Erdal İnönü’nün TÜBİTAK Bilim Ödülü konuşması

ODTÜ Fizik Bölümü 1973 (Kaynak: Fizikciler.info)

Erdal İnönü’nün 1974’te TÜBİTAK Bilim Ödülü töreninde yaptığı konuşmanın metnini aşağıda sunuyoruz.[1]Erdal İnönü’nün Konferansı. 1974 Yılı Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülleri 4 Kasım 1974. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu. 1976. s. 17-21 Erdal bey, konuşmasının ilk bölümünde Bilim Ödülüne layık görülen çalışmalarını ve bu çalışmaların yapıldığı koşulları anlatıyor; ikinci bölümde ise kendi deyimiyle “bilim hayatımızın gelişmesinde önemli yeri olan bir konuya” değiniyor ve araştırmacıların yöneticilik yapması, yöneticilerin araştırmacıları teşviki gibi meseleleri ele alarak yönetici-araştırmacı ilişkilerini irdeliyor. 


Sayın Dinleyenler,

Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun 1974 yılı Bilim Ödüllerinden birini kazanmış olmaktan büyük kıvanç duyuyorum.  Çalışmalarımı böyle pek haketmedikleri bir şekilde değerlendiren Bilim Kurulu üyelerine yürekten teşekkürlerimi ifade ederim.

Bilim Kurulu açıklamasında nötronların transport teorisine yaptığım katkıdan söz ediliyor.  Bu katkının ne olduğu hakkında sizlere bir fikir vermek için buraya çağrıldım. Ancak zaten çok küçük olan bir katkının alanı matematiksel fizik olunca kısa bir konuşma içinde ve matematiksel ifadeler kullanmadan iyice anlatılması olanaksızdır.  Bu nedenle daha önce başka meslektaşlarımın da tutmuş olduğu bir yolu izleyerek biraz söz konusu çalışmaların hangi koşullar altında yapıldığına değinmek, biraz da bu kısa öykünün aklıma getirdiği bazı izlenimleri dikkatinize sunmak istiyorum.

Nötronların transport teorisiyle ilgim 1957 yılında, başka bazı meslektaşlarla birlikte Amerika’ya, atom enerjisi alanında araştırma yapmak üzere gitmemle başladı.  O zamanlar ABD ile Türkiye arasında imzalanmış olan bir anlaşma gereğince, atom enerjisinin çeşitli alanlardaki uygulamalarını ülkemize getirebilmek maksadıyla 40 kadar Türk bilim adamı Amerikadaki üniversite ve araştırma merkezlerinde kendi uzmanlık konularının atom enerjisi ile ilgili kısımlarında araştırma yapmaya gönderilmişlerdi. Bu gurup içerisinde ben de bir teorik fizikçi olarak atom enerjisini meydana çıkaran nükleer reaktörlerin çalışma ilkelerini açıklayan reaktör ve transport teorileri konularına yöneldim.

Bilindiği gibi nükleer reaktörlerin işlemesi, uranyumun 235 denilen bir türü gibi bazı atom çekirdeklerinin nötronlar denilen parçacıkların etkisi altında bölünerek kendiliklerinden yeni nötronlar ve enerji çıkarmaları olayına dayanır.  Ortaya çıkan yeni nötronlar başka uranyum çekirdeklerine çarparak reaksiyonu, yani bir bakıma bu özel yanmayı devam ettirirlerken, her bölünmede açığa çıkan enerji de gene bu nötronlar aracılığıyla ısı ve elektrik enerjisine çevirilerek iş yapacak bir hale getirilir.  Görülüyor ki nükleer reaktörlerin çalışmasını anlamak ve kontrol etmek için gereken temel bilgi, nötronların reaktör içinde nasıl hareket edeceklerini ve başka atom çekirdekleriyle çarpışmaları sonucunda ne gibi değişikliler olabileceğini gösterecek bir teori olmalıdır.  Bu teoriye genellikle nükleer reaktör teorisi denilmektedir.

İkinci Dünya Savaşı içinde atom enerjisinden silah olarak faydalanma olasılığı ortaya çıkınca en tanınmış fizikçilerin katkısı sağlanarak nükleer reaktör teorisi kısa zamanda geliştirildi ve bilinen şekilde enerji veren nükleer reaktörler yaratıldı. Reaktör teorisinin temel problemleri böylece çözülmüş olmakla beraber, savaş sonrasında enerji üretiminde, ulaştırmada ve araştırmada kullanılacak çeşitli reaktörlerin meydana getirilmesi ve sürekli olarak çalıştırılması ile ilgili birçok ayrıntı problemi üzerinde fizikçiler, kimyacılar, uygulamalı matematikçiler, her daldan mühendisler çalışmaya devam ettiler.  Bu arada nükleer reaktör teorisinin bir parçası olarak başlamış olan bir gurup çalışma da nötronların reaktör içindeki hareketini mümkün olan en hassas matematiksel yöntemlerle inceleme yolunda ilerledi. Matematiksel niteliği daha ağır basan, dolayısıyla uygulama ile ilgisi daha az olan bu çalışmalar nötron transport teorisi adı altında anılmaktadır.

1957-1960 yılları arasında Amerikada bulunduğum sırada işte bu alanlarda araştırma yaptım.  Önce nükleer reaktör teorisinde, küçük boydaki reaktörlerin kritik şartlarının hesaplanmasını kolaylaştıracak ve hataları azaltacak yollar bulmak için, sonra transport teorisinde gruplar teorisinin bazı uygulamaları üzerinde çalıştım.  Bu çabalarda reaktör teorisinin kurucularından olan tanınmış fizikçi Profesör E.P. Wigner’İn ilham ve yardımlarından büyük ölçüde faydalandım.

Bu dönemi geçerken, birçok bilim adamımızın 1955-1960 arasında uzunca bir süre ileri araştırma merkezlerinde çalışmasına olanak sağlamış olan ve Dışışleri Bakanlığınca yürütülmüş olan atom enerjisi eğitim programının bilim adamlarımız bakımından çok başarılı sonuçlar vermiş olduğunu belirtmek ve bu programın başlıca planlayıcısı Profesör Besim Tanyel ile başlıca yürütücüsü rahmetli büyükelçi Hüveyda Mayatepek’in hizmetlerini minnetle anmak istiyorum. Geçmiş yıllarda fizik ve kimya alanlarında TÜBİTAK bilim ödüllerini almış olan araştırıcılarımızdan dördü bu programdan yaralanarak araştırmalarını ileri götürebilmişlerdir.  Öte yandan programın ikinci safhası olarak ülkemizde kurulan atom enerjisi araştırma ve uygulama merkezlerinin artan bir verimle çalıştırılması işinde daha büyük güçlüklerle karşılaşılmış ve kanımca aynı başarı gösterilememiş, umut verici bir başlangıçtan sonra uzun süren bir duraklamaya girilmiştir.

1960 sonbaharında Türkiye’ye döndüm ve o zaman yeni kurulmuş olan ODTÜ’ye katıldım.  Yeni gelişen bir Üniversitenin bir an önce istenilen düzeye ulaşması için kaçınılmaz bir şekilde yüklenilen bölüm başkanlığı, dekanlık gibi yönetim görevleri arasında çok yavaşlamış bir tempo ile araştırma yapmaya devam ettim.  Bu arada nötron transport teorisinde uygulama ile yakından ilgisi olabilecek hesaplar artık tamamen bilgisayar denilen en güçlü elektronik hesap makinalarının yardımıyla yapılır hale gelmişti.  Böyle bir bilgisayar olmadan gene de bir katkı yapmak istenirse konunun ancak genel matematiksel yönleri üzerinde durulabilirdi.  Bir asistanımızın, İmre Usseli’nin doktora çalışması vesilesiyle biz de böyle yaptık. Ele aldığımız saçılma probleminin en genel çarpışma hallerinde geçerli kalan özelliklerinin neler olabileceğini araştırdık.  Bu araştırmanın sonucu ODTÜ matematiksel fizik alanında yapılan ilk doktora çalışması oldu.

1968 sonbaharında geçirdiğim bir rahatsızlık bana yönetim görevlerinden ayrılarak bir yıl kadar Amerikada bazı üniversitelerde araştırma yapma fırsatını verdi. Bu süre içinde transport teorisinde Ankarada başladığımız doğrultuda sürdürdüğüm çalışmada nötronların hareketini tasvir eden ve Boltzmann denklemi diye anılan matematik denklemin çözümlerine ait bir genel özellik, bir ortogonallik özelliği ortaya çıktı.  Türkiyeye dönüşümde gene iki yıl yönetim görevi, dekanlık ve rektörlük yaptım.  Rektörlükten ayrıldıktan sonra öğrencilerimizin yüksek lisans tezleri ve uluslararası atom enerjisi ajansından aldığımız bir araştırma projesi beni yeniden transport teorisini ele almaya zorladı. Bu vesileyle biraz önce sözünü ettiğim genel ortogonallik özelliğinin ne gibi sonuçlar verebileceğinin incelenmesi, başka yeni ve genel özellikler bulmanın, bu arada Boltzmann denkleminin simetri özelliklerini daha iyi açıklamanın yollarını açtı.  Bütün bu sonuçlar, bir bakıma yıllar önce ele aldığımız basit saçılma problemi dolayısıyla sorduğumuz sorunun, en genel çarpışma şartlarında geçerli olan istatistik özelliklerinin neler olabileceği sorusunun çeşitli cevapları olarak ortaya çıkıyorlardı, fakat böyle sonuçlar bulunabileceği başlangıçta hatırımızdan geçmezdi.  ODTÜde yapılan bu çalışmalarda Oktay Öztunalı, İmre Usseli, Ahmet Eriş, Cevdet Tezcan ve Uğur Özdinçer ile birlikte çalıştık.  Ayrıca transport teorisinin Amerikadaki tanınmış uzmanlarından Profesör K. Case’in bu konudaki çalışmaları daha ileri götüren, beklenmedik doğrultularda geliştirilen önemli katkıları oldu.


Sayın Dinleyenlerim,

Konuşmamı sona erdirmeden önce izin verirseniz, bilim hayatımızın gelişmesinde önemli yeri olan bir konuya, yönetim araştırıcı ilişkilerine bir kaç cümle ile değinmek istiyorum.  Araştırmada insanı büyük başarılara götüren önemli etkenin ne olduğu hakkında kamu oyunda genellikle yanlış kanılar vardır. Bu etkenlerin olağanüstü bir zekâ, çok iyi bir eğitim, en ileri araştırma olanakları gibi araçlar olduğu çok defa sanılır. Şüphesiz bir araştırma yapmaya başlayabilmek için bütün bu etkenlerin belirli bir ölçüde bulunması gereklidir. Ancak büyük bilginlere imkan bulup bu soruyu sorarsanız ya da yaşayışlarını ve karakterlerini yakından incelerseniz en önemli etkenin araştırıcının çözmeye çalıştığı problemler üzerinde çok uzun bir süre bıkmadan usanmadan, hedefinden şaşmadan sürekli olan düşünebilmesi, başka bir deyimle bütün fikir güçlerini bir gaye uğrunda seferber edebilmesi olduğunu görürsünüz.  Ömrünü böyle bir gayeye adayan insanlar, yetişmeleri yetersiz ise eksiklerini tamamlarlar, araştırma olanakları yetmiyorsa bu olanakların bulunduğu yerlere giderler, ne yapar yaparlar, sonunda, tabii ömürleri vefa ederse aradıkları ve ne olduğunun kendilerinin de önceden iyi bilmedikleri gerçekleri bulurlar.  Bu gözleme dayanınca bilimsel araştırmada en yüksek verimi alabilmek için bilim yöneticileri ile araştırıcılar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği sorunu açıklık kazanır.  Araştırmalarıyla ilginç buluşlar yapmak isteyen bir kimsenin yöneticilik yapması onu bu gayeye ulaşmaktan alıkoyar.  Yöneticilik, taşıdığı sorumluluk nedeniyle, insanın hemen bütün zamanını ve çabalarını kendine çeken bir görevdir.  Yöneticilik yapan bilim adamının, araştırmanın gerektirdiği sürekli düşünme çabasını göstermesi beklenemez.

Öte yandan, ülkemizde üniversite ve araştırma kurumları gibi bilimsel araştırma yapılan yerlerde çalışan elemanların sayısı az olduğu için yöneticilik yapmak sık sık araştırıcı elemanlara da teklif edilmekte ve bu görevden kaçınmak insani nedenlerle bazen çok zor olmaktadır.  Şüphesiz yöneticilik çok şerefli ve insanda uyandırdığı topluma hizmet duygusuyla manen çok tatmin edici bir görevdir.  Ben kendi hesabıma ömrümün önemli bir kısmını yöneticilikle geçirmiş olmaktan hiç pişman değilim.  Burada büyük buluşlar yapmaya karar vermiş olan bir gencin yöneticilik yapmasının yanlış olacağını belirtmeye çalışıyorum. Yöneticilikten nasıl kaçınılabilir?  Benim gördüklerime göre yöneticilik yapmamak için baş vurulabilecek çarelerden birisi böyle tekliflere şiddetle karşı koymak ise, daha etkin çareler, insanın adını deliye, ya da geçimsize çıkarması ya da sakıncalı bir yönetici olacağı izlenimini vermesidir.  Tabii bütün bu çarelerin tehlikeli yanları da vardır.

Konuya öteki ve daha ciddi yönünden bakarsak, araştırma yöneticisinin de araştırıcılara problemleri üzerinde uzun zaman sürekli olarak düşünme olanağını ve isteğini verecek şekilde davranması gerektiğini görürüz. Bilim adamı araştırmadan başka bir şey yapmamalıdır demek istemiyorum. Bugün bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de bilimsel araştırmalar büyük ölçüde üniversitelerde yapılmaktadır ve üniversite üyeleri öğretim ve araştırma görevlerini birlikte yürütmektediler.  Bu iki işin bir arada yapılması, birbirini tamamlaması mümkündür.  Ancak buradaki şart Üniversite yöneticilerinin de görevlerinin hem öğretime hem araştırmaya hizmet olduğunu anlamaları ve bütün davranışlarında bunu göstermeleridir.

Araştırma her şeyden önce bir inanç meselesidir. Evrende henüz bilinmeyen ve bulunmaya değer gerçekler saklı olduğuna ve bu gerçeklerin araştırma ile bulunacağına inanan insanlar, bu inançla bütün güçlerini araştırma yolunda harcamaya koyulurlar. Araştırıcının yüreğindeki bu inancı besleyen, onu canlı tutan şeyler, zaman zaman kazanılan küçük başarılar, küçük buluşlardır. Bu küçük başarılara olanak sağlamayan ya da onları iyi değerlendiremeyen bir yönetim, üyelerine büyük başarı, büyük buluş yollarını kapatmış demektir. Bu durumla karşılaşan genç insanlar ya araştırma yapmaktan vazgeçerler ya araştırma hedeflerinin yönetiminin tutumuna uydurarak iyice düşürürler, ya da içlerindeki araştırma ateşi çok kuvvetle yanıyorsa başka kurumlara başka ülkelere giderler ve buluşlarının şerefine ve kazandırdığı bilgi gücüne de böylece başka yerler sahip çıkar.

Sözlerim yalnız olumsuz bir izlenim vermesin. Yakın geçmişimizde görevini bu şekilde anlamış, Türk eğitim ve bilim hayatına aynı ölçüde başarı ve hizmet etmiş yöneticiler vardır. Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’un baş müderrisi Hoca İshak Efendi, Mühendis mektebinin ilk sivil müdürü Refik Fenmen, 1933 İstanbul Üniversitesi Reformunun getirdiği bir çok yönetici bu anlayışın seçkin örneklerini vermişlerdir. Başlıca 1933 reformu ile yeniden doğmuş olan Türk bilimi İstanbul Üniversitesinde ve daha sonra öteki üniversitelerde ve çeşitli araştırma merkezlerinde geliştirilmeye başlanmış, bu gelişme zaman zaman duraklamaya uğramışsa da yeniden toparlanarak genellikle bilimsel düzeyimizi yükseltmeye devam etmiştir.  Yalnız son yıllarda temel bilim hayatımızın yeniden bir durgunluk geçirdiğini, temel araştırmaları desteklemekle görevli yöneticilerimizin çeşitli yan nedenlerle aşırı bir çekingenliğe kapıldıklarını görüyoruz. Adeta kalkınma çabaları içinde uzun vadeli temel araştırmalara yer olmadığı şeklinde yanlış bir kanı etrafa yayılmakta, bu yüzden eldeki olanklar yeteri kadar değerlendirilememektedir. Hiç şüphe etmiyorum ki bu durum da geçicidir ve umutsuzluğa kapılmaya yer yoktur. Büyük Atatürk’ün Cumhuriyetimize gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma hedefine ulaşmada temel bilimlerin ne önermli yer tuttuğu, daha açıkçası, bilime katkı yapmayan bir ulusun uygar sayılamayacağı gibi gücünün de eksik kalacağı gerçeği elbet hatırlanacak, temel araştırıcıların teşvik edilmesi ve cesaretlendirilmesi yeniden yöneticilerimizin önemle üzerinde durdukları bir konu olacaktır.  Bu iyimser görüşle, genç bilim adamlarımızın yakın gelecekte bilime çok daha değerli katkılar yapmalarını görmemiz dileği ile sözlerimi bitiriyor, saygılarımı sunarak huzurunuzdan ayrılıyorum.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Erdal İnönü’nün Konferansı. 1974 Yılı Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülleri 4 Kasım 1974. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu. 1976. s. 17-21