“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir”
Dr. A. Adnan Adıvar, ölümünün ardından Einstein için yazdığı yazısına bu sözlerle başlıyordu.
Adnan Adıvar (1881-1955), Einstein’ın ölümünden 12 gün sonra, 30 Nisan 1955 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Âlimin Ölümü” başlıklı bir anma yazısı yazdı. Bu yazıda, hem Einstein’ı anıyor hem de yedi yıl önce, 1948’de Einstein’la yaptığı görüşmeden ve o görüşmeyi anlattığı bir yazısından söz ediyordu. (Bu yazı, yazarın Dur Düşün adlı eserinde yer almaktadır). Adıvar, Cumhuriyet gazetesindeki “Âlimin Ölümü” başlıklı yazısında ise şunları söylüyor (sadeleştirildi);
“Araplarda bir atasözü vardır: ‘Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.’ Bu sözün ne dereceye kadar doğru olduğunu ve hakikatte ne mana ifade ettiğini, her büyük âlim aramızdan ayrıldığı zaman düşünürüm. Hakiki manada mantıki gibi gözükmeyen bu söz, mecazi manada elbette bir fikir ifade eder. Bununla demek isteniliyor ki, ölen âlim o kadar büyüktür ki, onu kaybetmekle dünya da kendisinden bazı şeyler kaybediyor.
Bu atasözünü, bir kere daha bu son günlerde hatırladım. Çünkü dünyanın en büyük fizik âlimlerinden Louis de Broglie, bir Fransız edebi gazetesinde; ‘Zamanımızın en büyük simalarından biri’, diğer bir âlim, “Einstein’i nasıl tanıdım?’, yine diğer bir âlim başka bir mecmuada; ‘İnsan dimağlarının en kıymetlisi’ gibi başlıklarla makaleler neşretmişlerdir.
Bundan yedi sene evvel, ben de bir sabah gazetesinde Einstein’a dair bir makale yazarken başlık olarak, ‘Bir Adam Gördüm’ demeyi tercih etmiştim. Çünkü o büyük insanı tanımanın bizim gibi fanilere pek müyesser (kolay) olamayacağını da anlatmıştım. Hatta adam kelimesinin manasını derin derin düşünmeyen bir arkadaş bile, bu başlığın biraz kaba düştüğünü söylemişti. Halbuki ben Einstein’ı gördükten sonra onun ilim tarafını, bizler gibi onun ilmine yabancı olanların anlamak imkanı olmadığını bir kere daha tespit etmiş ve kendi ağzından şu sözleri nakletmiştim. Bana hitaben merhum Einstein demişti ki; ‘Benim nazariyelerimi (teorilerimi) anlamak için bundan evvelki bütün nazariyatı anlayıp hazmettikten sonra yepyeni bazı efkar ve nazariyata (fikir ve teorilere) karşı açlık duymuş olmak lazımdır.’ Ben öyle zannediyorum ki, Einstein’ın bütün ilmi, bütün yüksek kıymeti bu sözlerle tamamen ifade edilmiştir.
Daha bir talebe iken, büyük fizik âlimi ve kâşifi Planck, bu genç için ‘Yirminci asrın Kopernik’i olacaktır’ sözleriyle bu gencin istikbalini aşağı yukarı hakkıyla tasvir etmişti.
Bugün Einstein için tekrardan bir yazı yazacak olsam, o kitaptaki makaleden daha ilhamkar bir yazı yazamayacağımı katiyen biliyorum. Çünkü o yazı, Princeton’da mütevazı evinin kapısından çıkar çıkmaz koşarak döndüğüm otel odasında bu mülakattan aldığım intibaların bir zerresini bile kaybetmemeye çalışılarak yazılmıştır.
Einstein, bütün âlem hadiselerini bir saha (alan) üzerinde ve bir riyazi (matematiksel) formül içinde ifade etmek yolunu bir kere tutmuş ve onu asla bırakmamıştır. Vakıa o sahaya doğru giden yolun ilk dönemlerinde biraz uzunca müddet durmuş ise de, uzmanların sözlerine bakılırsa, girilen yol o kadar caziptir ki, oraya ayak atanın bir adım geri gitmesi hemen hemen mümkün değildir.
Kendisiyle geçirdiğim bir buçuk saat esnasında korkarak, çekinerek, bin dereden su getirerek hala bu tek saha nazariyesi (Birleşik alan teorisi) üstünde çalışıp çalışmadığını bir cesaret, daha doğrusu büyük bir küstahlıkla kendisine sormuştum. O, benim yüzüme nafiz (içe işleyen) gözlerini dikerek, yalnız ‘Tabii, tabii!’ kelimelerini tekrar etmişti.
Sıra vedaya gelince, kendisini Türkiye’ye çağırmak gibi, icabet edemeyeceğini pekâlâ bildiğim bir davet riyakarlığında bulundum.
O bana seyahat yıllarının artık geçtiğini söylerken; ‘Bilmem bu dünyada mı, yoksa öbür dünyada mı, tekrar görüşürüz!’ demişti. Onun tuttuğu Tek Saha Yolu, bugün hakikatlerin en büyüğünü saklayan bir semte doğru onu aldı götürdü.
Dileyelim ki, Einstein’ın ölümünü ilim âlemine unutturacak âlimler insaniyeti onun kadar severek, onun kadar anlayarak keşiflere muvaffak olsunlar.”
Osman Bahadır