6 Temmuz 2021’de Koç üniversitesi İş Bankası Enfeksiyon Hastalıkları Araştırma Merkezi (KUISCID) tarafından yapılan “Pandemiyi konuşmak: Toplumla iletişim” başlıklı çevrimiçi sempozyumda Covid-19 pandemisi gibi olağan dışı durumlarda, farklı disiplinlerde bilgi üretimi ve bunların toplumla iletişiminin nasıl yapılması gerektiği tartışıldı. İlker Kayı tarafından yönetilen toplantının konuşmacıları Sibel Sakarya, Önder Ergönül, Kemal Kuşçu, Selva Demiralp, Ali Çarkoğlu ve Bekir Ağırdır’dı. Bu yazı, konuşmacıların sunumlarının özetlemesi yoluyla hazırlandı. Bir süre geçmiş olmasına rağmen, konu halen güncelliğini koruyor. Verileri güncelleyerek, bütünselliği bozmadan sorular ve konuşmacıların yanıtlarını sempozyum akışında olduğu gibi söyleşi formatında sunuyoruz.
İlker Kayı: Halk sağlığı acillerinin ne olduğundan söz eder misiniz? İletişim konusu burada nasıl gündeme geliyor ve önemi nedir?
Sibel Sakarya: Halk Sağlığı Acilleri, bulaşıcı hastalık salgını, doğal afet, kimyasal madde veya radyasyon sızıntısı gibi sebeplerden kaynaklanan, olağanüstü durumlardır. Bu acil durumların ortak özelliği hızla ilerlemesi, insan sağlığını olumsuz etkileyebilme potansiyeliyle hızlı yanıt gerektirmesi. Ayrıca bu durumlar insan yaşamı için gerekli olan alt yapı ve sağlık hizmetleri için acil ve ek ihtiyaç yaratıyor. Halk sağlığı acillerinin bir başka ortak özelliği, toplumda korunmaya yönelik bilgi ihtiyacı doğurması, ayrıca panik, endişe gibi tepkilere neden olması. Halk sağlığı acillerinin hepsi aynı öneme sahip olmayabilir; önem, çeşitli ölçütlerle değerlendirilir. Olaydan etkilenen toplumun büyüklüğü ölçütlerin en önemlilerinden birisi. Yeni SARS-CoV2 virüsü ile meydana gelen ve bütün dünya nüfusunun etkene karşı duyarlı olduğu bu salgın; 30 Ocak 2020’de Uluslararası Öneme Sahip Halk Sağlığı Acil Durumu-UHSAD (Public Health Emergency of International) olarak tanımlandı, ardından da 11 Mart 2021’de pandemi ilan edildi[1]Timeline: WHO’s COVID-19 response, http://www.who.int/emergencies/diseases/novel-coronavirus-2019/interactive-timeline
Halk sağlığı acillerinde iletişim ve sosyal medya
İletişim, halk sağlığı acillerinin yönetiminde kullanılan, kişisel koruma ve çevresel önlemler gibi ilaç dışı müdahalelerden birisi. Bu pandeminin iletişim açısından önemli özelliği sosyal medya çağının ilk pandemisi olması. Bu yüzyılın ilk pandemisi, 11 Haziran 2009’da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), tarafından yeni influenza A (H1N1) ile başlayan salgınla ilan edilmişti. Ancak o dönemde, örneğin henüz TC Sağlık Bakanlığının veya Amerikan Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi’nin (CDC) bir Twitter hesabı yoktu. Covid-19 pandemisinde Twitter ve diğer sosyal medya kaynaklarının bilginin paylaşılmasındaki rolü düşünüldüğünde, bu pandemide iletişim açısından ortaya çıkan yeni durumu anlayabiliriz.[2]Influenza H1N1: 2009-2010 pandemic, https://www.who.int/emergencies/situations/influenza-a-(h1n1)-outbreak
İnfodeminin etkileri
Covid-19 pandemisinde, talep edilen bilgi ihtiyacına yanıt olarak çok büyük miktarda ve kontrolsüz bir bilgi, geniş toplum kesimleri açısından ulaşılabilir oldu. Sorunun çözümüne katkı sağlamak yerine, akıl karışıklığına, kararsızlığa ve hatta yanlış karar vermeye, paniğe, ayrımcılığa vb. zararlı tutum ve davranışlara neden olan, yönetilmesi güç bu bilgi yığını infodemi olarak adlandırılıyor. [3]Infodemic, https://www.who.int/health-topics/infodemic#tab=tab_1 Pandeminin başında DSÖ, infodemiye iyi yönetilmesi gereken önemli bir “risk” olarak işaret etmişti.
İnfodeminin hüküm sürdüğü böyle olağanüstü bir durumda, toplumla kurulacak iyi ve sürekli iletişim, yaşam kurtaracak bir halk sağlığı müdahalesi olarak ortaya çıkıyor.
İletişimin bir salgını sınırlamada nasıl ve hangi yollarla etkili olduğu sorusu akla gelebilir. İletişimin salgın kontrolündeki mekanizmalarından birisi, insanların sağlıklı karar vermelerinin önündeki en önemli engel olan infodemiyi kırması. İkincisi, “iyi” iletişimin aydınlatılmış kararlar vermeyi desteklemesi, bunun da uyumu, uyumun sürekliliğini artırması. Tıpkı “aydınlatılmış onam” kavramında olduğu gibi, insanlar önerilen davranışı hangi nedenle yapmaları (veya yapmamaları) gerektiğini bilirlerse, önlemlere uyumları ve bu uyumun sürdürülebilirliği artar.
Toplumla kurulacak iyi iletişimin, salgın gibi olağanüstü durumlardaki belki de en önemli rolü, böyle durumlarda en çok ihtiyaç duyduğumuz “güven” duygusunu güçlendirmesidir.
İletişim, bir halk sağlığı müdahalesi olarak bu işlevleri yerine getirebilmesi için bazı özelliklere sahip olmalı. Salgın kontrolünü yürüten kamu otoritesinin öncelikle “toplumla iyi iletişim kurmayı” önemsemesi ve bunun için bir tasarım geliştirmesi gerekli. Covid-19 pandemisi sürecinde yaşadıklarımız, Türkiye’de toplumla iyi iletişimin yeterince önemsenmediğini açıkça gösterdi.
Halk sağlığı acillerinde toplumla iletişim kurarken verilecek mesaj, kısa, akıl karışıklığına yol açmayacak, ek sorgulamaya ihtiyaç yaratmayacak netlikte olmalı. Türkiye’de toplumsal düzeyde kapanmaların yaşandığı önceki dönemlerde, alınan her kararın açıklanmasının ardından hemen her zaman büyük bir haberleşme trafiği yaşandı; alınan kararları tam olarak anlamak için insanlar birbirlerine sordular, belirsizlik bir sonraki açıklamaya dek sürdü; hatırlayacaksınız.
Toplumla iyi iletişimin ilkelerinden bir başkası, verilen mesajların toplumun bütün kesimlerini kapsaması, bilgilendirme açısından kimseyi geride bırakmamasıdır.
Örneğin Türkiye’de bulunan yaklaşık dört milyon mülteci/sığınmacının topluma verilen mesajlar açısından ne kadar kapsandığına dair hiçbir bilgiye sahip değiliz.
İlker Kayı: Topluma iletilecek bilginin üretilmesi konusunu Önder Ergönül’e soracağım. Pandemi süresince bilimsel bilginin üretilmesi ve yorumlanmasındaki güçlükler nelerdi sizce? Ulusal çalışmalar, uluslararası iş birlikleri alanındaki gözlemleriniz nelerdir?
Önder Ergönül: Verilerden bilime giden yol kolay olmadı. Bu küresel deneyimden çok ders çıkarmayı umuyoruz. Belirsizlikler ve kaygılar içinde bir yandan hastaların tedavisine çalışıldı, bir yandan toplum, korunma yolları hakkında bilgilendirildi. Pandeminin başında çok kişi, bu sürecin sonunda bilimin kazanacağına dair iyimser bir beklenti içindeydi. Halen iyimserim ama önemli, derin sorunlarımız var.
Pandemide bilgi üretme sürecimiz, bilinmeyen yeni olgularla başladı. Aralık 2019’da Wuhan’da görülen bazı hastalar ve hasta gruplarından olgu serileri bildirildi. Daha sonra daha geniş veriler geldi, gözlemsel raporlar dönemi başladı. Sonra randomize klinik çalışmalar dediğimiz klinik deneysel çalışmalar yapıldı. Bu bilgiler sentezlendi, meta analizler yapıldı. Nihayet şu aşamada da canlı rehberler yapılmaya çalışılıyor. Canlı rehberler, yeni yayınlanan verilerle her gün yenileniyor. Bu bildiğimiz bir akıştı ama pandemi, süreci hızlandırdı. Zaman öylesine sıkıştırdı ki bizi, pandemiye verilen tepki “ışık hızı” veya “yıldırım operasyonu” olarak adlandırıldı.[4]Operation Warp Speed, https://en.wikipedia.org/wiki/Operation_Warp_Speed
Geçen iki yıla yakın sürede varyant gelişimi devam ediyor. Varyantlar daha mı hızlı bulaşıyor? Daha mı ağır seyrediyor? Mevcut testler, ilaçlar, aşılar yeterli mi? Tüm bu sorulara yanıt verebilmek için çok hızlı ve etkili bilimsel veriler elde etmek ve bu verileri anlaşılır şekilde paylaşmak gerekiyor.
Verilerden Öğrenmek
Ülkelerin ölüm oranlarının karşılaştırılmasında çoğu zaman sorunlar yaşadık. Türkiye’de, Kasım 2020’de vaka ve hasta tanımlarının değişmesiyle bir günde ölüm oranı %3 den %0,9’a indi.[5]Koca: Günlük vaka sayılarını değil hasta sayısını açıklıyoruz, 30 Eylül 2020, Bianet, https://bianet.org/bianet/saglik/231873-koca-gunluk-vaka-sayilarini-degil-hasta-sayilarini-acikliyoruz
Bu durumdan bir yıl sonra, 2021’nin sonbaharı aylarında günlük ölüm sayılarımız dünyada ilk üç ülke arasındaydı. Üstelik ölüm sayılarımızın bildirimi sorunlu, gerçekleşen ölüm sayılarımızın bildirilenden yüksek olduğunu biliyoruz. Bu sorunda Sinovac aşılarının rolü nedir, salgının başından beri Covid-19 tedavisinde yaygın kullanılan Favipiravir’in yararlı olduğunu ileri sürmek hâlâ mümkün olabilir mi? Bu sorulara yanıt bulabilecek veri Türkiye’de mevcuttu. Kabaca sunulan veriler bile bir şeyler anlatıyor ama halkımızın sağlığı için çok daha detaylı sonuçlar elde edebilirdik. Ne yazık ki Türkiye’deki verilerin karmaşıklığı sağlam epidemiyolojik veriler üretmemizi zorlaştırdı.
Kitlesel açık öğretim
Pandemide yaşanan en ilginç olaylardan biri de kitlesel açık öğretim. Epidemiyoloji derslerinden bazı kavramlar, günlük kullanıma girdi. Bir tür kitlesel açık öğrenim yaşadık. Örneğin olgu, ölüm oranı, salgın eğrisi ve bunların düzleşmesinin hedeflenmesi, “R0” denilen çoğalma sayısı, ek ölümler, entübasyon, sitokin fırtınası, aşı çeşitleri, randomize klinik çalışmalar, meta analizler gibi kavramlar bu konulara ilgili duyanların öğrendiği başlıklar olarak karşımıza çıktı.
Turkuaz tabloda her gün sunulan sayıların bir kısmının, örneğin iyileşen hasta sayısı, pnömoni olan hasta sayılarının yararı yoktu. Kullanım değeri olmayan istatistikler yerine test sayısından başlayarak, pozitif saptanan test sayısı, hastaneye yatanlar ve ölüm oranları gibi ilerleyen bir tanı-ölüm piramidini yaş ve cinsiyet kırılımlarıyla sunmak çok daha yararlı olurdu. Bu yapılmadı.
Bilimsel üretimin neresindeyiz?
Türkiye’de 1930 ve 1940’lar bilimsel açıdan çağdaş dünyaya en çok yaklaştığımız yıllar olmuş. İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye bilimsel üretimde çok da önde giden bir ülke değil; daha çok nakleden, nakil yapan bir yerde duruyor. Yani duyduğunu, okuduğunu anlatan bir çerçevede bilimsel faaliyet var ve unutulmaması gerekir ki bu, önemli bir kısıtlılık doğuruyor.
Bilgi aktarmak ile bilim üretmek farklı şeyler. Türkiye’de bilgi aktaranlar bilim insanı zannediliyor. Elbette doğru bilgiyi aktarmak önemli ama bilim üretmek farklı bir şey.
İlker Kayı: Pandemi psikolojimizi nasıl etkiledi? Pandemi koşulları nasıl bir zihinsel sonuç doğurdu? Yaşadıklarımıza davranışsal olarak nasıl tepki verdik?
Kemal Kuşçu: Son bir buçuk yıl bizlere, yaşadıklarımızın yalnızca bir virüsün biyolojik döngüsüyle ilgili olmadığını, o döngünün etrafında hangi şartlarda bir araya geldiğimiz, ne şekilde organize olduğumuz, nasıl bilgi ürettiğimiz, ne tür ilişkiler oluşturduğumuzla da ilintili olduğunu gösterdi. Yaşadıklarımızı toplumsal ilişkilerimizin aynasında değerlendirebilme fırsatı bulabilmemiz çok değerli. Zihinsel süreçleri anlamaya gayret eden bir sağlıkçı olarak, deneyimlerimizi toplum bilimlerin süzgecinden geçirmemizin bu süreçte öğrendiklerimizi daha ileriye taşıyacağını tahmin ediyorum.
Gündelik yaşantımızda zihinsel tepkilerimizi, o anda yaşanan gerçeği nasıl bir çerçevede değerlendirdiğimiz belirliyor. Bu gerçeklik çerçevesi hem dünyayı nasıl algıladığımızı ve yorumladığımızı hem de ne tür tepkiler oluşturacağımızı şekillendiriyor. Pandemi dönemindeki zihinsel tepkilerimizi bu gerçeklik çerçevesini oluşturan koşullar belirledi.
Pandemide zihinsel tepkilerimizi belirleyen koşullar
Pandeminin oluşturduğu ilk koşul yoğun bir tehdit algısı ve buna eklenen bilinmezliğin belirginleşmesiydi. Bu durum gelecek hissinin de daralması anlamına geliyor.
Üstelik de bu durum (insanlık tarihiyle karşılaştırıldığında) refah beklentimizin en üst düzeye çıktığı ve kendimizi hiç olmadığımız kadar muktedir hissettiğimiz bir döneme denk geldi. Dolayısıyla birkaç kuşaktır yaşamadığımız yoğunlukta bir talihsizlik hissi yaşadık. İlk tepkimiz, şimdiye ve temel ihtiyaçlarımıza odaklanmak oldu. Giderek genişleyen bir kaygı dalgasını birlikte karşılamaya gayret ettik. Böyle durumların, olayları değerlendirmemizde görüş alanımızın daralmasına neden olduğunu düşünüyorum. Bu daralma, yorumlarımızın keskinleşmesine ve katılaşmasına neden oldu. Bu da kendi gerçeğimiz etrafında içe kapanmamızı beraberinde getirdi.
İkinci koşul, sosyal izolasyon ve mesafeydi. Bu, bir tür sosyal kesinti oluşturdu. En temel zihinsel becerimiz, sosyal etkileşim eşliğinde birbirimizi iyileştirebilmemiz. Sosyal etkileşim ve temas, yaşadığımız talihsizliği ele almamıza ve bir şekilde yumuşatmamıza olanak veriyor. Bu dönemde deneyimlerimizi paylaşacağımız ve bize farklı şekilde ayna tutacak etkileşim fırsatlarından uzak kaldık.
Gündelik gerilimleri olağanlaştırma şansımız giderek azaldı. Dolayısıyla gündelik çatışmalar, ilişki sorunları, yaşanan gerilimler olağanüstülük içinde yaşanmaya başladı.
Bu gelişme özellikle bu mekanizmalara ihtiyaç duyan kırılgan gruplar üzerindeki baskıyı arttırdı. Pandemi içinde yeni örtük epidemiler oluştu. Şiddet, ayrımcılık ve dışlanmanın belirginleştiğini düşünüyorum. Toplum sağlığı açısından bakarsak; bu olağanlaşamama başta kronik akıl sağlığı sorunları olmak üzere, farklı zihinsel veya sosyal zorlanmaların toplumsal yükünün artmasına neden oldu.
İzleyici koltuğundan seyretmek yerine katılmak önemli
Bir diğer koşul da pandemi döneminde toplumun işleyiş içerisindeki rolüydü. Yaşadıklarımızın büyük bir kısmını izleyici koltuğundan seyrettik. Bu durum yoğun ve yorucu bir algı trafiğini de beraberinde getirdi. Bir şekilde otoritelerin kurumsal veya kişisel kararlarını takip eden, olumlu, olumsuz tepki veren bir rol üstlendik.
Etki-tepki ekseninde sığ ve kendini çoğaltamayan bir işleyiş zemini oluştu. Böyle bir işleyişte zihinsel tepkiler öngörülebiliyor olmaktan çıkıyor. Bu nedenle çok olumlu değerlendirmelerden, felaketleştirme düzeyindeki yorumlar arasında geniş bir yelpazede tepkiler kümelendi. Paylaşılmış makul açıklamalar oluşturma olasılığımız azaldı.
Son olarak, bu dönemde toplumun göreceli bir katılımla da olsa işlemesine yardımcı kurumlar, organizasyonlar, örgütlenmeler gündem dışı kaldılar.
Bizler güven duygusunu, birlikte oluşturduğumuz mekanizmalar ve organizasyonlar eşliğinde oluşturuyoruz. Bu dönemde meslek örgütleri, yerel yönetimler ve sivil toplum örgütlerinin sürecin dışında kalması bir şekilde toplumun yaşananlar üzerindeki etki oluşturabilme hissini seyreltti.
Bu durum güven duygumuzun seyrelmesine ve yaşadıklarımız üzerindeki kontrol hissimizin azalmasına neden oldu. Sonuçta tehdit ve bilinmezlik altında temel iyileştirici sosyal temaslarımızdan izole, izleyerek ve tepki vererek ve en önemlisi olağanlaşma ve güvenlik hissimizi destekleyecek kurumsal desteklerin seyreldiği bir dönem geçirdik ve geçirmeye devam ediyoruz.
Krizi fırsata çevirebilir miyiz?
Bu söylediklerim ve yaşananlar etrafında bir genellemeyi barındırıyor.
Pandemi, ilk kez yaşadığımız bir talihsizlik ya da bu ölçüde yaşadığımız ilk tehdit değil. Dayanışmak, ortak hareket ederek öğrenmek ve bu süreçlerin araçlarını oluşturmak geçmişten günümüze geliştirdiğimiz bir yöntem. Bu dönemde bu doğrultuda fırsatlar da gelişti.
Bu fırsatlardan ne ölçüde yararlanacağımızı belirleyen dijital ulaşılabilirliğimiz, okur yazarlığımız ve yeni dönemin ilişki kodlarına ve dünya bakışına yakınlığımız oldu. Yeni dönemin liderleri yeni araçlar ve imkânlar oluşturdular ve oluşturuyorlar. Bu araçlara olan mesafe toplumdaki eşitsizliği daha da arttırıyor ve arttıracak gibi duruyor. Yeni dönemin koşullarına daha hızlı uyum sağlayanlar ve daha bu dönüşümlerin içerisinde zorlananlar arasındaki farkı arttıracağını ve olası zihinsel ve toplumsal tepkilerin bu kutuplaşma içerisinde şekilleneceğini tahmin ediyorum.
İlker Kayı: Pandeminin getirdiklerinden biri de bilindiği üzere ekonomik destekler ve tedbirler oldu. Pandemi döneminde ekonomi politikalarının iletişimini nasıl değerlendirirsiniz? Kötü iletişimin ekonomik maliyeti oldu mu?
Selva Demiralp: Pandemi döneminde ekonomi alanındaki iletişimi iki alt başlıkta inceleyebiliriz: (1) Geliştirilen ekonomi politikalarının iletişimi (2) yapılan ekonomik araştırmaların iletişimi
Ekonomi politikalarının iletişimi
Pandemi, global çapta önemli bir ekonomik daralma yarattı. İnsanların sağlık endişesiyle evlerine kapanmaları tüketim alışkanlıklarından uzaklaşmalarına sebep oldu. Birebir temas gerektiren hizmetler sektörü başta olmak üzere, hane halkı tüketiminde önemli geri çekilmeler yaşandı. Buna pandemi belirsizliğinin yatırım iştahı üzerinde yarattığı olumsuz etki eklendiğinde pandeminin ekonomide yarattığı daraltıcı etki daha da arttı.
Pandemi hasarına karşı tüm dünyada merkez bankaları piyasaya bol para sürerken hükümetler de genişlemeci maliye politikasıyla harcamalarını artırdılar. Bir yandan vergi muafiyetleri getirirken diğer yandan doğrudan transfer ödemeleri yaparak zor durumdaki ekonomilerini rahatlatmaya çalıştılar.
Ekonomi politikalarının etkinliğinde atılan adımlar ne kadar önemliyse, bu adımların nasıl bir iletişimle toplumla paylaşıldığı da o kadar önemlidir. Çünkü ekonomik birimlerin atacağı adımlar büyük ölçüde alınan tedbirlere duyulan güvenin sonucudur.
Alınan politika önlemleri topluma net bir şekilde anlatılamaz, toplum bu politikalar sonucunda ekonomide bir ilerleme olacağına ikna edilemezse, söz konusu politikalardan randıman alınamaz. Ani karar değişiklikleri, ekonomik birimlerin lehine olsa bile, ileriye yönelik yarattığı öngörülmezlik endişesi nedeniyle piyasalar tarafından hoş karşılanmaz. Bunun yerine önceden iyi iletişimi yapılmış net politika adımları etkili olur.
Pandemi döneminde geliştirilen ekonomik politikaların iletişiminde başarılı dünya örneklerini incelediğimizde şeffaflık ilkesinin esas alındığını görüyoruz. Kafa karışıklarını giderecek, ileriye yönelik net bir tablo çizen politikaların benimsendiğini gözlemliyoruz.
Para politikası alanına odaklanarak somut örnekler vermek mümkün. Bu dönemde bilançosunu genişletmek suretiyle ekonomiye likidite enjekte eden ABD Merkez Bankası (Fed) ya da Avrupa Merkez Bankası (ECB) gibi örneklerde bilançonun hangi gerekçelerle genişlediği, hangi şartlarda tekrar daraltılacağına dair oldukça titiz bir çaba göze çarpıyor. Başarılı iletişim, bu merkez bankalarının enflasyon beklentilerinde bozulma yaratmadan ekonomiyi desteklemelerine imkân sağlıyor. Pandemi öncesi dönemde de iletişim politikalarının önemini özümsemiş olan bu merkez bankaları, piyasaları doğru yönlendirmek suretiyle attıkları adımların en hızlı şekilde fiyatlanmasına yardımcı ve rehber oluyorlar. Para politikası bu şekilde etkin bir iletişim yapabildiği sürece ekonomi üzerinde fazla oynaklık yaratmadan arzu edilen istikrarlı büyüme hedefine odaklanabiliyor.
İçeriye döndüğümüzde ise iletişim konusunda maalesef benzer bir tablodan söz edebilmek zor. TCMB de pandeminin başında diğer merkez bankalarına benzer bir şekilde bilanço genişlemesine gitti. İşimiz daha en baştan diğer ülkelerden daha zordu. Zira diğer bilanço genişlemesi uygulayan ülkeler pandemiye fiyat istikrarını sağlamış bir şekilde girerken biz yüzde 11 seviyesinde bir enflasyonla girdik. Bilanço genişlemesiyle piyasaya sürülen likidite, doğru zamanda piyasadan çekilmezse enflasyonist sonuçlar doğurur. Hele de enflasyonist bir ortamda uygulanıyorsa bu riskler daha artar. Bu riskler ancak etkin bir iletişimle kontrol altına alınabilir. İletişimin bu kadar kritik önem taşımasına karşılık bu dönemde TCMB’den gelen sinyaller yetersizdi. Miktarsal genişlemenin süresi, bu şekilde hükümete sağlanan kaynak aktarımının hangi sektörlere yönlendirileceği, piyasaya sürülen paranın hangi şartlarda ve nasıl bir takvim doğrultusunda piyasadan geri çekileceği yanıtsız kalan sorular arasındaydı.
Miktarsal genişleme politikalarını bir kenara, pandemi döneminde para politikasının genel duruşu, hedefi de net değildi. Bu dönemde merkez bankası başkanı iki kere değişti. Kasım 2020’ye kadar olan dönemde düşük faiz, güçlü TL politikası benimsendi. Düşük faizin kur üzerinde yarattığı baskılar ekonomi üzerinde daraltıcı bir etki yarattığı için bu etki TCMB’nin döviz rezervleri satılarak bertaraf edilmeye çalışıldı. Eldeki döviz rezervlerinin hızla eridiği noktadaysa ani bir kararla TCMB başkanı değiştirilip faizler yükseltildi. Net sinyaller veren ve geleneksel iktisat politikalarına dönüş yapan TCMB kısa sürede piyasaları sakinleştirmeyi başardı. Doğru politikalar ve iyi iletişim, artan politika faizine rağmen uzun vadeli faizleri düşürürken TL’nin de güçlenmesine imkân tanıdı.
Ancak bu duruş da uzun sürmedi. Dört ay sonra TCMB başkanı tekrar değişti. Para politikasının üst makamlarında yaşanan bu gelgit ve iletişim bozukluğunun getirdiği belirsizlik ülke riskimizi artırdı. Enflasyonist beklentiler, uzun vadeli faizler ve kur tekrar atak yaptı.
İlker Kayı: Şimdi Ali Çarkoğlu’na tüm bu konuştuklarımızın siyasetteki yansımalarını sormak istiyorum. Ali Bey, pandeminin gerekliliklerini yerine getirirken siyaset ne kadar belirleyici oluyor? Sizce pandemi önlemleri ve siyasi tercihler nasıl ilişkili?
Ali Çarkoğlu: Sosyal bilimciler pandemiye baktıklarında aslında tamamen sosyal ve siyasal bir olgu görüyorlar ve şunları soruyorlar: Türkiye toplumunun belli başlı özellikleri pandeminin doğasını nasıl etkiliyor? Toplumsal yapının gelişimi pandeminin yayılması ve kontrolü hakkında nasıl ipuçları sağlıyor?
Günümüzde kırsal nüfus ve ekonomide tarımın payı azaldı. Artık kentsel bir toplum yapımız var. Bu kentsel yapının kırsal temelleri hatırlatan özellikleri var ama temelde nüfus kırda değil, kentte. Ayrıca Türkiye’de 15-24 yaş arası nüfus %15’i bulurken bu oran Avrupa’da %10’dur. Türkiye’de toplumun %50’si 30 yaşın üzerindeyken Yunanistan’da nüfusun %50’si 44 yaşın üzerindedir. Böyle bir nüfus yapısı ekonomik üretkenlik için ve sağlık politikaları açısından bir avantaj olarak görülebilir. Ancak unutulmamalı ki bu genç nüfusun sağlık politikası beklentileri kısıtlı kalırken, örneğin eğitim politikası beklentileri, doğal olarak, yüksektir ve ancak iyi bir eğitimle genç nüfusun üretkenlik avantajları gerçekleşebilir.
Kültürel özelliklerimizin başında, benim en önemsediğim, ağırlıklı olarak anomik bir toplum olmamız gelir.[6]Kalaycıoğlu, E. (2018) Özgürlük ve anomie (kuralsızlık) üzerine, https://sarkac.org/2018/05/ozgurluk-ve-anomie/ Yani öyle fazla düzen, kural tanımaz bir toplumuz.
Bunun önemi nedir? Bunu da karşılaştırmalı değerlendirmek gerekir elbette. Trafik kurallarına uyumda Türkiye Almanya karşılaştırmasında Almancı vatandaşlar Berlin’de kurallarla uyum içinde yaşarken buraya geldiklerinde bu uyum kaybolabilmektedir. Demek ki toplumsal ortamın kültürel eğilimlerle bir ilişkisi var. Pandemi süresince birtakım önlemlere uymak gerekli; örneğin sokağa çıkmayacaksınız, maske takacaksınız dendiği zaman uymak gerek. Bu konularda disiplinli olmak önemliydi; Türk toplumunun böyle bir davranış örüntüsü sergilemekte zorlanacağını aslında toplum bilimciler de bekliyordu. Ancak pandeminin uzamasıyla benzer sorunlar daha az anomik toplumlarda da gözlendi ve halen pandemi önlemlerine karşı bir toplumsal direnç sergilendiğini gözlüyoruz. Bu direncin kültürel yapıya bağlı olarak ülkeden ülkeye değişmesiyse ilginç bir örüntü.
Korktuğumuz başımıza gelmedi
Avrupa ile karşılaştırıldığında, Türkiye’deki aile yapısı oldukça geniş. Batıdan doğuya gidildiğinde hanede yaşayanların sayısı da artıyor ve bu pandemiyle mücadelede önemli bir etmen. Hanedeki insan sayısı ve aile yakınlarının birbirine yakın yaşaması da aynı çerçevede değerlendirilmeli. Aynı binada ya da mahallede yaşadığında aralarındaki irtibatın kısıtlı kalmasını beklemiyoruz. Böyle olunca, biz bu toplumu nasıl izole edeceğiz, pandemide birbirleriyle olan ilişkilerini nasıl azaltacağız, gibi sorular gündeme geliyor.
İtalya’daki gibi izole ve hastanelerde/bakım evlerinde yaşayan yaşlı nüfusun kaybından sonra, benzer bir krizin Türkiye’de de ortaya çıkmasını bekledik. Birbirine yakın yaşayan geniş aile fertleri, enformel sektörde sosyal güvencesiz çalışmak zorunda olan kesim, virüsü kaçınılmaz olarak eve taşıyacak ve aile yaşlılarına bulaştıracak beklentisi vardı. Bu karamsar beklenti gerçekleşmemiş gibi görünüyor. Pandemi her ne kadar yaşlı nüfusu etkilediyse de aile yapısının bu kırılgan kitleyi özellikle etkilediğini eldeki veriler ışığında gözlemedik. Bu beklentinin niye gerçekleşmediğini açıkçası bilmiyoruz. Sosyal bilimciler açısından kötü bir tahmin ama mutluluk verici bir başarısızlık.
Partizanlık sorunu
Siyaset bilimi açısından işleri zorlaştıracak bir etki de iletişimin mecburi olarak siyasi hiyerarşi içerisinde gerçekleşmesi. Yani, Tabipler Birliği, Sağlık Bakanı ve onun da üstünde, Cumhurbaşkanı’ndan bilgiler alıyoruz. Tümü, partizan kimliklerle değerlendirilen pozisyonlar. Böyle olduğu zaman da insanlar, bizim “motive edilmiş akıl yürütme” diye isimlendirdiğimiz kendi içerisinde bir amaca yönelik; yani kendi içerisinde bir çelişkiyi minimize etmeye çalışan bir bilgi edinme ve bilgiyi yorumlama çabasına girişiyor.
İstemediğiniz bilgileri duymazlıktan geliyorsunuz, olmayan bilgileri de varmış gibi kabul etme eğilimde giriyorsunuz. AK Partililer muhalefetin eleştirilerine inanmazken, muhalefettekiler de Sağlık Bakanı’nın söylediklerinin aldatmaca olduğunu düşünebiliyor.
Gündelik siyasette bu partizanlığı kutuplaşma olarak yaşıyoruz ama pandemide bu durum çok önemli. Bir çalışmamızda kişilerin yaşları, cinsiyetleri, eğitim durumları ve kültürel farklılıkları gibi özelliklerini kontrol ettiğimizde, önlem alma açısından parti kimliklerinin çok fark yarattığını gözledik. Örneğin muhalif olan HDP seçmeni önlem almakta çok altta yer alırken, AK Parti seçmeninin yukarda yer aldığını görüyoruz. Kendilerini ne kadar bilgili hissettiklerini sorduğumuzda da iktidar partisinin taraftarlarının diğerlerine kıyasla yüksek puan verdiklerini görüyoruz. Nedenini sorguladığımızda aynı dönemde Türkiye’deki beş büyük gazetenin pandemiye ilişkin günlük içeriğini değerlendirdik. Yaklaşık birkaç bin haberde gördüğümüz, gazetelerin pandemiyi içerik olarak birbirinden çok farklı yansıttıkları oldu. Örneğin, Sabah ile Sözcü’yü karşılaştırdığımızda hiç kimsenin şaşırmayacağı bir şekilde; Sabah durumu gayet olumlu yansıtırken, Sözcü hiç de öyle yansıtmıyor. Benzer şekilde salgın sırasındaki sağlık politikalarının değerlendirilmesi konusunda Hürriyet, Sabah, Yeni Şafak’a baktığımızda farklı bir içerik olduğunu görüyoruz. Bu bize ne söylüyor?
Partizan tercihler kişilerin bilgi alma eğilimlerini, bilgi kaynaklarının yandaşlığını ve kendilerinin öznel değerlendirmelerinin farklılaşması sonucunu doğruluyor.
İlker Kayı: Güven her daim Türkiye’de önemli bir gündemdi ve pandemiyle birlikte iletişimin de önemli unsurlarından oldu. Bekir Ağırdır’a da bu minvalde bir soru sormak istiyorum. Toplum, kamudan gelen pandemi açıklamalarına sizce ne kadar güvendi?
Bekir Ağırdır: Çok olağanüstü bir zaman dilimini yaşıyoruz. Çünkü insanlık olarak şimdiye kadarki bu bütün felaket hikâyelerini kitaplarda okuduk. Dolayısıyla önce zaten meselenin vahametini kavramakta zorlandık. KONDA olarak 16 aylık seri araştırma sonuçlarımıza göre pandeminin başında, Nisan-Mayıs 2020’de ülke genelinde, hayat bir yılda normale döner diyenler %30’lardaydı. Haziran 2021’de hâlâ %62’imiz bir yıl sonrayı bekliyor. Hatta altı ay diyenlerle beraber %80’den fazla insan var.[7]KONDA Derinlemesine görüşmelerde birinci yılında koronavirüs süreci, https://konda.com.tr/wp-content/uploads/2021/06/2105_KONDA_Birinci_Yilinda_Koronavirus_Sureci.pdf
Güven meselesinin iki boyutu var: Birincisi beklentileri, yani geleceğe dair bütün hareketliliklerimizi belirliyor. İkincisi ve daha önemlisi tedbirlere uymayı belirliyor. Eğer kamu otoritesi, topluma doğru bilgiyi sağlarsa insanların da o tedbirlere uyma arzusu gayreti o oranda yükseliyor.
Güvensizlik sorunu ve yurttaş olmak
8 Mart 2020’de, cumhurbaşkanı ve meclis başkanından, muhalefet genel başkanlarına kadar kamu otoriteleriyle bir bilgi notu paylaştık ve şunları ifade ettik: Çalışmaya katılanların %97’si virüs veya salgını duymuştu; %86’sı virüsün nasıl yayıldığını, %85’i tedbir için neler yapılması gerektiğini (maske, mesafe vb) biliyordu. Ancak, bildiği halde bunları yapan insanların oranı sadece %55 idi. Aynı araştırmaya göre toplumun %45’i Sağlık Bakanlığının ve devlet kurumlarının yeterli önlem almadığına; %45’i de topluma düzgün bilgi verilmediğine inanıyordu. Yani daha salgının başındayken bile inançsızlık veya güvensizlik vardı. Güven inşa etmek konusunda genelde ve işin özü itibariyle sorumlu hükümettir. Kamu otoritesine güven denince, 2021 Mart’ta yanlış bilgi verildiğine inananların oranı %56. Bunun %67’lere çıktığı dönem oldu, çünkü vaka ve vefat sayılarında tereddütler vardı.
Türkiye’de “ikirciklilik” çok yaygın. İnsanlar bir şey biliyor ama bildiklerini yapmıyor. Kendilerine dair konularda gayretli bireyler ama yurttaş olmak konusunda son derece çekingenler. Yine de şöyle örnekler de yaşanıyor: Kasım ayında babamın vefatı sonrasında 85 yaşındaki annem dedi ki, “Hükümetin bu vefat sayılarını doğru söyleyip söylememesinin bir önemi yok, çünkü ben mahallemde, camimde verilen selayı her gün sayıyorum. Cumhurbaşkanı bana hangi sayıyı söylerse söylesin!” Yani insanların bilgece bir tarafı da var ve olan bitenin farkında.
Güvenin inşası
Buna karşın, kamu otoritesinin güven inşasını önemli görmeyen bir karakteri var. 2008’deki küresel ekonomik kriz teğet geçiyor diyerek doğru sayıları söylemeyen, doğru tedbirleri almayan; muhaliflerin ya da ötekileştirilen insanların endişelerini giderme ihtiyacı duymayıp tam aksine bu endişelerden siyasi açıdan yararlanmaya çalışan bir siyasi iktidar tarzı var karşımızda. Dolayısıyla kamu otoritesini baştan itibaren zaten doğru bilgi vermeyi hedeflediğini düşünmüyorum.
Kamu otoritesinin güven inşasını önemli görmeyen bir karakteri var. Siyasi iktidarların 1930’ların, 1940’ların zihniyetiyle bir şeyleri eksik söyleyince ya da olumlu bir tablo çizince vatandaşın farklı davranacağını sanmak gibi bir inancı var.
Diğer yandan kamu otoritesi kadar medyada da küçümseyen bir dille insanların hiçbir tedbire uymadığından söz ediliyor. Oysa hizmet sektöründe 11 milyon çalışan var. Bu insanların yarısı sosyal güvencesiz. Eğer cuma gece saat onda “Haftasonu bakkalları kapatıyoruz.” derseniz, 14 günlük yiyeceği olmayanlar ekmek için sokağa çıkacaktır. Yani medyada da rasyonel ve derli toplu bir şekilde, çalışmak zorunda olanların neden sokağa çıkmak mecburiyetinde oldukları doğru anlatılmadı.
Kutuplaşma
Pandeminin başında ilk vaka tespiti için hükümet ve hükümet yanlısı medya hacdan gelenlerden değil de İngiltere’den gelen birini işaret edip ispatlama derdine düştü. Karşıt medya da hacdan gelenleri hedef alıyordu. Kutuplaşma gerçeklikle ilişkimizi bozuyor. Türkiye’deki yetişkin nüfusun %62’si komplo teorilerine inanıyor. Dolayısıyla, aşı ya da pandeminin nedenlerinden, siyasi tercihlerden ya da daha da ötesinde haberleri dinlemek için tercih ettiği televizyon kanalından bile hakikat ile ilişkinin bozulmasına dair toplumsal ve siyasi tabloyu çözümleyecek veri elde edebilirsiniz.
Dolayısıyla güven meselesi şunun için önemliydi: Bir, alınacak tedbirlere ayak uydurma ve salgını kontrol altına alabilmek. İki, Türkiye için özgün bir durum var ki o da 2017’den beri yaşanan derin bir ekonomik buhran. Yani, tüm dünyanın pandemi nedeniyle içine düştüğü ekonomik buhrana Türkiye 2017’den bu yana zaten var olan ekonomik sorunlarıyla girdi. Üç, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi denen ne olduğunu, tasarımını ya da mekanizmalarını ya da organizasyon şemalarını kimsenin bilmediği bir keyfi yönetim sistemine geçti. Pandemi süreci, bu sistemin ürettiği pratik yönetim problemleri ve siyasi gerilimleriyle de geçiyor. Türkiye bütün bu katmanlı problemi bir arada yaşayan bir ülke olarak bir dahaki pandemiyi nasıl yönetirim diye bakmak isteyenler için iyi bir vaka ve bilgi üretme fırsatı sunuyor.
İlker Kayı: İkinci turda pratik üzerine odaklanmak istiyoruz. Sibel Hanım, bu bağlamda size iletişimin bir müdahale aracı olarak işlevini yerine getirebilmesi için nasıl olması gerektiğini sorarak başlayalım.
Sibel Sakarya: Toplumla iletişim kurma, mesajların ilgili otoriteler tarafından tek yönlü olarak iletilmesinin ötesinde, sunulan mesajın toplumda nasıl karşılık bulduğuna ilişkin değerlendirmeyi de içermeli. Yani, verilen mesajlar toplumda nasıl ve ne kadar anlaşıldı? Kabul gördü mü? Görmediyse nedenleri neydi, gibi değerlendirmeler yapmak gerekli; oysa bu aşama çoğunlukla ihmal edilir.
Türkiye’deki süreçte de mesajların toplumdaki yansımaları göz ardı edildi; verilen mesajların bazen çelişkili olduğu, sıklıkla anlaşılmadığı veya aynı bilgilerin sürekli tekrar edilmesiyle artık duyarlılık yaratmadığıyla ilgili uyarılar dikkate alınmadı.
Bir de verilen mesajların, örneğin salgının toplumdaki mevcut durumuna, toplumda yaşananlara uygun olması; sayılarla tutarlılık göstermesi gerekir ki bizim örneğimizde vaka, hasta, ölüm sayılarına ilişkin verilerin ayrıntılı ve doğru olarak paylaşılmaması nedeniyle verilen mesajlara da şüpheyle yaklaşıldı.
Görsel ve sosyal medyada toplumda dayanışma duygusunu güçlendirecek bir iletişim dili kullanmak yerine, önlemlere uyanlarla uymayanları karşı karşıya getirecek bir atmosfer yaratıldı. Önlemlere uymayanlara ilişkin haberler ön plana çıkarıldı; önceki konuşmalarla dile getirilen “izleyici konumundaki bireyler,” evlerinde otururken önlemlere uymayanları izleyerek sinirlendiler; önlemlere uyanlar kendilerini kandırılmış hissettiler, kendi davranışlarını sorguladılar. Kullanılan iletişim dili toplumdaki birliktelik ve dayanışma ruhunu geliştirmedi.
Bireylerin ve toplumun güçlendirilmesi
Bir buçuk yılı aşmış olan ve daha da uzayacağını öngörebildiğimiz bu kronikleşmiş olağanüstü durumunun yönetimi, birçok açıdan kronik hastalık yönetimine benziyor.
Kronik hastalığı olan kişilerin gündelik yaşam pratiklerinde hastalıklarıyla ilgili zorlukları aktif olarak belirlemeleri, çözmeleri için kendilerine yeterli hale gelmelerini isteriz. Benzer biçimde, bu uzamış salgın koşullarında da bireylerin gündelik yaşamlarında karşılaştıkları riskleri en aza indirmeleri için aydınlatılmış kararlar vermelerini ve eyleme geçmelerini amaçlarız. Bunun için, kronik bakım modelinde yaptığımız gibi kişileri doğru bilgiler vererek, seçenek sunarak, motive ederek ve çevreyi de uygun hale getirerek güçlendirmek gerekir.
Asıl olan içeriğin doğruluğu
Toplumla iletişimde iki ana unsurun içerik ve yöntem olduğu düşünülürse, en etkili yöntemlerin kullanılması durumunda bile, asıl olanın içeriğin doğruluğu olduğunu söyleyebiliriz.
İçeriğin doğruluğuna yapılacak müdahaleler ve manipülasyonlar, iletişimin yukarıda sıralanan ve salgını kontrol altına almayı sağlayacak mekanizmalarını baltalar; iletişimin işlevini yitirmesine yol açar.
Türkiye’de yaşadığımız deneyimde, vakadan hastaya, hastadan vakaya yapılan geçişlerle, pek çok başka manipülasyon ve müdahaleyle salgının gidişatına ilişkin verilen bilgilerin doğruluğuna güven zedelenmiş, örneğin toplum için önemli bir bilgi kaynağı olma potansiyeline sahip olan turkuaz tablo ve onun üzerinden yapılan veri iletişimi işlevini uzun süre önce yitirmiştir. Bu süreçte, toplumun doğru bilgilendirilmesini sağlamak yönünde başta Tıpta Uzmanlık Dernekleri ve Türk Tabipleri Birliği olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının (STK) çabalarını hatırlatmak isterim.
İlker Kayı: Önder Bey, size de bilimsel üretim için nasıl bir yol izlenmeli diye sormak istiyorum. Pandeminin başında olsak, bilimsel açıdan neleri farklı yapmalıyız sizce?
Önder Ergönül: Önceden hazırlıkları olan bir organizasyon olsaydı, Türkiye’deki bilim insanları virüsün özelliklerini saptayabilirdi; tanı testleri ve tedavi alternatifleri daha erken geliştirilebilirdi. Aşı çalışmaları daha önce başlayabilirdi. Oysa ne oldu? Bilimsel araştırma yapabilmek için ek onaylar istendi ve bu halen geri çekilmeyen bir düzenleme şu an.
Bırakın bir ilaç veya aşı bulmayı, gördüklerini ve ellerindeki verileri yazmak isteyen hekim bilim insanlarının standart bir süreç olan etik kurullara ek olarak bir de bakanlıktan onay alması gerekiyor. Olması gereken aslında bilimsel üretim için bir destek ve cesaretlendirmeydi ama bilim insanları bunu göremedi.
Bilimsel üretim kapasitesi artırılmalı
Türkiye’nin bilimsel kapasitesinin artırılmasında en önemli ilk adım liyakatin yerleştirilmesi ve geliştirilmesidir. Ülkemizde pek çok alanda liyakata verilen önemdensöz edilemiyor. Bilgileri nakledenler bilim insanı yerine konuşuyor. En büyük yanılgılarımızdan birisi bu. Araştırma destekleri, TÜBİTAK’dan TUSEB’e; liyakat temelli olarak sunulmalı. Çağdaş düzeye ulaşabilen bilimsel üretim için altyapı yatırımları da bir o kadar önemli. Altyapısı bulunan araştırma merkezleri ve üniversitelerin iddialı olmaları da gerekir. Ancak, Türkiye’de uzun zamandır var olan kutuplaşma bilimsel üretime de etki ediyor. Örneğin, aynı amaca hizmet eden, aynı fonksiyonu yapan birden çok uzmanlık derneği olması bunu gösteriyor.
Türkiye’nin bilimsel kapasitesinin artırılmasında en önemli ilk adımlar liyakatin yerleştirilmesi ve bilimsel üretim için altyapı yatırımlarının yapılmasıdır.
Bu zorlu mücadelede, savaşları, örneğin Kurtuluş Savaşı gibi topyekûn verilen büyük ve kapsamlı bir savaşı hatırladık. Bir yandan klinikte çalışırken bir yandan bilimsel çalışmalar yapmaya çalıştık. Bu süreçte “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözünü çok içten söyledik. Bir adım ileriye giderek üretimi hedeflemeli ve artırmalıyız. Bilimsel bulguları üreten, bu üretimi yalın, basit, anlaşılır bir şekilde sunan odaklar yaratmayı hedeflemeliyiz. Yeni kurmuş olduğumuz KUISCID böyle bir merkez olmayı hedeflemektedir. Hedefimiz kendi ürettiğimiz verileri toplumla paylaşmak.
İlker Kayı: Bir yandan da pandeminin ilerlediği bir aşamadayız ve aşılarla birlikte açılmalar gündemde. Kemal Bey, gündelik yaşama geri dönüşün gerçekleştiği bu günlerde ruh sağlığı açısından ya da toplum ruh sağlığı açısından neler beklemeliyiz? Olası benzer bir durumda ileride neler yapılmalı?
Kemal Kuşçu: Yeni bir normal tarif etmeye çalışıyoruz, kaldığımız yerden, bildiğimiz ve özlediğimiz şekilde, hatta biraz da dozunu arttırarak. Fakat başlı başına bu telaşlı geri dönüş bile toplumsal algının derinlikleriyle ilgili bir şeyler söylüyor. Bu şekildeki dönüş beklentisinin esasında gelecek günlerle ilgili toplumun huzursuzluğunu yansıttığını düşünüyorum. Pandemi sürecinin kalıcı zihinsel izlerini yaşayacağımız bir döneme giriyoruz.
Pandemideki göreceli duraksamalarda zihinsel süreçlerle ilgili ihtiyaçların daha belirginleşeceğini tahmin ediyorum. Yeni kararlar, çatışmalar ve hayatımızı dönüştürecek değişimler keskinleşerek bizleri bekliyor olacak. En büyük ihtiyacımız olağanlaşmaya fırsat veren ilişkileri ve işleyişleri oluşturabilmek. Yeniden birbirimizi iyileştirme kapasitemizi arttırmaya vakit ayırmalıyız. Toplumsal olarak zor durumları ele alınabilir, paylaşılabilir ve de üzerine düşünülebilir kılmaya fırsat veren modellere ihtiyacımız var. Bu nedenle bir süredir toplumsal ölçekte yaşadığımız ayrışmanın yumuşatılması gerekiyor. Farklılıklara fırsat veren, kapsayıcı, ortaklaşmış gündemleri arayan, güçlü temsil niyeti olmayan empatik rehberliklere ihtiyacımız olacak. Bunların büyük bir bölümüne uzun süredir ihtiyacımız vardı, pandemi bu ihtiyacı daha belirginleştirdi.
Böylesine bir kesinti ardından ne yapacağımızdan ziyade nasıl yapacağımız önem kazanacak.
Toplumsal olarak yaşadığımız tedirginlik hissini yumuşatmanın iki temel yolu var: İlki toplumu bir araya getiren grupların kararlar üzerindeki katılım hissinin arttırmak. İkincisi ise bunu ölçülebilir bir şeffaflık içinde gerçekleştirebilmek.
Her iki koşulu sağlamanın en temel yolu toplumsal işleyişlerin güçlendirilmesi, korunması ve kollanması olacak.
Ekolojik ve bütüncül bir yaklaşım
Yaşadıklarımızın çevremizle ilişkimizin bir yansıması olduğunu anlamadan yol bulmamız çok güç. Dünyayı algılarken çevremizle kurduğumuz ilişkileri ve etkilerini kavrayabilen daha ekolojik ve bütüncül bir bakışa ihtiyacımız var. Hem kendi zihinsel süreçlerimizi hem de yaşadıklarımızı bu gerçeklik içinde tarif edebilmemiz gerekecek. Aksi takdirde keskinleşen ve içine kapanan gerçekliğimizden kurtulma şansımız olmayacak.
Gelecek dalgaları ve kırılmaları yönetirken otoriter bir performans yerine birlikte öğrenmeyi hedefleyen bir yaklaşıma ihtiyacımız var. İzolasyonla keskinleşen inanç sistemlerimizi yumuşatan en önemli şey birlikte oluşturduğumuz bilgi olacak.
Uzunca bir süredir insan davranışı ve zihinsel süreçlerini insanın iç dünyasının bir yansıması olarak değerlendirdik. Psikolojik olan bireysellik etrafında kuruldu. Bence önümüzdeki dönemde toplum davranışının ve psikolojisinin tek başına bireysel bir süreç değil; toplumsal, politik, sosyolojik, ekonomik etkileşimin bir sonucu gelişen karmaşık bir dinamik olduğunu fark etmemiz, benzer durumlarda daha zengin ve açık bir iletişim modeli kurmamızı kolaylaştıracak.
İlker Kayı: Ekonomik alana geri dönecek olursak, Selva Hanım, sizin pandeminin ekonomik etkilerine dair çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Çalışmanız çok ses getirdi. Bize kısaca çalışmanızdan ve sonuçlarının nasıl yaygınlaştığından söz eder misiniz?
Selva Demiralp: Pandemi döneminde ekonomi alanındaki iletişimin bir diğer boyutu da bu dönemde yapılan güncel çalışmaların kamuoyu ve özellikle de karar alıcılar ile paylaşılmasını içeriyordu. Biz bu dönemde Koç Üniversitesi’nden çalışma arkadaşlarım Cem Çakmaklı, Sevcan Yeşiltaş, Muhammed Ali Yıldırım ve University of Maryland’den Şebnem Kalemli Özcan ile iki kritik çalışmaya imza attık.
Sağlık krizine çözmeden ekonomik kriz çözülmüyor
Pandeminin birinci senesindeki ilk çalışmamızda alternatif kapanma senaryolarının ekonomik maliyetlerini hesaplayan bir modelleme yaptık. Akademik bir çerçevede hazırladığımız bu modeli Türkiye ekonomisi için hesapladık.[8]Çakmaklı, C., Demiralp, S., Kalemli-Özcan, Ṣebnem, Yesiltas, S., & Yildirim, M. (2020). COVID-19 and Emerging Markets: A SIR Model, Demand Shocks and Capital Flows. National Bureau of Economic Research. https://doi.org/10.3386/w27191 Elde ettiğimiz sonuçlar, pandeminin erken bir aşamasında uygulanacak sıkı bir kapanma kararının ekonomik maliyetleri de asgariye indireceği şeklindeydi. Bu sonuç, pandeminin arz ve talep kanallarına verdiği hasarın giderilebilmesi için öncelikle altta yatan sağlık sorununun giderilmesi gerektiğini vurguladı.
Bu çalışma “Ekonomi ya da sağlık” şeklinde bir tercih yapılması gerekmediğini, sağlık için gerekli olan önlemlerin ekonomik açıdan da cazip olduğunu göstererek politika yapıcılara ışık tuttu.
Bu çalışmadan elde ettiğimiz sonuçları hızlı bir şekilde köşe yazıları ile kamuoyu ile paylaştık. TV ve sosyal medya kanallarından ana sonuçlarımızı izah ettik. Farklı konferanslarda elde ettiğimiz bulguları sunma imkânı bulduk. KUISCID tarafından düzenlenen interdisipliner sempozyumda ekonomik bulgularımızı tıp camiasıyla paylaştık.
Aşıların eşit dağılımı ekonomik normalleşme için şart
Pandeminin ikinci yılında yine aynı araştırmacı grubuyla bu sefer aşının eşitsiz dağılımının global ekonomik maliyetini hesaplayan bir çalışma yaptık.[9]Çakmaklı, C., Demiralp, S., Kalemli-Özcan, Ṣebnem, Yeşiltaş, S., & Yıldırım, M. (2021). The Economic Case for Global Vaccinations: An Epidemiological Model with International Production Networks. National Bureau of Economic Research. https://doi.org/10.3386/w28395 Aşı milliyetçiliğinin özellikle gelişmiş ülkeler üzerinde yarattığı 2 trilyon USD’ye varan maliyeti vurgulayarak daha fazla aşı üretimi için bir farkındalık yaratmayı amaçladık.
Ülkelerin ticari bağlarla birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu günümüz dünyasında, zengin bir ülkenin salt kendi nüfusunu aşılamasının ekonomik normalleşme getirmeyeceğini gösterdik.
Ticaret ortakları aşılanmamış bir ülkenin ihracat pazarlarının tıkanacağını vurguladık. Buna ilave olarak aşılanmamış ülkelerin yaşayacağı üretim sıkıntılarının global tedarik zincirlerini etkileyerek zengin ülkelerdeki ekonomik büyümeyi de vuracağını gösterdik. Bulgularımızı paylaştığımız Ocak 2021 döneminden, bu yazının kaleme alındığı Ekim 2021’e kadar geçen sürede küresel büyüme rakamlarının aşı eşitsizliği nedeniyle aşağı yönlü revize ediliyor olması çalışmamızın ne kadar isabetli olduğuna işaret ediyor.
Dünya Sağlık Örgütü Genel Sekreteri Dr. Tedros’un günlük basın toplantısında bizzat basına tanıtılan çalışmamız uluslararası camiada büyük ilgi gördü.[10]Dünya Sağlık Örgütü Basın Toplantısı, 25 Ocak 2021, https://www.pscp.tv/w/1yoKMArDnARKQ Sonraki dönemde aşı milliyetçiliğinin önüne geçme çabalarında referans çalışma haline geldi. The New York Times, The Financial Times, the Wall Street Journal, The New Yorker, The Guardian, The Washington Post, The Guardian, CNBC-Europe, BBC World gibi pek çok saygın medya platformuna mülakat verdik.
İlker Kayı: Üretilen bilginin hayata geçmesi yeniden siyasi alana işaret ediyor. Sizce böyle bir durumda siyaset bilimciler için bir el kitapçığı olsa bunun içinde neler olmalı?
Ali Çarkoğlu: Pandeminin dünya siyasetine etkisi, bizi özgürlüklerin kısıtlanabilir olduğu noktasına getirmesi. Hatta kısıtlanmış özgürlükler düzensiz özgürlüklerden daha iyidir kanaati kamu oyunda sık sık dile getirilmeye başlandı. Bu da tabii doğrudan ne tür bir siyaset daha iyidir tartışmasını getirdi. Daha hiyerarşik ve otoriter yönetişimin aslında bu tür acil müdahalelerde ve pandemiyle mücadelede daha etkili olduğu argümanı sıkça dile getirilmeye başlandı.
Meslektaşım Güneş Ertan ile yaptığımız bir başka çalışmada[11]Ertan, G., & Carkoglu, A. (2022) Global Crisis Management: The Role of Collective Cognition in Response to COVID-19,Chapter Title: Cognition, Communication, and Collective Action: Turkey’s Response to Covid-19, Editor:L. K. Comfort & M. L. Rhodes, Publisher: Routledge hangi adımlarla önlemler alındığına ve nasıl bir mekanizmayla kamu politikasına dönüştürüldüğüne baktık.
Görünen o ki Türkiye’deki yapı bir çiçek ağına benziyor. Ortada bir karar alıcı var, herkes ve her kurum, oraya bağlı fakat birbirleriyle -çiçeğin dışındaki yaprakların birbirleriyle- hiç bir alakaları yok. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı birbirleriyle bir koordinasyon içindeler mi belli değil. Kapatma kararını alınıyor, iptal ediliyor, tarihler değiştiriliyor; her şey bir karmaşa içindeymiş gibi gözüküyor.
Uzun bir süre şu argüman getirildi: “Çin’de demokrasi yok ama gayet iyi mücadele etti; bir de batı demokrasilerine bakın, İtalya’da insanlar bakım evlerinde öldüler; demokrasiler bu işi beceremiyor, otoriter rejimler halbuki çok iyi yapıyorlar.” Bunun kadar gerçeklikten uzak başka bir argüman yok. Aslında batı ülkelerinde büyük kayıplar oldu, fakat demokrasiler, katılımcı demokrasiler bu mücadelede gayet başarılı oldular. Bir karşılaştırma olarak Trump dönemiyle Trump sonrası dönem, Amerika’da acayip bir kontrast halinde karşımıza çıktı. Trump ne kadar bu işi beceremiyor ise, Biden’da o kadar net bir şekilde kontrol altına alabildi. Kadın liderlerle yönetilen Almanya, Yeni Zelanda ve Norveç’in başarıları liderlerinin kadın olmasının ötesinde, katılımcı, şeffaf bir yönetime sahip olmalarıydı.
Hiyerarşik ve otoriter yönetişimin acil müdahalelerde ve pandemiyle mücadelede daha etkili olduğu argümanı sıkça dile getirilse de katılımcı demokrasilerin daha başarılı olduğunu görüyoruz.
Şeffaflık güven veriyor
Başka bir bulguyu paylaşmak isterim. Türkiye’de önemli bir kitle %30-40 aşı konusunda mütereddit. Aşı Rusya’dan, Çin’den geldiği zaman ya da Almanya kaynaklı ya da İngiltere kaynaklı olduğunda nasıl bir karar oluşacak insanların kafasında? Bir ankette bunu sorduk ve açıkçası çok net bir şekilde, aşı tercihinde demokratik ve şeffaf üretim süreçlerinin, otoriter ve net olmayan süreçlere göre daha etkili olduğunu gördük. Ne kadar demokratik bir kaynaktan geliyor olsa dahi, aşıyı üreten firmaların şeffaflığını da dikkate aldığınız zaman, insanlar için daha önemli olan şeyin aslında üretim sürecindeki şeffaflık olduğu ortaya çıkıyor.
Şeffaf bir sistemde, bilginin paylaşılması konusunda siyasetçiler mutabakat sağlamalı. Türkiye siyasetinde, siyasetçilerin pandemi konusunda bir araya gelmiş olmalarını beklerdik. Böyle bir şekilde konuşulduğunu ya da partizan bir dilden kaçınıldığını ben hatırlamıyorum.
Bence siyasetçilerin bir bilim koordinasyon kurulu gibi bir yapı içerisinde karar veriyor olmaları gerekirdi. Böyle bir danışma mekanizması olduğunu hiç duymadım.
Türkiye’de siyasetin yapısı değişmeli
Siyasetçilerin bilmeleri gereken neyin bilim, neyin bilim dışı olduğu. Bilim Kurulu bu konuda ne kadar etkili oldu emin değilim ama Bilim Kurulu siyasetçilerden çok kamuoyuna bilgi vermeye çalıştı. Belki en önemlisi pandeminin siyasal amaçlarla ya da seçim kazancı için kullanımına karşı bir pozisyon alınmasıydı. Tabii bunlar ne olmalı soruları, halbuki ne oldu, ne olacak sorularının cevabı değil. Bunlar olabilir mi, diye sorduğum zaman maalesef diyorum. Ama en azından bilginin şeffaflığı konusunda bir anlaşma olabilirdi. Önder Hoca’nın bahsettiği bilimsel çalışma için izin alma baskısı gerçekten çok rahatsız edici. Biz TÜBİTAK’dan destek aldık ama bir de ayrı izin mi almamız gerekecek, diye tereddüt ettik. Sonra izin almamız gerekmediği ortaya çıktı. Ama dış kaynak almış olsaydık bir sorun olacaktı.
Pandemiyi kutuplaşmadan atlatabilir miyiz diye bakınca karamsar bir sonuca daha yakınım. Türkiye’de siyaset uyumlu, medeni bir yapıya kavuşmadığı sürece pandemiyle mücadelede bu beklentilerimizin gerçekleşmesi zor.
Dolayısıyla pandemi gibi -umulur ki- nadir bir durum karşısında siyasetin verebileceği tepki, eldeki malzemeyle sınırlı. Hem Türk toplumunun yapısı hem siyaset kültürü hem uzun dönemdir gelişmekte olan eğilimler, bir de pandeminin getirdiği bu otoriterleşmeye ve bir yandan da yeşil ışık yakan genel değerlendirme atmosferi, beklediğimiz tepkilerin oluşmasına engel oldu. Ama Yeni Zelanda, Almanya ve Norveç gibi ülkelerde verilen tepkiler; siyasi tepkiler hiç bizdeki gibi kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı olmadı. Tam tersine daha çok harmoni içinde, toplumsal bir kooperasyona davet eden bir atmosfer oluştu. Yapmamız gereken bir yatırım var, Türk siyasetine bir yatırım yapmamız lazım. Bu yatırımda kutuplaşmanın önüne geçecek, kurumsal, davranışsal önlemleri almalıyız.
İlker Kayı: Son olarak güven inşası konusunu konuşmak istiyoruz. Bekir Bey, sizce toplumun tedbirlerini ve politikalara uymasını sağlamak için güven inşası nasıl mümkün olabilir?
Bekir Ağırdır: 2019’daki bir araştırmamıza göre, Türkiye’deki bireylerin öğrenme şekilleri hakkında arzulu ve gayretli öğrenmenin iki şartı mecburiyet ve yarardı. Dolayısıyla, kamu otoritelerine gönderdiğimiz bilgi notunda iki öneride bulunduk: İlki, salgının ne olduğuna dair bilgi amaçlı iletişimden çok tedbirlerin uygulanması amaçlı iletişimin yoğunlaştırılması ve sorumlu oldukları alanlarda tedbir amaçlı uygulamaların zorunlu hale getirilmesiydi. İkincisi, salgına karşı güvenli ortam sağlamanın yolunun tüm paydaşların arzulu ve gönüllü gayretlerinin ön koşul olacağından hareketle güven ortamının sağlanması, şeffaflık ve açıklık ilkelerinin esas alınmasıydı. Özetle, iki unsurdan birisi katılımcılık, ikincisi de şeffaflıktı.
Türkiye’nin bütün kadim sorunlarındaki asıl mesele, sorunun öznesi olan insanların ya da sosyolojik veya kültürel kümelerin, karar süreçlerine katılmamaları. Katılımcılık mekanizması olmadığında insanlar kabul edilebilir minimum davranışı gösteriyorlar.
Eğer bir ortak sonucu, ortak katılımı, ortak başarıyı, heyecanı inşa edemiyorsanız, insanlar için asıl mesele verilen emirlere ya da alınan kararlara uymak haline geliyor. İnsanların kabul edilen minimumun üzerine artı bir koymak için “ne çıkarı, ne de motivasyonu var”.
Bunun için siyaset kültürünü değiştirmeden ya da münazara ve münakaşadan çıkarak müzakere temelli bir hale çevirmeden, ortak bir ufku inşa etmek mümkün değil. Sadece pandemi konusunda değil, yirmi yıldır deprem konuşulduğu halde, kamudan özele hiçbir yönetimin deprem anında ne yapacağına dair bir programı yoktur.
İletişimden vaka sayılarına, sağlıktan eğitime, yoksulluktan adaletsizliğe kadar sadece pandemi dolayısıyla değil, uzun zamandır derinleşen krizlerimiz var. Örneğin, uzaktan eğitim uygulamasına geçince gereken uzaktan eğitim teknolojilerine sahip olmayan ne kadar çocuk vardı, bilemiyoruz. Hatta yeni oy kullanacak genç insan sayısı bile tam olarak ifade edilemiyor. Ne yazık ki hiçbir konuda elimizde sağlam veri yok.
Yani ortaya çıktı ki, küresel boyutta pandemi gibi bir krizi veya sonucunda ortaya çıkan eşitsizlikleri yönetebilecek, rolü, tanımı, kapasitesi, kadrosu, bütçesi ona göre tanımlanmış kurumsal yapılar yok.
Bugün bu durumun dezavantajlı başka bir yanı, ülkelerin %90’ının popülist ve otoriter bir ilerleme evresinde olmaları. Dolayısıyla küresel boyutta sosyal devlet tartışmalarından, popülist hareketlerle mücadeleden, pandemi ya da adaletsizlik ve yoksullukla mücadeleye kadar küresel ölçekte birçok tartışma var.
Bu bizler için, Türkiye’yi bir vaka analizi olarak görüp, dünyaya da bir katkıda bulunmak; dünyadaki tartışmaları da Türkiye’ye taşımak açısından bence önemli bir fırsat alanı sunuyor. Ancak bu tür bilgi ve tartışmaları taşırsak siyaset kültürünü değiştirme imkânımız olabilir ya da bir fırsat alanı açılabilir.
Çünkü bu tür meselelerde genellikle başkaları, örneğin kamu otoritesi ya da belli bazı kurumlar ne yapmalı sorusu yerine belki de ‘ne yapmalıyız’ diye düşünüp bizleri de sorunun öznesine dönüştürerek düşünmekte yarar var. Çünkü, iletişim artık eskisi gibi kamu otoritesinin sahip olduğu mikrofonlar ve kameralar eliyle, kamuyu yönetenlerin kendilerini nasıl göstermek isterse o kadar bilgi verdiği bir alan olmaktan çıktı. Bugün dünyanın genelinin ya da en azından bu ülkenin yurttaşlarının %85’inin elinde kamera ve mikrofon var. Herkesin bir şeyler söylediği bir dönemdeyiz. Dolayısıyla belki iletişim artık konuşmak değil, dinlemektir. Onun için dinlemenin artık iletişimin esası olduğu bir zaman aralığında olduğumuzu, o yüzden de teorik ve pratik olarak iletişim meselesini kökten, yeni baştan düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu metin 6 Temmuz 2021’de Koç üniversitesi İş Bankası Enfeksiyon Hastalıkları Araştırma Merkezi (KUISCID) tarafından yapılan çevrimiçi sempozyum konuşmalarından oluşturuldu.
Bu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.
Notlar/Kaynaklar
↑1 | Timeline: WHO’s COVID-19 response, http://www.who.int/emergencies/diseases/novel-coronavirus-2019/interactive-timeline |
---|---|
↑2 | Influenza H1N1: 2009-2010 pandemic, https://www.who.int/emergencies/situations/influenza-a-(h1n1)-outbreak |
↑3 | Infodemic, https://www.who.int/health-topics/infodemic#tab=tab_1 |
↑4 | Operation Warp Speed, https://en.wikipedia.org/wiki/Operation_Warp_Speed |
↑5 | Koca: Günlük vaka sayılarını değil hasta sayısını açıklıyoruz, 30 Eylül 2020, Bianet, https://bianet.org/bianet/saglik/231873-koca-gunluk-vaka-sayilarini-degil-hasta-sayilarini-acikliyoruz |
↑6 | Kalaycıoğlu, E. (2018) Özgürlük ve anomie (kuralsızlık) üzerine, https://sarkac.org/2018/05/ozgurluk-ve-anomie/ |
↑7 | KONDA Derinlemesine görüşmelerde birinci yılında koronavirüs süreci, https://konda.com.tr/wp-content/uploads/2021/06/2105_KONDA_Birinci_Yilinda_Koronavirus_Sureci.pdf |
↑8 | Çakmaklı, C., Demiralp, S., Kalemli-Özcan, Ṣebnem, Yesiltas, S., & Yildirim, M. (2020). COVID-19 and Emerging Markets: A SIR Model, Demand Shocks and Capital Flows. National Bureau of Economic Research. https://doi.org/10.3386/w27191 |
↑9 | Çakmaklı, C., Demiralp, S., Kalemli-Özcan, Ṣebnem, Yeşiltaş, S., & Yıldırım, M. (2021). The Economic Case for Global Vaccinations: An Epidemiological Model with International Production Networks. National Bureau of Economic Research. https://doi.org/10.3386/w28395 |
↑10 | Dünya Sağlık Örgütü Basın Toplantısı, 25 Ocak 2021, https://www.pscp.tv/w/1yoKMArDnARKQ |
↑11 | Ertan, G., & Carkoglu, A. (2022) Global Crisis Management: The Role of Collective Cognition in Response to COVID-19,Chapter Title: Cognition, Communication, and Collective Action: Turkey’s Response to Covid-19, Editor:L. K. Comfort & M. L. Rhodes, Publisher: Routledge |