Bilime Giriş 101 – Kişisel bir perspektif

Shutterstock

Geçtiğimiz sene ilk makalemin basılışından bu yana 50 sene geçmiş olduğunu fark ettim. 50 seneyi bilimsel araştırmanın ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine kafa yorarak geçirmiş biri olarak bazı düşüncelerimi kaleme almak istedim. Tabii bu 50 sene içerisinde hem bilim dünyasının içerisinde hem de dışında bilime bakış oldukça değişti; amaçlar arasında uygulamaya yönelik olmak çok daha önem kazandı, topluma katkı tartışılmaya başlandı. Elbette temelinde, bilimin esasları aynı kaldı.

Doğal olarak her bilim insanının araştırmaya bakış açısı aynı olamaz. Bu yazı bilimin olmazsa olmazlarının benim penceremden görüntüsünü içermektedir.

Bu yazıyı yazmaya teşvik eden nedenlerden birinin, çok zevkle okuduğum ve TÜBİTAK yayınlarından Türkçe baskısı çıkmış olan P.B.Pedawar’ın Genç Bilim Adamına Öğütler isimli kitabı diyebilirim.[1]1997’de TÜBİTAK tarafından yayımlanan kitabın çevirmeni: Nermin Arık. Kitap, 2018’de Kırmızı Yayınları tarafından aynı isimle, 2023 ise Genç Bilim İnsanına Öğütler ismiyle yeniden yayımlanmıştır. Yaşam bilimleri alanında çalışan yazar 1960 Nobel Fizyoloji veya Tıp ödülünü, organ nakli ve immünolojik tolerans konusundaki çalışmaları ile almış. Yazar bu kitapta bilim dünyasında karşılaşabilinecek değişik sorunları ele almakta ve düşüncelerini basit öğütler halinde paylaşmakta. Bu yazıyı yazmamın bir diğer nedeni, ülkemizde ve aslında tüm dünyada, bilimsel araştırmaları hızla sonuca ulaştırıp yayımlamanın yanı sıra terfi, proje desteği, ödül, para ve/veya şöhret elde etmek amacıyla yapılan ciddi bilimsel etik ihlallerindeki büyük artışı gözlemlememdir. Bu konuda yazılmış bir dizi makaleyi Sarkaç’ta bilim etiği sekmesi altında bulabilirsiniz.

Seneler içerisinde bilimin amaçları gittikçe daha çok uygulamaya yönelik bir çizgiye yerleşti, burada sonuçtan bağımsız olarak araştırmada önemsediğim ana unsurları ele almak istiyorum. Bu aşamada nasıl bir sıralama kullanmak gerektiği konusunda epeyce zorlandım. Bazıları arasında ciddi örtüşmeler olduğu için bir önem sırası yapmak da kolay değil.

SORU

En başa “Soru”yu koydum. Bir araştırma önce bir soru ile başlar. “Bundan daha doğal ne olabilir?” diye düşünüyorsanız, bir üniversitede seminerlere katılmanızı öneririm. O kadar çok, konuşmacının neyi anlamaya çalıştığını bir türlü çözemediğim seminer dinledim ki. Oysa bir konuşmada öncelikle söz konusu araştırma sorusunun net bir şekilde ortaya konması gerekir. Bunların bir kısmına konuşmacıların deneyimsizlikleri sebep oluyor. Bilhassa dinleyicileri etkilemeye çalışan genç bilim insanları veya konuya tamamı ile hâkim olmayan araştırmacılar hemen teknik detaylara boğulup soruyu kaybediyorlar. Halbuki en son teknikleri kullandığını göstermek sadece konunun uzmanlarını etkileyebilir. Diğer dinleyiciler de konuşmadan hiçbir şey öğrenmeden çıkıp giderler. Bazen de konuşmacı konusuna yeteri derecede hâkim olmadığı için önemli noktaları vurgulamakta yetersiz kalır. Ama bilhassa ülkemizde daha çok rastlanan, soru çözmek yerine yapabildiklerini anlatmak oluyor. ODTÜ Kimya Bölümünün kurucusu Bahattin Baysal’ın çok doğru bir sözü vardı. “Bazı insanlar bir soruyu çözebilmek için yöntemler veya cihazlar arar, bazıları ise elindeki olanaklarla çözebileceği sorular arar.” Bu nedenlerle “Soru”yu en önemli amaç olarak düşünüyorum. Aslında iyi bir soruyu sormak bazen yanıtını bulmaktan daha da zor olabilir.

ÖYKÜ

İkinci nokta olarak “Öykü”yü belirlemek istiyorum. Tabii ki, aklınıza aşk veya macera romanı gelmesin. Hiçbir soru gökten zembille inmez. O soruya ulaşıncaya kadar bazen başka insanların, bazen de araştırmacının geçmiş olduğu evreler vardır. Bu evrelerin bir zincir halinde birleşmesi ile problem ortaya çıkar. Bu düşünce zincirinin yani elimizdeki araştırma sorusunun “öykü”sünün  iyi anlaşılması bilhassa lisansüstü eğitimde önemlidir. Çok sayıda gördüğüm kötü örnekte, danışman tez öğrencisine problemi parça parça sunar. Bu şekilde bütünlükten uzak olan çalışma hem verimsiz olacaktır hem de öğrencinin merakını tetiklemeyecektir. Merakın sürekli olarak canlı kalması öğrenci için olduğundan daha fazla araştırmacının kendisi için gereklidir.

MERAK

Merak konusunu bir önceki bölümde kullanmaya başladım. Bilimsel çalışmaları genelde iki ana kategoride topluyoruz; uygulama amaçlı veya salt merak saikası ile yapılan araştırmalar. İlki “nasıl” ikincisi ise “neden” sorularının yanıtlarının peşinde. İkisi arasındaki seçim veya ilişki bir zamanlar popüler olan “toplum için sanat mı, yoksa sanat için sanat mı?” tartışmasını anımsatıyor. Aslında ikisi de birbirinden kopuk kavramlar değil. Çok eskilerde mevsimlerin anlaşılması veya yön bulma gibi mecburiyetten doğan araştırmalar zaman içerisinde insanın doğa olaylarının tamamını anlama merakını tetiklemiştir. Her ne kadar merak kanımca temel dürtü olarak kalsa da, günümüzde gittikçe sonuçta ortaya çıkacak uygulama önem kazanmaya başladı. Proje desteği bulmak için neredeyse mutlaka bir ekonomik çıkar öngörmek gerekmekte, “bilim muhakkak bir işe yaramalı”  düşüncesi sesini yükseltmeye başladı.  Gene de merak her iki kategoride de olmazsa olmaz unsur. Merak bilim insanlarını değişik seminerleri dinlemeye, çözmeye çalıştıkları problemlere farklı bakış açılarını da uygulamayı düşünmeye zorlayan bir his. Tabii, bu histen mahrum olup sadece başladıkları problemleri bitirmeye odaklanmak da bir seçenek ama o zaman bu at gözlüğü takmaya benziyor. Araştırma o problemle yatıp kalkmak demek, arka planda 7/24 düşünmek demek ve bunu ancak merak motive edebilir.

SAĞLAMA

Benim ilkokula gittiğim yıllarda hesap makinaları tabii yoktu. Üniversite yıllarında ise hesap cetvelleri ile tanıştık. Yeni nesiller hesap cetvellerini dahi bilmezler, ama ilk defa çarpmayı öğrendiğimiz zaman (tabii önce kerrat cetveli/çarpım tablosu ezberlendikten sonra) 2-3 basamaklı sayıları çarparken sağlama denilen bir yöntemi de öğrenirdik. (Bunu da hatırlamayan öğretim üyelerinin sayısı az değil). Kocaman bir X çizdikten sonra üstüne ve altına çarptığımız sayıların 9 modundaki değerlerini yazardık. Sağ tarafına bu 9 modundaki iki sayıyı çarpıp tekrar 9 moduna indirirdik. Sol tarafa ise gerçekten bulduğumuz çarpımın 9 modundaki değeri yazılırdı. Eğer sağdaki ve soldaki sayılar aynı ise çarpımı doğru yapmıştık. Tabii çarpımı yanlış yapıp gene de 9 modunda doğru imiş gibi bulmak mümkün. Ama genelde çarpımdaki hatalar sadece 1-2 rakamı değiştirdikleri için çoğunlukla hataları bulurduk.

Bu sağlama işleminin bence temel görevi, yapılan bir gözlemin, deneyin veya hesabın farklı yöntemlerle doğruluğunun kanıtlaması gerektiği. Bu bilhassa doğrudan bir sonuç üretebilen cihazlar veya yazılımlar için önemli. Elde edilen sonucun doğruluğu konusunda önce bilim insanının kendini ikna etmesi gerekir, ki bu çok zordur çünkü uzun süre ve çaba harcayarak ulaştığımız noktadaki hatalarımız kolaylıkla gözden kaçırılabilir.

Doktora sonrası çalışmalarım sırasında yazdığım bir algoritma bir türlü çalışmıyordu, hatayı bulamayınca beraber çalıştığım hocadan yardım istedim. İlk istediği şey algoritmanın en hatasız olduğunu düşündüğüm kısmını açıklamam oldu. Daha ilk cümlelerimde hatamın o kadar da emin olduğum yerde olduğunu gördüm. Sonraları aynı yöntemi öğrencileri uyguladığımda da benzer sonuçlar aldım. Çünkü hatasız olduğunu düşündüğünüz yerdeki sorunu yakalamak çok daha zordur.

Geçenlerde genç bir arkadaşım bir dergiden aldığı mektubu paylaştı. Başlık “It takes two to think.”[2]Düşünmek iki kişi gerektirir. Yaratıcı fikirlerin ortaya çıkışı ve doğruluğunun kanıtlanması için en iyi yolun birisine anlatmak olduğunu öne sürüyor ve bu tartışmanın da iki kişi arasında olması da en yararlı yol olarak gösteriliyor. Sonuç olarak önce kendinizi sonra konuyu anlayan birisini ikna etmeniz önemli. Bunun da yolu farklı yöntemlerle sonucun doğruluğunu ispatlamaktır. Yani “Sağlama” yapmak araştırmanın olmazsa olmaz bir unsurudur.

DÜRÜSTLÜK

Bilim Akademisi’nin ilkelerinden belki de en önemlisi bilimsel dürüstlüktür. Tabii ki bu sadece Bilim Akademisi’nin değil bütün araştırmacıların uyması gereken bir ilke. Araştırmacının kendine karşı dürüst olması önemlidir. Sarkac.org’da yayımlanan pek çok yazıda bilimsel araştırmalarda yapılan yanlış davranışlar tartışıldı. Bu yanlışların bir kısmı dikkatsizlik sonucunda yapılmıştır ve “özensiz araştırma“ kapsamındadır. Hukuki açıdan suç sayılmasa bile bilime olan güvensizliği arttırması ve daha ötesinde başka araştırmaları yanlış yönlendirmesi açısında etik ihlaline girer. Tabii bilinçli olarak verilerde veya şekillerde oynama, başka araştırmacıların fikirlerini kendisinin gibi gösterme ve daha da kötüsü veri üretme gibi yöntemler bu etik ihlallerinin en ağırları olarak gittikçe fazla miktarda karşımıza çıkmakta ve ne yazık ki, ülkemizde de bu tarz olayların sayısı hiç de az değil. Gene Sarkaç’ta yayımlanan bir yazımızda dürüstlüğün sağlaması ve korunması üzerine hazırlanan FAIR girişiminden bahsetmiştik. “Findable, Accessible, Interoperable ve Reusable” kelimelerinin baş harflerinde ifade edilen bu girişimde “Bulunabilir, erişilebilir, her yerde çalışabilir ve tekrar kullanılabilir” araştırmaların sağlaması gereken özellikler özetleniyor.

YAYIN

Bu yazıya son noktayı “yayın yapmak” olarak koymak istiyorum. Araştırma bittiği zaman ortaya çıkan sonuçların artık uluslararası bilim camiasına sunulma zamanı gelmiştir. Araştırma yapmanın esas amacının yayın yapmak olmadığı, yayının ise sadece bir yan ürün olduğunun anlaşılması gerekir. Öncelikle yayın yapmak, bulguların doğruluğunun konunun uzmanları tarafından onaylanması için bir olanak sağlar. Ama esas amaç insanlığın bilgi birikimine bir katkı sağlamaktır. Gene Bahattin Baysal’ın bir sözü “Veri üreten yayınlarla, bilgi üreten yayınları ayırmak şarttır.” Bazen veri üretmek çok yararlı olsa da benim görüşüm bilgi üretmenin her açıdan daha zor ve değerli olduğudur. Peki hangi aşamada makale yazılmalıdır? Beraber çalıştığım bir arkadaşımın bir sözü vardı. “Her makaleden çıkarılacak bir ders olmalı.” Bu dersin ne olduğunu anlamadan, sonuçların doğruluğuna ikna olmadan ve hem araştırmanın hem de sonuçların doğru olarak ifade edildiğine emin olmadan makale yazmak bilgi birikimimize yeni istatiksel gürültü salmaktan farklı bir yararı olmayacaktır.

Sonuç olarak, bilimsel araştırmalar bir öyküsü olan soru ile başlar; çözüm süresince araştırmacının önce kendini ve sonra diğer bilim insanlarını yapılan işlerin ve varılan sonuçların doğruluğu konusunda değişik yöntemlerle ikna etmesi ve bütün bunları dürüst bir şekilde açıklamasıyla sürer. Elde edilen sonuçların bilgi dağarcığımıza bir katkısı olacaksa, dünyadaki diğer araştırmacılara ulaşması için yayına dönüşmesi beklenir.

Ersin Yurtsever
Bilim Akademisi üyesi,
Koç Üniversitesi Kimya Bölümü

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 1997’de TÜBİTAK tarafından yayımlanan kitabın çevirmeni: Nermin Arık. Kitap, 2018’de Kırmızı Yayınları tarafından aynı isimle, 2023 ise Genç Bilim İnsanına Öğütler ismiyle yeniden yayımlanmıştır.
2 Düşünmek iki kişi gerektirir.
Önceki İçerikKitap: “Marie Curie’nin elementleri”
Sonraki İçerikUmut veren bir inisiyatif: Türkiye Enfeksiyon Hastalıkları Raporu
Ersin Yurtsever

Bilim Akademisi üyesi Ersin Yurtsever,  ODTÜ Kimya Bölümü’nden 1971 yılında lisans ve 1973 yılında yüksek Teorik Kimya dalında yüksek lisans derecesini aldı.  Virginia Commonwealth Üniversitesi’nde (ABD) yaptığı Kimya doktorasını 1976 yılında tamamladı. Araştırma alanı, kimyasal olayların matematiksel modellemeleridir.

ODTÜ Kimya Bölümü’nde öğretim üyeliği (1980-1995), ODTÜ Eğitim Fakültesi Dekanlığı (1993-1995), Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Yönetim Kurulu üyeliği (1997-2001), Koç Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Dekanlığı (2001-2008), Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı (2008-2010) yaptı.

1995’ten bu yana da Koç Üniversitesi Kimya Bölümü’nde öğretim üyesi olan Ersin Yurtsever, Bilim Akademisi’nin kurucu üyelerindendir ve 2011-2017 yılları arasında yönetim kurulu üyeliği yapmıştır.