Patolojik anatomide çalışmak, ilk zamanlar sade halka değil, erkek meslekdaşlara bile aykırı görülmüştü. 1935 Eylülünde Almanyada ihtisasını kuvvetlendirerek dönen ve Ankara Numune Hastanesi Patolojik Anatomi şefliğine tayin edilen ilk kadın patolog Dr. Kâmile Şevki Mutlu, o zamanlar albay mütekaidi, çok çalışkan ve dinamik bir zat olan başhekim tarafından, gerçi kollegeal bir nezaketle karşılanmıştı. Fakat bu nezaketin arkasında, bu genç doktor hanıma karşı vazifesini başaracağı hususunda hafif bir itimatsızlığın gizlendiği seziliyordu. Bilhassa otopsi salonundaki çalışmaları, o zamanlar nüfusu pek az olan bu küçük başşehirde halk arasına da çabucak yayılıvermişti. Doktor Hanım çarşıdan geçerken –bu kadın ölüleri kesiyor– diye parmakla göstermeler ve fısıltılar olmuştur. Fakat, zamanla, meslekdaşlarının kendisine gösterdikleri itimada ve ihtisası icabı yaptıkları kollabarasyona şahit olan halk bu doktor hanıma ve branşına gereken mevkiini vermekte gecikmedi.
Kâmile Şevki Mutlu’nun “Hekimlik Mesleğinde Türk Kadını” başlıklı makalesinde kendisinden bahsettiği bölümden alınmıştır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, Cilt 16, Sayı 1, 1953, sf.101-102. (alıntıda yer alan ve günümüzü uymayan yazım ve noktalama işaretleri metnin orijinalinde kullanıldığı haliyle korunmuştur.)
Kâmile Şevki Mutlu 1906’da İstanbul’da doğdu. 1924’te İstanbul Kız Lisesinden mezun oldu ve aynı yıl Darulfünunda Tıp Fakültesine girdi. Üçüncü sınıftan itibaren patoloji laboratuvarında çalışmaya başladı ve henüz öğrenciyken ilk makalesini yayınladı. 1930’da mezun oldu ve alanın önde gelen isimlerinden Hamdi Suat Aknar’ın asistanı olarak patoloji kürsüsüne atandı. 1933’te eğitim için Almanya’ya gönderildi. Berlin’de patoloji enstitüsünde iki buçuk sene çalıştı. Berlin’den döndükten sonra Türkiye’nin ilk kadın patoloğu unvanıyla Ankara Numune Hastanesinde patoloji uzmanı olarak göreve başladı. 19 Ekim 1945’te Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinin açılışında ilk dersi verdi. Mutlu, ilerleyen yıllarda tıp alanında Türkiye’deki ilk kadın profesör unvanını aldı. Patoloji, histoloji ve embriyoloji alanında çalıştı, öğrenciler yetiştirdi, araştırmalar yaptı, 1976’da emekli oldu ve 3 Ekim 1987’de hayata gözlerini yumdu. Mutlu hakkında yapılan yayınlarda en çok aktarılan, kendisinin de anılarında yer verdiği, kariyerindeki önemli anlardan biri Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e naklinden önce tahnit işlemi için Mutlu’nun görevlendirilmesi olmuştur. Bu süreçte neler olduğuna dair bir yazı, bu söyleşide konuğumuz olan, Mutlu’nun yıllarca çalıştığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden meslektaşı ve Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Alp Can’a ait.
Bu kapsamlı söyleşide, Dr. Alp Can ile Mutlu’nun alandaki yeri, önemi ve geride bıraktığı mirasa dair bir değerlendirme yaptık. Prof. Alp Can, Mutlu’nun söz konusu edildiği her yazıda anılan Şevki Metodunun tam olarak ne olduğunu, neyin önünü açtığını, Mutlu’ya bizzat emanet edilen Türkiye’nin ilk elektron mikroskobunun nasıl, hangi koşullarda kullanılmaya başlandığını ve bir alanın kuruluş hikâyesini anlattı.
Kâmile Şevki Mutlu’dan ve çalışmalarından nasıl haberiniz oldu?
Kâmile Hoca’yla ilginç bir tanışıklığım var. Biz 1987’de Ankara Tıp Fakültesinden mezun olduk. Birtakım nedenlerle mezuniyet törenimiz 2 Ekim 1987 tarihinde yapıldı. Normalde bu törenler temmuzda yapılır, ağustos başında da daha sonraki görev yerlerine gidersiniz. O yıl tören, şu anda benim çalıştığım binada, yani Ankara Tıp Fakültesinin Morfoloji binasının büyük salonunda düzenlendi. Şimdi artık olmayan bir âdet vardı o törenlerde: Mezun olanlar merdivenlerin iki tarafına dizilir, bir koridor oluştururlar, diploma verecek hocalar ortadan geçerken onları alkışlardı. O gün biz de bu öğrenci koridorunu kurduk ve hocalar gelmeye başladı, biz de alkışlıyoruz. Bizim öğrenciliğimizde histoloji ve embriyoloji bölümüne yeni gelmiş olan Prof. Dr. Meral Tekelioğlu Hocamızın kolunda yaşlı bir kadın hoca vardı. Yaşı 80’in üstünde olan bu hocayı hiç tanımıyoruz, ama belli ki sevilen birisi. Herkes gibi onları da alkışladık ve yerlerimize oturduk. Ardından öğrencilerin diplomalarını vermek üzere hocalar birer, ikişer sahneye çağrıldı. Meral Hoca yine bu yaşlı hocayla sahnede göründü, onu biraz yardımla kısa bir konuşma yapması için sahneye çıkardı. O zaman öğrendik ki eski bir histoloji hocasıymış bu hanım. Bu törenden bir ay sonra histolojiye asistan olarak girdiğimde öğrendim ancak onun kim olduğunu: Bu Hoca Kâmile Şevki Mutlu imiş. Bana acı veren bir de tesadüf var: 2 Ekim 1987’de bizimle törende olan Kâmile Hoca ertesi gün vefat etmiş. O tarihte, benim histolojiye asistan olarak geleceğim belli değildi tabii, gidip elini öperdim törende, nereden bilebilirim ki?
Bugün Kâmile Şevki Mutlu adını İnternet’te arattığınızda ilk planda Atatürk’ün tahniti meselesi çıkar. Hoca, Ata’nın naaşının 9 Kasım 1953’te Etnografya Müzesinden alınıp ebedi istirahatgâhı olan Anıtkabir’e taşınması sürecinde daha önce yapılan tahnit işleminin kontrolü ve kurşun tabutun ebediyete kadar bozulmadan saklanabilmesi için gerekli son önlemlerin alınmasını bir heyet nezaretinde bizzat kendisi yapmıştır.
Bizim bölümün koridorunda bir köşemiz var, benim odamın tam yanında. Bu köşede Türkiye’nin en eski elektron mikroskobu duruyor. Bunun hemen yanında iki cam pano daha var. Bunlardan birinin içinde Kâmile Hoca’nın bir fotoğrafı ve vefatından sonra, 1994’te layık görüldüğü TÜBİTAK Hizmet Ödülünün belgesi var. Bu belgeyi onun adına ailesinden gelip alan olmadı. Diğer panoda da sözünü ettiğim elektron mikroskobuyla ilgili bir gazete kupürü var, çünkü bu elektron mikroskobu kendi başına bir anıdır.
Nasıl, hangi nedenle geliyor elektron mikroskobu Ankara Üniversitesine?
1957’de, Türkiye ziyareti sırasında dönemin Almanya Cumhurbaşkanı Theodor Heuss’e, Ankara Üniversitesi fahri doktora unvanı veriyor. Heuss de ertesi sene üniversiteye bir mikroskop hediye ediyor. Henüz savaştan çıkmış bir ülke olan Almanya’nın bu davranışını belki hem bir teşekkür hem de bir gövde gösterisi diye düşünmek lazım. Üniversitede elektron mikroskobunu kullanabilecek kimse yok ama! Diyorlar ki: “Bunu ne yapacağız?” Hemen Kâmile Hoca akla geliyor. O dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yaveri Kâmile Hoca’ya diyor ki, “Bunu lütfen gelin teslim alın.” Mikroskop törenle Hocaya teslim ediyor. Kâmile Hoca, o günü hayatının en mutlu günlerinden biri olarak değerlendirmiş, gazetelerde yer almış bu. Kullanacak kimse olmadığı için mikroskop kutusunda saklanıyor. Kâmile Hoca, bölümün genç doçentlerinden Aliye Erkoçak’a, diyor ki “Aliye, sen bir an önce kalk İsviçre’ye git elektron mikroskobunu öğren.” Kendisi de ABD’de Philadelphia’ya gidiyor ve ikisi birden elektron mikroskobunu öğrenip geri dönüp mikroskopla çalışmaya başlıyorlar. Türkiye’nin tıp alanındaki ilk elektron mikroskobu yayını Doç. Dr. Aliye Erkoçak Hoca’nın yaptığı yayındır.[1]Erkoçak A. Böbreğin Elektron Mikroskopisi. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, Vol 14, (4), Supplementum No: 3, 1961. O mikroskop şimdi bölümde, benim odamdan bir metre ötede, cam içinde, pırıl pırıl duruyor.
Elektron mikroskobu nasıl olanakların önünü açtı?
Kâmile Hoca’nın kuşağı ve ondan sonraki kuşak da hep ışık mikroskobunda çalışıyor; histokimya dediğimiz, birtakım doğal veya yapay doku boyalarıyla normal ve patolojik dokuları tanımlama ve hastalık tanısı koyma gibi işler yapıyorlar. İşin içine elektron mikroskobu girince dünyalar değişmiş. Sadece Türkiye’de değil, 1960 ve 70’ler, hatta 80’lerin ortasına kadar ışık mikroskobunda kaydedilenlere bir de elektron mikroskobunda eklenmiş ve yeni yeni tanımlar yapılmış; bu dönem elektron mikroskobunun altın yılları tüm dünyada. Şimdilerde elektron mikroskobunun yeri biraz geride kaldı. Tek başına elektron mikroskobu kullanarak yayın yapamıyoruz artık, mutlaka diğer güncel tekniklerle desteklemek gerekiyor. Biz öğrenciyken dokuları elektron mikroskobik düzeyde öğrenmeye başlamıştık, hâlâ da öyledir. Tıpta büyük bir çığırdır bu.
Üniversitenin ve bölümün tarihinde Kâmile Hoca’nın yeri nedir?
1945’te üniversiteyi kuran ilk senatonun üyesidir Kâmile Hoca. Uzun süre de senatodaki tek kadın üyedir. 1946 senato fotoğrafında belki 50 kişi var, fotoğraftaki iki kadından birisi Kâmile Şevki Mutlu. Kâmile Hoca çok saygın, çok otoriter, sözü çok dinlenen birisiymiş.
Biz aynı zamanda embriyoloji uzmanıyız, gelişim anomalilerinin ortaya çıkış mekanizmaları da bizim alanımızın konularından. O zamanlar gebe takibinde ultrason diye bir şey yok; bir doğum gerçekleşene kadar doğum anomalisi bilinmiyor. Dolayısıyla doğum anomalileriyle ilgili bilgiyi ancak anormal doğum örneklerini toplayarak edinebiliyoruz. Şu an Ankara Üniversitesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim dalının koridorlarında sergilediğimiz, koruduğumuz, çok değerli doğum anomalisi örneklerimiz var. Bunlardan bazılarını Kâmile Hoca toplamıştır. Anekdotlar var bununla ilgili, benden önceki hocalar anlatırdı. Kâmile Hoca kendisi doğum yaparken yanı başındaki doğumhanede bir doğum anomalisini, derslerinde okutmak için korumaya alıp bu örneği özel sıvılarda saklamış. Kâmile Hoca’nın emeğinin karşılığı olan ve şimdi yaşı belki 70-80 olan bu örnekleri koridorumuzda görmek mümkün. Bunlar neden önemli? Bunlar eğitime doğrudan katkı verebilir, fotoğrafları derste paylaşılabilir. Kâmile Hoca’nın zamanında doğru düzgün kitap yok, İnternet yok! Kâmile Hoca’nın kendisine ait ders malzemesiymiş bunlar.
Kâmile Hoca patoloji asistanlığı yapıyor, ama o arada bakteriyolojiye de giriyor ve bakteriyopatoloji (bakteri kaynaklı hastalıkların organizmada yol açtığı hasarın bakteri ve doku düzeyinde saptanması) alanında da bir süre çalışıyor. Kâmile Hoca Ankara’ya geldiğinde önce Numune Hastanesinde anatomo-patoloji uzmanı olarak çalışmış. Sonra Ankara Tıp açılınca zamanın kurucu dekanı Dr. Abdülkadir Noyan tarafından histoloji ve embriyoloji kürsüsünü kurmak üzere görevlendirilmiş, aslında bir tür ikna edilmiş. Hoca, bizim kürsüyü kurduğunda uzun süre nöro-patoloji çalışmış, birtakım beyin hastalıklara tanı koymuş. Özetle, Hocanın dört uzmanlığı var aslında.
Bizim fakültenin kuruluşuna dört kişinin eli değmiş. Bunlardan ilki Dr. Refik Saydam. Atatürk’e Ankara’da bir fakülte açmanın gerekli olduğunu söyleyen odur. 1930’ların başında Alman profesörlerin Türkiye’ye gelmesi fikri de ona aittir. Refik Saydam, Kâmile Hoca’yla Berlin’de aynı yerde çalışmış. Ama o Kâmile Hoca’dan önce, 1910’larda gitmiş Almanya’ya. İkinci kişi, Hasan Ali Yücel’dir, o dönemin Milli Eğitim Bakanı olarak Ankara Tıp’ın kuruluşunda çok önemli etkisi olmuştur. Üçüncü kişi Dr. Abdülkadir Noyan’dır, ilk dekan. Dördüncü kişi de Kâmile Hoca’dır. Kâmile Hoca ilk kürsü kurucusu, ilk senatör, ilk kadın profesör ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi açılışında açılış dersini veren öğretim üyesidir. Dersin konusu: “Morfoloji Bilgilerinin Tıp Bilgisinde Önemi”.
1906 doğumlu Kâmile Hoca 1928’de, henüz 22 yaşındayken ilk makalesini yayınlıyor, Eylül 1931’de yapılan Dördüncü Tıp Kongresinde de aynı konuda tebliğ sunuyor. Sıra dışı tüm bunlar değil mi onun zamanı için?
Çok sıra dışı bir şey. Biliyorsunuz 1922 yılı üniversite eğitiminde çok önemli bir tarih… 1922’ye kadar kadınları edebiyat ve fen fakülteleri dışında öğrenci olarak kabul etmiyorlar. 1922’de açılıyor tıp fakültesi. Kâmile Hoca 1924 girişli ve ilk makalesini de Darülfünun Tıp Fakültesi Mecmuası’nda Arapça harflerle yayınlıyor.[2]Şevki, Kâmile (Tıp talebesinden). Lymphogranulomatose. Darüldünun Tıp Fakültesi Mecmuası 10(11), 1928. Bu Arap harfli ilk ve son makalesi, bir sonraki sene sonra harf devrimi yapılıyor. Daha sonra çalışmayı daha kapsamlı şekilde Almanya’da bir bilim dergisinde Fransızca yayınlıyorlar.[3]Hamdi H et Mlle. Kâmile Şevki. Resultats des recherches histobakteriologique sur la granulomatose maligne. Schweis Mediz Woch 61(2), 1931. Ona yol gösteren bir hocası var: Hamdi Suat Aknar. Her iki yayın da bir tür lenf hastalığı olan lenfogranülomatoz ile ilgili. Hastalardan alınan kesitler üzerinden çizimler, renklendirmeler yapıyor. Bunu öğrenciyken mutlaka bir hocanın eşliğinde, o hocanın onayıyla yapmanız gerekiyor; “ölü bilimi” denen bir alanda çalışıyorsunuz. Patolojinin o dönemki adı: Marazi teşrih. Histolojnin o dönemki adı da ilmi ensac. Bu arada şunu mutlaka belirtmek lazım: O dönemde bilim makaleleri tek isimli. İki isimli makale çok az, üç isimli neredeyse yok. Bugün makaleler genellikle 10-15 isimli, hatta 100 isimli makaleler de var. Gelişen iletişim ve iş birliği olanaklarının sonucu bu. Kâmile Hoca’nın döneminde kimse kimseyle doğru düzgün iletişim kuracak durumda değil.
Şevki metodu nedir tam olarak, neyi sağladı?
Şevki Metodu şudur: Böbrek üstü bezinin bir kabuk ve bir de öz kısmı var. Bu öz kısmında bulunan ve bizim kromafin olarak adlandırdığımız bir grup hücreyi diğer hücrelerden ayırt edebilen bir histokimyasal teknik buluyor Hoca; yani bir laboratuvar uygulama reçetesi tanımlıyor. Altı, yedi sayfalık bir makale. Makalede yer alanların hepsi kendi çizimleri ve çalışmayı feokromasitoma hastalığı tanısı almış kişilerin doku örnekleri üzerinde çalışıyor. Bu nedenle çalışma çok değerli bulunuyor. Patolog olduğu için insan dokularına ulaşması daha kolay olmuş olmalı. Zaten o dönemlerde hayvan deneyleri de çok alışılagelmiş bir şey değil.
Burada aşama aşama tekniği tarif ediyor ve sonucunda da bunu çiziyor. Kendi el çizimidir muhtemelen bu. Burada gördüğünüz kırmızı-bordo renkli noktacıklar işte bu hücreleri ortaya çıkaran, bunların içindeki tanecikler. Bunların hepsi bir hormon. Hemen şurada da kan damarlarımız. Bu kan damarları da buradan salınıveriyor ve kana geçip sistemik dolaşıma katılıyor. Sonra da orada etki gösteriyor.
Nedir bu makalenin etkisi?
Klasik kitaplara geçiyor bu Şevki metodu. 1940’lı 1950’li yıllarda yazılan, sürekli baskıları yenilenen kitaplar bunlar. Ben de öğrenciyken o kitapların peşine düşmüştüm, çünkü bir boyama yapacağınız zaman o kitabı açar, orada yazan reçeteyi adım adım uygularsınız. Meşhur histokimya uzmanı ABD’li Pierce’ın kitabında da yer alır. Hoca’nın bu orijinal makalesi şimdiye kadar 13 atıf almış. O günün makalelerinin etkisiyle bugünü karşılaştırmamak lazım. Bugün bir makale yazdığımızda atıf sayısı yüzleri-binleri bulabiliyor. O dönemde 13 atıf alan bir teknik makaleniz kitaplara geçmenizi sağlıyor. Metodun ünü de oradan geliyor.
Bugün kullanılıyor mu bu metot?
Kullanmıyoruz. Kullanmamamız için bir engel yok ama elimizde çok daha gelişmiş teknolojiler var, daha moleküler düzeyde işaretliyoruz bu hücreleri. Böylece daha büyük bir kesinlikle görüyoruz. 90’ların başına kadar kullanılmış olabilir Şevki metodu. 90’lı yılların başlarından itibaren çok popüler olan immünhistokimya denen bir teknik devreye girdi. Dokuları işaretlemek istediğimiz zaman bu metodu kullanıyoruz. Dediğim gibi bugün de Şevki Metodunu yaparsınız ama artık daha çok anısal değeri vardır.
Peki bu türden bir metodu bulmak için bir bilim insanının nasıl bir çalışma içinde olması gerekir? Bu süreci nasıl anlatabiliriz?
Histokimya tekniklerini bir tür kimya laboratuvarı gibi düşünün. Elinizde birçok malzeme var, bunları adım adım bir mantık çerçevesi içinde deniyorsunuz. Bizim “doku takibi” dediğimiz, dokunun canlıdan alınıp iki cam arasında mikroskoba konulmasına kadar geçen süreç çok özgün bir süreçtir. 1800’lerin ortalarında başlamış bu yöntemler. Mikrotom dediğimiz, dokuları çok ince (mikron düzeyinde) kesmeyi sağlayan cihazlar geliştirilmiş. Histokimyanın tarihçesi 1870’lerden sonra olsa başlıyor. Bu tarihten bir 50-60 yıl sonrasından bahsediyoruz yani. Ne yapsanız değerli. Mikroskopta hazırlayacağınız doku kesitinin kalitesini ne kadar artırırsanız o kadar çok bilgi ediniyorsunuz. Kâmile Hoca da belli ki, uzun saatler ve günler boyu laboratuvarda zaman geçirmiş. Bugün bu işi teknisyenler, hatta makineler yaptığı için “patolog teknik bilmez.!” denir. Çünkü hasta materyalini makineler keser ve bize en son incelenebilir cam halinde gelir örnekler. Hoca, belli ki “Şu şöyleyse, bu da böyle olur, şuradan şunu yapsam buradan da bunu yapsam” diyip deneyerek, test ederek, biraz bilgi birikimi kullanarak bir yöntem geliştirmiş.
Kâmile Hanım’ın laboratuvarda kullandığı alet edevat da değişti tabii, neler vardı acaba onun laboratuvarında?
Değişti tabii, makroskopik patolojiyi neredeyse kaldırdılar. Yani gelen örnekler pek saklanmıyor artık. Hem koyacak yer kalmadı herhalde hem de çok değerli olduğunu düşünmüyorlar. Kâmile Hoca’nın döneminde tümörler, enfeksiyonlar şunlar bunlar… Bildiğiniz kaliteli bıçaklar, testereler, leğenler, sıvılar içinde kesilirmiş örnekler. Kesilip tanımlanır, küçük bir parçası fiksatif dediğimiz uzun süre saklamayı sağlayan bir başka sıvı içine alınır, parafin bir bloka gömülür ve mikrotomda ince ince kesilir, sonra da şeffaflaştırıcı kimyasallardan geçirilip boyanır. Uzun bir prosedürdür bu.
Hoca’nın patolog olması aynı zamanda cerrah grubuyla çok yakın ilişki kurmasını sağlamıştır. Birçok cerrahla birlikte çalışmıştır. Sonra histolojiye başladığında da patolojiyi bırakmamış. Bununla ilgili pişman olup olmadığı sorulmuş hatta kendisine, “Vaktimiz az öğrenecek şeyimiz çok” dermiş.
O kadar çok şeye sıfırdan başlıyor ki! Bir işe sıfırdan başlamak hiç kolay değildir, genelde akademide birinin kaldığı yerden devam edilir. Hocalar gerçekten sıfırdan, hatta eksilerden başlamışlar. Ben geldiğimde bölümde sağı solu kurcalıyorum, Aliye Erkoçak’ın, Kâmile Hoca’nın malzemeleri çıkıyordu her yerden. Bu nedenle Kâmile Hoca’nın hazırlamış olduğu mikroskopik preparatların bir kısmı bende şu an. Birileri atmış köşelere bunları.
Kâmile Hoca’nın döneminde alanın durumu neydi Türkiye’de?
Türkiye’de iki merkez vardı, Ankara Üniversitesi ve onun da önünde 1933’te üniversite statüsü kazanan İstanbul Üniversitesi. Bizim alanın İstanbul Üniversitesi’ndeki tarihçesinde kadın yok gibidir. Sadece Türkan Erbengi Hoca, Çapa Tıp Fakültesi’nin hocasıdır. Onun da tabii alanda çok çabası vardır, o da birtakım isimler yetiştirmiştir. Daha sonra Hacettepe, ardından Ege Üniversitesi kuruluyor . Dolayısıyla Türkiye’de histolojinin öncülerinden demek doğru olur Kâmile Hoca için. Türkiye’de histoloji ve embriyoloji bilim disiplininin kurucusu Tevfik Recep Örensoy’dur. Recep Örensoy 1898’de başlayıp, bu alanda doktora yapmak üzere Almanya’ya, Viyana’ya gönderilen dört doktordan biridir.
Bölüm içinde Kâmile Hanım’la ilgili bilgiyi nasıl topladınız?
Ben bölüme katıldığımda (1987) Meral Tekelioğlu Hoca başkandı. Meral Hoca ikinci kuşaktır. Yani Kâmile ve Aliye Hoca’ların öğrencisidir. Ben 18 yıl boyunca, kendisi emekli olana kadar onunla çalıştım, uzmanlık tez hocamdı aynı zamanda da.
Bir dönem de Aliye Erkoçak Hoca bölüme geri döndü. 12 Eylül sonrası bir grup öğretim üyesi aniden üniversiteden uzaklaştırılmıştı, “1402’likler” denir bu gruba. Aliye Hoca onlardan birisiydi. Ben asistan olarak girdikten birkaç ay sonra Aliye Hoca’nın geleceği söylendi. Af çıkmıştı, ancak Aliye Hoca’nın yaşı 65 gibiydi. Dokuz ay kadar onunla çalıştık. Meral Hoca’nın ona büyük sevgisi, saygısı vardı. İşte o dönemde ben Kâmile Hoca’nın adını daha çok duymaya başladım. Her ikisinin de hocasıydı, ama ortalıkta Kâmile Hoca’ya ait pek bir şey yoktu. Kâmile Hoca’nın adı protokol düzeyinde geçiyordu daha çok. Aliye Hoca dokuz ay kalıp emekli oldu, küskündü biraz üniversiteye, haklıydı da. O dönemde anabilim dalında üç kadın ve bir de erkek hocamız vardı. Bu hocalardan birisi Kâmile Hoca’nın zamanında yetişmiş, geri kalanları pek tanımıyorlar Hoca’yı, ama çok dinlemişler. 1976’da emekli olmuş Kâmile Hoca. 2003’te Meral Hoca da emekli oldu. Ben 2013’te anabilim dalı başkanlığını aldım, şimdi diğer öğretim üyesi arkadaşlar sürdürüyor bu görevi. Yani Kâmile Hoca’dan aldığımız bayrağı ileriki kuşaklara taşıyoruz.
Bu süreçler içinde Kâmile Hoca’yla ilgili ilk adımları atan, onun anısına yazılar yazan, onu anan kişi Meral Hoca’dır, o mikroskobun müzelik hale getirilmesi de onun sayesindedir. Sanırım Kâmile Hoca’ya verilen TÜBİTAK 1994 Hizmet Ödülünü almaya da Meral Hoca gitti ve bölümün koridoruna astı.
Ben bölüme asistan olarak geldiğimde adı geçen elektron mikroskobunu kullanan yoktu. “En son Sacide hocamız kullanırdı, o da Erzurum’a gitti.” dediler. Yani kimse bilmiyordu. Sonra öğrendim ki o mikroskobun parçaları artık üretilmiyor. Yani contalarını değiştirmeye kalksanız parçası yok. Meşhur bir teknisyen varmış (Waldmann), Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçmış, bir satranç ustasıymış zamanında. Batı Almanya’da iş bulmuş ve dünyanın en saygın elektron mikroskobu teknisyeni olmuş. Türkiye’ye o gelirmiş arada, arabasıyla bütün mikroskopları gezer bakımlarını yapar gidermiş. Bu adamı buldum, biracıya götürdüm. Laf gelince dedim ki: “Usta, sen bu mikroskoba bir baksana, hatta mümkünse bize öğret, çünkü kullanamıyoruz, böyle kaldı.” “Kusura bakma…” dedi, “Onun için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Hocalarınız onu çok güzel kullandılar yıllarca, ama o mikroskop artık müzelik.” Kısacası, bizden önceki hocalar onu çokça kullanmış, biz kullanamadık ama biz ve bizden sonrakiler onu koruyacaklar.
Söyleşi, Cumhuriyetin 100. yılı için Ekol Vakfı, Bilim Akademisi ortaklığı ile hayata geçirilen “Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar” projesi çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Projenin ürünlerinden biri olan olan “Sahada” kitabı hakkında ayrıntılı bilgiyi bu adresten edinebilirsiniz.
Notlar/Kaynaklar
↑1 | Erkoçak A. Böbreğin Elektron Mikroskopisi. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, Vol 14, (4), Supplementum No: 3, 1961. |
---|---|
↑2 | Şevki, Kâmile (Tıp talebesinden). Lymphogranulomatose. Darüldünun Tıp Fakültesi Mecmuası 10(11), 1928. |
↑3 | Hamdi H et Mlle. Kâmile Şevki. Resultats des recherches histobakteriologique sur la granulomatose maligne. Schweis Mediz Woch 61(2), 1931. |