar dalgalanmış fakat yine kontrol altına alınmış. 2021 Eylül’ünden sonra ise 2001 krizinin bile üzerine çıkacak şekilde aylık enflasyonun bazı aylarda %10’un da üzerinde gerçekleştiğini görüyoruz.

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler de var. 2004 ve 2007 arasındaki dört yılı aldığımız ve aylık enflasyonun yıl boyunca değişimine baktığımızda bu etkileri görüyoruz.

Ocak ve Aralık aylarında aylık enflasyon düşük gerçekleşiyor çünkü bu aylar indirim ayları, özellikle tekstil ve giyimde indirimler oluyor. Şubat’tan Mayıs’a kadar yüksek seyrediyor, kış aylarında gıda fiyatları yükseliyor. Hazirandan itibaren ve yaz aylarında özellikle meyve sebze bol olduğundan enflasyon görece düşük oluyor, sonbahara geldiğimizde okulların açılması ve kış mevsimine girilmesiyle yeniden bir yükselme var.

Bu mevsimselliği tipik olarak aylık enflasyon oranlarında görebiliyoruz, 2019-2022 aralığına baktığımızda işler değişiyor. 2018 ve 2019’da da öncesinde olduğu gibi aylık enflasyon %2’nin üzerine çıkmıyor, fakat Eylül 2021’den itibaren enflasyon %2’nin üzerine çıkıyor, ve Aralık 2021’de %9’u buluyor. Ocak 2022 ise %13’ün üzerinde aylık enflasyonla başlıyor. Bu da farklı bir döneme, yani bir yüksek enflasyon dönemine girdiğimizi gösteriyor.

Burada dikkat çeken başka bir şey daha var: Nisan 2022’den itibaren bir düşüş olduğunu görüyoruz; bu düşüş gerçek bir düşüş mü, diğer endekslerde de benzer bir düşüş var mı bu konuda ciddi tartışmalar var.

Bu arada Nisan 2022’den beri TÜİK daha önce yayınladığı iki tür veriyi yayınlamayı bıraktı. Birincisi biraz önce bahsettiğimiz enflasyon sepetindeki ürün ve hizmetlerin ayrıntılı fiyatları, diğeri de bölgesel veriler. Tabii bu da herkesin aklına TÜİK neden bu verileri yayınlamayı bıraktı sorusunu getiriyor.

12 aylık enflasyon uzun vadeli eğilimleri görmemizi sağlıyor

Aylık enflasyonda doğal olarak gerçekleşen dalgalanmalar var ve bu yüzden daha uzun vadeli değişim eğilimini görmek zor. Bu nedenle 12 aylık enflasyona bakıyoruz. Örneğin Ocak 2023’teki 12 aylık enflasyon değeri, Ocak 2023’teki fiyatların Ocak 2022’ye göre değişimini; Mart 2022’teki 12 aylık enflasyon değeri de Mart 2021’e göre olan değişimi dikkate alıyor. 

Ocak 2000’den Nisan 2024’e kadar TÜİK’e göre 12 aylık enflasyon %

12 aylık enflasyon oranının 2000’den bu yana değişimine baktığımızda şunu görüyoruz. 2001 krizi sonrasında enflasyonu kontrol altına almış, normal makroekonomik dengeleri sağlamış bir ülke olarak yaklaşık 14 yıl, hatta 2018deki Rahip Brunson krizini de saymazsak 17 yıl yaşadıktan sonra bir anda yüksek enflasyon dönemine girmişiz. Bunun nedeni de iktisatçıların sıklıkla dile getirdiği gibi Merkez Bankası’nın ve hükümetin uygulamış olduğu düşük faiz politikası. Düşük faiz politikasının yarattığı Türk lirasından kaçış ve bundan dolayı döviz kurundaki artış (Türk parasının değer kaybetmesi) enflasyonu doğrudan tetikledi. Enflasyonu düşürmek için zorunlu olan makroekonomik politikaların uygulanmaması hanelerin ve şirketlerin enflasyon beklentilerinin de yüksek seyretmesine yol açıyor ve üreticiler ürünlerine zam yapmaktan geri durmuyor. 

İTO ve TÜİK enflasyon değerlerinin karşılaştırması

İstanbul Ticaret Odası 1996’dan bu yana İstanbul için “Çalışanlar Geçinme Endeksi” yayınlıyor.[3]İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel Bu TÜFE’yle karşılaştırılabilen bir endeks. Aşağıdaki grafiklerin birincisinde  2000’den bu yana bu iki endekse göre hesaplanan 12 aylık enflasyon değerlerini ve ikincisinde bunlar arasındaki farkı görüyoruz. 

Ocak 2000’den Nisan 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre 12 aylık enflasyon oranı %

2000lerin başındaki yüksek enflasyon dönemi de dahil olmak üzere iki enflasyon değeri arasındaki fark en fazla %4-5 civarında gerçekleşmiş.  Fakat ne hikmetse Nisan 2022’den sonra İTO ve TÜİK değerleri birbirinden anlamlı şekilde ayrıştı.  İTO’nun 12 aylık enflasyon değeri Ekim 2022’de yaklaşık %115’leri bulduğunda aynı değer TÜFE’ye göre %85’te kaldı; arada 30 puanlık bir farktan bahsediyoruz.

Ocak 2000’den Nisan 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre olan 12 aylık enflasyon oranlarının farkı %

TÜİK Nisan 2022 öncesinde hem ülke geneli için hem de 26 bölge için enflasyon verilerini yayınlıyordu; ayrıca aylık olarak ürün ve hizmetler bazında da fiyatları paylaşıyordu. Tanımı itibariyle TÜFE, tüketici sepetindeki bütün ürün ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı ortalaması olması sebebiyle, endeksteki artışa en çok hangi ürün ve hizmetlerin katkı yaptığına bakabiliyorduk.  Benzer şekilde ülke geneli için yayınlanan TÜFE’nin 26 bölge için ayrı ayrı hesaplanan endekslerin ortalaması olması gerekir.  Böylece, geçmişte ürün-hizmet ve bölge bazındaki enflasyon verileriyle ülke geneli için hesaplanan enflasyon verilerini karşılaştırabiliyorduk. Artık bunu yapamıyoruz. Bu verilerin yayınlanmaması ciddi bir soru işareti oluşturuyor.

Bu arada Nisan 2022’den sonra  TÜİK’in tüketici enflasyonu verileriyle İTO’nun verileri arasında büyük bir ayrışma olması da içimizdeki şüpheyi arttırıyor. Biz artık devletimizin en önemli kurumlarından biri olan TÜİK’in bize doğru bilgiyi vermemek gibi bir tercihi mi var diye soruyoruz. Enflasyon verilerine güvenemiyorsak o zaman büyüme verilerine ne kadar güvenebiliriz. Reel büyümeyi bulabilmek için fiyatları doğru hesaplamamız lazım. Tüketici fiyatları yanlış hesaplanıyorsa, toplam üretimin de yanlış olma ihtimali artacak ve o zaman resmi verilere ve dolayısıyla kurumlara güven azalacak.

TÜİK ve İTO Ağustos 2023’ten bu yana birbirine oldukça yakın aylık enflasyon oranları açıkladılar, dolayısıyla iki kurumun ilan ettiği 12 aylık enflasyon değerleri arasındaki farkta olumlu değerlendirebileceğimiz bir düşüş var.

İTO ile TÜİK’in enflasyon değerlerini karşılaştırıyoruz çünkü bu verilerin 20 yıllık geçmişi var ve 20 yıllık geçmişte bu iki kurumun ilan ettiği değerler elele gidiyor, ayrışma Nisan 2022’de başlıyor. Bir ayrışma olduğunda bunu sorgulamamız gerekli.

Söyleşi kaydının tamamı:

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
2 2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
3 İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel

Bu Ay Gökyüzü: Nisan 2024

1 Nisan saat 22.00, 15 Nisan saat 21.00, 30 Nisan saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Nisan ayında hava karardıktan sonra yüzümüzü kuzeye dönersek, Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tepeye yakın konumlandığını görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, yılın bu zamanı gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır. Ancak bu sıralar görebilmek için ufku kapatan herhangi bir engel bulunmaması gerekir.

Sağımıza, yani doğuya doğru dönersek tam karşımızda yaz gökyüzünün en parlak yıldızı olan Arkturus’u görebiliriz. Arkturus aynı zamanda Çoban Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıdır. Çoban Takımyıldızı, bu sıralar yana yatık bir şekilde duran bir dondurma külahına benzetilebilir. Bu şekli sayesinde takımyıldızı gökyüzünde bulmak zor değildir.

Arkturus’un sağında, güneydoğu ufku üzerinde görünen parlak beyaz yıldız Başak Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı Spika’dır. Spika’nın sağında yer alan Karga Takımyıldızı’nı, belirgin dörtgen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

Güneye döndüğümüzde kış ya da yaz aylarındaki gibi zengin bir gökyüzüyle karşılaşmayız. Yukarı doğru bakarsak en yüksek konumuna ulaşmış olan Aslan Takımyıldızı’nı görebiliriz. Aslan, gökyüzünde tanıması en kolay takımyıldızlardan biridir.

NOT: Bahsi geçen takımyıldızları bulmak için başlıktaki gökyüzü haritasından da faydalanabilirsiniz. Gökyüzü haritasına nasıl bakmalıyım?

Batıya döndüğümüzde kış gökyüzünün neredeyse tüm zenginliğiyle karşılaşırız. Solumuzda, yani güneybatı ufku üzerinde tüm gökyüzünün en parlak yıldızı Spika yani Akyıldız yer alır. Gökyüzünün en görkemli takımyıldızı olan Orion’u tam karşımızda, batı-güneybatı ufku üzerinde görebiliriz. Sirius, Betelgöz ve Prokyon’un oluşturduğu Kış Üçgeni, bu bölgedeki en belirgin şekillerden biridir. Orion’un sağında yer alan turuncu renkli yıldız Aldebaran ve onun sağ üzerinde yer alan beyaz yıldız Kapella, bu bölgede en çok dikkati çeken yıldızlar arasındadır.

Geceyarısına doğru, kuzeydoğu ufku üzerinde yaz gökyüzünün simgesi olan Vega ve onun solunda Deneb belirir. Bu iki yıldız Altair ile birlikte Yaz Üçgeni’nin köşelerini oluştururlar.

8 Nisan Tam Güneş Tutulması

Ülkemizden izlenemeyecek olan bu tutulma Pasifik Okyanusu’ndan başlayarak Meksika ve ABD’nin doğusundan ve Kanada’nın doğu ucundan geçerek Atlas Okyanusu’na uzanan bir hat üzerinde ilerleyecek. Tutulma tam tutulma hattı dışında, Alaska dışında Kuzey Amerika’nın tamamından, Avrupa’nın kuzeyinden ve batısından ve Güney Amerika’nın kuzeyinin çok küçük bir bölümünden parçalı tutulma olarak görülecek.

Lir Göktaşı Yağmuru

Lir Göktaşı yağmuru 22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Lir Göktaşı Yağmuru’nun en yüksek etkinliğine ulaştığı sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 20 kadar meteor gözlemlenebilir. Bu yıl Lir Göktaşı Yağmuru sırasında Ay neredeyse tüm parlaklığıyla gökyüzünde yer alacak. Bu nedenle görülebilecek göktaşı sayısının çok daha az olması bekleniyor.

Nisan’da Gezegenler

Merkür ayın ilk günler akşam gökyüzünde. Ancak 3 ya da 4 Nisan’dan sonra Güneş’in ışığında kaybolacak. İlk günler gezegeni görmek isteyenler, günbatımından kısa bir süre sonra Jüpiter ile ufkun arasına bakabilirler. Ancak bunun için ufkun açık ve havanın temiz olması gerekiyor. Gezegeni bir dürbünle bulmak daha kolay olacaktır. Gezegen ayın ortalarına doğru sabah gökyüzüne geçecek ancak ay sonuna kadar ufuktan görülebilecek kadar yükselmeyecek.

Venüs sabah gökyüzünde, gündoğumundan hemen önce doğu-güneydoğu ufkunun hemen üzerinden doğuyor. Güneş’e çok yakın konumda olan gezegen bu ay ve önümüzdeki birkaç ay görülemeyecek. Gezegen Haziran’da akşam gökyüzüne geçecek ancak akşam alacakaranlığından kurtulacak kadar yükselmesi Ekim ayını bulacak.

Mars sabah gökyüzünde. Sabahları hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğundan gezegeni görmek için çok az bir süre var. Ayrıca parlaklığı da düşük olduğundan Mars’ı seçmek zor. Gezegen yavaş yavaş yükseliyor ve Mayıs’ta alacakaranlıktan kurtulacak ve özellikle Haziran’dan itibaren sabah gökyüzünde kolayca görülebilecek.

Jüpiter Ay’dan sonra akşam gökyüzündeki en parlak, en dikkat çekici gökcismi. Gezegen ayın başında hava karardığında batı ufku üzerinde yer alıyor. Bu sırada gezegen Güneş battıktan yaklaşık bir saat sonra batıyor. Ayın ortalarına geldiğimizdeyse Jüpiter havanın kararmasıyla birlikte batıyor. Bundan sonra, özellikle de ay sonunda gezegeni akşam alacakaranlığında görmek zor olacak. Jüpiter’i yeniden akşam gökyüzünde görebilmek için sonbaharı beklemek gerekecek.

Satürn sabah gökyüzünde. Ayın başlarında hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğu için gökyüzünde bulunması zor olabilir. Ancak günler ilerledikçe, gezegen daha erken doğacak ve ayın ortalarında alacakaranlıktan kurtulacak. 10 ve 11 Nisan sabahları Satürn ve Mars çok yakın konumda olacaklar.

Hazırlayan: Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi

Bu Ay Gökyüzü” içeriğinden oluşturduğumuz Gökyüzü Gözlem Rehberi‘ne


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız


Frans de Waal’in ardından – Hayvan zekâsını anlayan araştırmacı

Maymunlarda adalet duygusu üzerine bir araştırmayı gösteren bu videoda yan yana iki kafeste birer kapuçin maymunu var. Yaptıkları basit bir iş karşılığında araştırmacı onlara bir parça salatalık veriyor. Sıkıcı bir iş yapıyorlar, bir yerden aldıklarını araştırmacıya uzatıyorlar, ama sıkılmadan yapıyorlar, salatalık alıyor olmaktan da memnunlar. Derken araştırmacı soldakine salatalık vermeyi sürdürürken sağdaki maymuna üzüm veriyor. Bunu gören soldaki maymun yine işi yapıyor ama ona tekrar salatalık verildiğini görünce salatalığı araştırmacıya geri fırlatıyor. Sağdaki yine aynı işi yapıyor, üzüm alıyor, soldaki yapıyor ona salatalık veriliyor. Bunun üzerine sol taraftaki maymun kafesi sallıyor, duygusal tepkiler gösteriyor. 

Kaynak: Wikipedia

Maymunlarda adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi gösteren ve milyonlarca kez izlenen bu video Frans de Waal’in TED konuşmalarından birinden. De Waal hayvanlara dair görüşlerimizi kökten değiştiren, evrimin farklı hayvanlara farklı zihin becerileri kazandırıp bunları insan odaklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin yanlışlığını gösteren bir bilim insanı. 1948’de Hollanda’da doğan Frans de Waal 14 Mart 2024’de ABD’nin Georgia eyaletinde vefat etti. Bir süredir mide kanseriydi ve yakında yayınlanacak olan son kitabını yazıyordu. Aralarında Türkçe’de de yayımlanan  “Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduklarını Anlayacak Kadar Zeki Miyiz?” ve “Bonobo ve Ateist” kitaplarının olduğu 15’ten fazla kitap yayımladı.[1]Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.  

Frans de Waal en son Atlanta’da Emory Üniversitesi’ne bağlı Yerkes Ulusal Primat Araştırmaları Merkezinde yöneticilik yapıyordu.[2]Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi. Öğrenciliğinden beri insanlara evrimsel olarak en yakın ilişkili olan primatlarla ilgiliydi. Bonobo, kapuçin maymunları, goril ve şempanzelerle olan araştırmalarını okurken, de Waal’ın bu hayvanlara dair sıcak duygularını hissetmek mümkün. Facebook sayfasına son olarak 9 Şubat 2024 tarihinde kafasındaki yapraklarla yeşilliklerin arasından çıkmış bir hipopotam resmi koyup Salata Hipopotamı” yazan de Waal, dünyaya, özellikle de hayvanların dünyasına ilgiyle, şaşkınlıkla, merakla, dostça yaklaşıp öğrenmeye çalışan bir araştırmacıydı. İnsanların diğer hayvanlardan ayrı tutulmasına karşı çıkan ve insan duygularının sadece onlara özgü olmadığını savunan de Waal empati, ahlâk, adalet, paylaşma, yardımlaşma ve güç mücadelesi gibi kavramların insanlarla diğer hayvanlar arasında bir devamlılık gösterdiğini ve evrim sürecinde ortaya çıkmış olduğunu savundu. Dünyanın önemli bilim insanlarından ve düşünürlerinden biyolog, psikolog, etolog, primatolog Frans de Waal’in düşüncelerini anlamak için kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.
2 Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi.

Umut veren malzemeler: MOF’lar

Seda Keskin Avcı’yla yaptığımız Meraklısına Bilim söyleşiside dünyayı bekleyen sorunlar için umut olan yeni bir tür malzemeyi konuştuk. Bu malzemeler nanoboyutta kafes gibi gözeneklere sahip ve bu yapıları sayesinde birçok farklı işlevleri var. Örneğin iklim krizine yol açan karbondioksiti yakalayıp dönüştürülmesine olanak sağlayabilecekleri düşünülüyor. Ayrıca gaz depolama, ayırma işlemleri dışında enerji ve tıp uygulamaları gibi başka birçok olası uygulaması da var. Bu malzemelere İngilizce Metal Organic Framework’ün kısaltması olarak MOF deniyor.

Seda Keskin Avcı, MOFlar üzerine süren araştırmalara önemli katkılar sunan bir araştırmacı. Koç Üniversitesi Kimya ve Biyoloji Mühendisliği bölümü öğretim üyesi. BAGEP de dahil olmak üzere birçok ödül sahibi. Bu ödüllerin en önemlilerinden ikisi bilim dünyasında ERC fonları olarak bilinen Avrupa Araştırma Konseyi fonları. Avcı, Türkiye’de bu fonu mühendislik alanında alan ilk kadın, 2017’deki bu ilk ERC üzerine geçen sene ikinci bir ERC fonuna daha layık görüldü.

Moderatör: Defne Üçer Şaylan (sarkac.org)

Sarkaç bülten aboneliği

Sarkaç bülten aboneliği

Duyuruları e-posta adresinizine almak için bültenimize abone olabilirsiniz.

Abone oldunuz!