Bilim Akademisi/Medyascope işbirliğiyle Gülçin Karabağ’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen “Bilimsiz felsefe, felsefesiz bilim olur mu?” başlıklı Meraklısına Bilim programının genişletilmiş halidir.
Felsefe nedir, bilimden temel farkı nedir?
Felsefe ile bilimin birbirine benzediği noktalar var, her ikisi de sorular soruyor ve onlara doğru cevaplar arıyor. Fakat felsefede o kadar derin sorular soruyoruz ki ne yazık ki o soruların cevaplanmasında deney ve gözlem bize yardımcı olamıyor. Yine de inat ediyoruz ve bu soruları aklımızı kullanıp da cevaplamaya çalışıyoruz. Yani sorgulanmaz otoritelere, dogmalara başvurmak gibi bir yola sapmıyoruz. “Bu önemli bir soru, deney gözlem bize fayda etmese de aklımızı kullanarak uğraşacağız bununla” diyoruz, o zaman yaptığımız şey felsefe oluyor.
Şöyle bir örnek vereyim.
Bir elektronun çeşitli özellikleri vardır; spini, kütlesi, yükü vardır. Bunun böyle olduğunu günümüz bilimi bize söylüyor. Fakat şöyle bir soru sorabilirim: “Bir şey var da o yük, kütle, spin özelliklerine sahip ve o özelliklere sahip olan şey mi elektron; yoksa belli bir uzay zaman konumunda kütle, spin ve yük beraber var oluyorlar ve biz bu üç özelliğin bir arada varoluşuna mı elektron mı diyoruz?”
Bunlardan hangisi?
Bu soruyu duyduğunuzda “Kime ne, ne önemi var bunun? Bunu cevaplamaya gerek yok” diyebilirsiniz ama eğer cevaplamak isterseniz, eğer bu soru size ilginç gelirse o zaman ne yazık ki deney ve gözlem yardımcı olmuyor. O özelliklerin ne olduğunu bize bilim söylüyor ama o özelliklerin altta yatan doğasıyla ilgili gözlem yapamıyoruz, çünkü gözlemleyeceğimiz, ölçebileceğimiz her şey zaten özelliklerin kendisi olacak.
Yani çok derin sorular sorduğumuzda ve aklımızı kullanarak cevaplamaya çalıştığımızda bu felsefe oluyor. Benim düşüncem bu.
Bilim ve bilim olmayanı ayırmak felsefenin sorularından birisi, peki bu ayrım nasıl temellendiriliyor yani bilimle bilim olmayan nasıl ayırt ediliyor?
Bu felsefi bir soru, bilim hakkında felsefi bir soru. Bilimin bilimi diye bir şey yok; kimya bilimi, fizik bilimi var ama bilimin kendisini, özellikle bilimin amacına, yöntemlerine, değerlerine dair normatif soruları merkeze alarak (sadece, mesela, bilimsel pratiğin sosyolojisini değil) konusu edinmiş bir bilim dalı yok. Bilimle bilim olmayanı nasıl ayıracağımızı, bilime otoritesini verenin ne olduğunu tartışan alan bilim felsefesi.
Bilim felsefesine girersek çıkamayız ama genelde bilim ve bilim dışını ayırmak için ben şöyle bir örnek veriyorum:
Masayı düşünelim. Kalem örneğin masa değil, masa dışı bir şey. Felsefe de edebiyat da bilim değil, bilim dışı şeyler. Felsefe de edebiyat da kendini bilim gibi göstermeye çalışmıyor, bilimden farklı şeyler.
Ama örneğin kâğıttan masaya benzeyen bir şey yapsak. Üzerine bir şey koysak durmayan, masa gibi görünen ama masa olmayan bir şey olsa, buna sahte masa diyebiliriz veya sözde masa da diyebiliriz. Sahte bilim ya da sözde bilim de böyle bir şey.
Bazı şeyler var ki bilim dışı oldukları halde yani bilimden çok farklı oldukları halde bilimmiş gibi görünmeye çalışıyor: Astroloji, homeopati, kuantum düşünce, “sır”, çekim yasası vs. bilimsel gibi duran terminolojiyi kullanıyor. Nasıl sahte masa dışardan bakınca masa gibiyse bunlar da aynı şekilde, ilk bakışta bilim gibi ama bilim değil. İşte bunlar sahte bilim.
Bilimle sahte bilimin farkını ortaya koyabilmek önemli bir konu, çünkü bilmeyen, aşina olmayan birisi için sahte bilim, bilim gibi görünüyor.
Sahte bilimi nasıl ayırt ederiz?
Bilim felsefesinde kuramsal erdemler diye bir şey vardır. Bu yaklaşımda “İyi bilim nedir? Bir kuramı bir diğer kurama daha tercih edilir kılan özellikler nelerdir?” gibi sorulardan yola çıkılır.
Bilim camiasının beklentileri açısından, bir kuram kendi içinde tutarlı olmalıdır. Bir kuramın test edilebilir, sınabilir olması (ve bu test ve sınamalarda başarı gösterebilmesi) onu daha iyi bir kuram yapar. Bunlar çok önemli ama başka koşullar da var. Kuramın açıklayıcı gücü ne kadar yüksek olsa o kadar iyi; bildiğimiz diğer şeylerle ne kadar uyumlu olsa o kadar iyi. Ne kadar ilginç öngörülerde, tahminlerde bulunsa, tabii sınanabilir olan, o kadar iyi. Ne kadar üretken bir kuram olsa, ondan ne kadar çok şey çıkarabiliyor olsak o kadar iyi. Ne kadar basit olsa o kadar iyi, yani aynı açıklama gücünde olan iki kuramdan daha az varsayımda bulunan daha iyi bir kuram.
Bunun gibi kuramsal erdemler var. Bir kuram bilimsel mi bilimsel değil mi diye sorduğumuzda bence onu üreten ve onu kurgulayan, onunla uğraşan camiaya bakmamız lazım. Söz konusu kuramla uğraşan camiada bu gibi kuramsal erdemler dikkate alınıyor mu, kıstas kabul ediliyor mu, edilmiyor mu?
Bilim camiasında bunlar kabul ediliyor. Bilim insanları, yaptıkları akademik yayınlarda bulgu ve fikirlerini diğer bilim insanlarının değerlendirme ve eleştirilerine sunarlar. Oysa astroloji, çekim yasası (düşüncelerin frekansı) gibi kuramların üretilip tüketildiği camiada “test edelim, sınayalım, basit olsun, açıklama gücü yüksek olsun” gibi erdemler ciddiye alınmıyor. Anekdotlar üzerinden, test edilmemiş varsayımlar üzerinden işliyor. En büyük ayrımın bu olduğunu düşünüyorum. Kuramı ortaya koyan ve o kuramla uğraşan camia hangi kuramsal erdemleri dikkate alıyor, bu önemli.
Sicim kuramı bilimsel mi değil mi diye bir büyük tartışma vardı, hâlâ var. Çünkü test edilemiyor, sınanamıyor. Hatta belki de doğası gereği asla sınamayacak. Bazı bilimciler sicim teorisinin test edilebilir olmadığından dolayı bilimsel olmadığını söylüyor. Benim görüşüme göre biraz önce bahsettiğim kuramsal erdemlere önem veren camia tarafından geliştirilmeye çalışıldığı için sicim kuramı bilimseldir.
Pratikte felsefe ve bilim arasında nasıl bir ilişki var? Felsefenin bilime katkısı var mı? Yoksa ikisi birbirine karışmasın diye düşünen birileri de var mı?
Çağdaş felsefeciler arasında bilimi eleştiren ve bilim de bilme yollarından sadece bir tanesidir, sadece perspektif var, nesnel gerçeklik yok diyen post-modern yaklaşımlar var; bunlar bana hiç uymuyor. Benzer şekilde, bilim insanları arasında da felsefeyi eleştirenler, “bilim varken felsefeye gerek yok” diyenler var.
Bence kişinin bilimsel soru / felsefi soru ayrımını doğru yapması önemli. Çünkü bilimsel bir soruysa yani empirik yöntemlere cevap verilebilecek bir soruysa o soruyu cevaplamak için bilimden bağımsızca felsefe yapmak, temelsizce spekülasyon yapmaktan başka bir şey değildir.
Fakat biraz önce elektron örneğinde gördüğümüz gibi daha derin bir soru olursa ve biz bu soruyu hala cevaplamak istiyorsak, o zaman işte yapacağımız şey felsefe.
Felsefede derin sorular sorduğumuz için iş biraz daha kavramsallaşıyor. O elektron örneğine dönersek, konu “Var olmak ne demek? Nesne ne demek? Var olan şey nedir? Özelliklerinin toplamı mıdır yoksa özelliklere sahip olan bir şey midir?” gibi sorulara açılıyor. Bu sorular daha önce de söylediğim gibi empirik bir bakış açısına alışmış bir insana çok önemli görünmeyebilir ama eğer biz elektronla alakalı olarak bu soruların cevabını verebilirsek çok büyük ihtimalle bu sadece elektronla alakalı olmayacak, tüm parçacıklara hatta belki genel olarak var olan her şeye dair olacak. Benzer bir soru zihinle ilgili olarak da sorulabilir: Zihin (ya da benlik) düşüncelere sahip olan şey mi yoksa düşüncelerin toplamı mı zihin? Önceki örnekteki elektronun spesifik fiziksel özelliklerinin bir önemi yok bu tartışmada, elektrondan bahsederken bir anda zihinden bahsetmeye başlıyoruz, işler derinleştikçe kavramsallaşıyor.
Felsefede kavramlar çok önemli bir rol oynuyor. Kavramları anlayabilmek ve aralarındaki ilişkileri görebilmek. Ama bilim de tabii ki kavramları kullanıyor. Özgür irade üzerinde çalışan bilim insanları var, örneğin sinirbilimciler. Bilkent’te “İmgelem” (hayal etme yeteneği) üzerine uluslararası bir konferans düzenlemiştik, üç disiplin vardı, felsefe, psikoloji ve sinirbilim, çünkü bilimsel olarak ele alınan konularda da o konular derinleştikçe kavramlar daha ön plana çıkıyor. Orada da felsefeciler ve bilim insanlarının bir arada çalışmaları çok verimli oluyor.
Soruları iyice detaylandırınca ya bilimsel bir soru olacaktır ya felsefi bir soru olacaktır gibi geliyor bana. Ya da bir sorunun felsefi tarafı olacaktır, bilimsel tarafı olacaktır, onları birbirine karıştırmamak önemli fakat cevaplama uğraşında birbirine destek olmak ve beraber cevaplamaya çalışmak çok yararlı. O yüzden bilimin felsefeye, felsefenin de bilime desteği var.
Felsefe ilerliyor mu? Nasıl ilerliyor?
Felsefe kesinlikle ilerler fakat felsefe bilim gibi ilerlemez, felsefe gibi ilerler.
Doktoramı zihin felsefesi üzerine yapmıştım. Konu bilinçli deneyimlerimizin birinci kişi gözünden algılanan nasıllığının doğası gereği bilim tarafından açıklanmaya elverişli olup olmadığı ve bilim tarafından açıklanması mümkün değilse bunun bilincin ontolojisi, daha da özelde fiziksel olup olmadığı hakkında bize ne söyleyeceği üzerineydi.
Şöyle düşünüyorum: 21. yy’da zihin felsefesi çalışan birisi olarak dünya düşünce tarihine yapabileceğim en büyük katkı, bilinç denen şeyin nasıl empirik yöntemlerle incelenebileceğine dair bir yol haritası çıkarabilmek. Mesela, eğer beyni belli bir şekilde incelemekle bilinci incelemenin aynı şey olduğunu herkesin kabul edebileceği gibi gösterebilirsem (ki ben şahsen bunun mümkün olmadığını düşünüyorum), felsefe tarihine çok büyük bir katkıda bulunmuş olurum.
Fakat bunu yaptığımda artık bilinç, felsefenin konusu olmaktan çıkar, çünkü bilimsel olarak ele alınabilecek bir şey haline gelir. Bu bilimin kazanımı tabii. Ve ben bu şekilde yeni bilim dallarının felsefeden ayrışmasını felsefenin kaybı değil tam tersine katkısı ve bu yüzden de felsefede bir tür ilerleme olarak görüyorum. Kavramsal çabalar sonucu sorular somutlaştıkça bu sorular bilim tarafından ele alınabilir hale geliyor.
Deniyor ki felsefeciler Platon’dan beri hâlâ aynı soruları soruyor. Tanrı var mı? Nesnel ahlak var mı, güzellik nedir, sanat nedir?
Hayır, tam öyle değil. Öncelikle, yeni sorular da soruyor felsefeciler mesela yapay zekâ hakkında Platon’un sormadığı sorular soruyoruz bugün. Bu, bir cerraha gidip de “siz de Hipokrat zamanından beri hâlâ aynı yerleri kesiyorsunuz, demek ki cerrahi hiç ilerlemedi” demek gibi bir şey bence. Tabii ki bu yanlış. Alet edevat gelişti, teknikler değişti. Felsefede de bizim artık kullandığımız kavramlar netleşti, sembolik mantık, olanaklı dünyalar semantiği gibi düşünsel ve dilsel alet çantamız zenginleşti. Ayrıca cerrahide vücudun neresine ne yaparsak başka neresine nasıl bir etki olur bunu çok daha iyi öğrendiğimiz gibi, felsefede de benim belli bir konudaki düşüncem başka bir konudaki görüşle çelişir mi, ideolojiler arasında, fikirler arasında, görüşler arasında arada ne gibi bağlantılar var, bunları çok daha iyi görmeye başladık. Yani, yolumuzu bulmaya çalışırken kullandığımız kuramsal ve kavramsal haritayı çok daha geliştirdik. Bunların hepsini ben ilerleme olarak görüyorum.
Felsefenin ilerlemesine daha somut bir örnek de vereyim: Mantıksal kötülük problemi diye bir şey var. Argüman, Tanrı’nın varlığı ile kötülüklerin varlığının mantıksal olarak çeliştiğini söylüyor. Dünyada gördüğümüz kötülükler varken Tanrı’nın var olması imkansızdır yani. Sonra Alvin Plantinga çıktı ve bu ikisinin aslında mantıksal olarak tutarlı olduğunu gösterdi. Ondan sonra insanlar “Evet, tutarlıymış, kötülükler varken Tanrının var olması imkânsız değilmiş” dediler. Sonra tartışma “Kötülükler varken Tanrı’nın var olması imkânsız olmasa da kötülüklerin varlığı tanrının yokluğuna, aynı cinayet silahındaki parmak izlerinin o kişinin katil olduğuna delil teşkil etmesi gibi delil teşkil eder” diyen delilsel (ya da olasılıksal) kötülük problemine evrildi. Bence bu da bir ilerlemedir. Bir de şöyle bir şey var:
Bilim bilgi üretir ve biz deriz ki hastalıklara mikroorganizmaların sebep olduğunu eskiden bilmiyorduk, şimdi biliyoruz. Eskiden bilmiyorduk, artık Samanyolu’ndan başka galaksiler olduğunu biliyoruz. Yani bilim bilgi üretiyor ve “biz, insanlık olarak ‘biz’, artık biliyoruz” diyoruz.
Ben felsefenin insanlık için bu tür bilgiden çok bilgelik ürettiğini düşünüyorum. Yani bilim insanlığın kolektif bilgisini, felsefe insanlığın kolektif bilgeliğini üretir diyebiliriz. Çok basite indirgemek tabii bu. Tabii ki bilgi de var ama felsefede esas mevzu bilgelik bence ve bilgelikten kastım da özellikle bir tür “Sokratesçi bilgelik”. O da neyi bilip bilmediğinin farkında olmak şeklinde bir bilgelik. Sokrates’e göre en büyük bilgelik kendini biliyor sanmamaktır.
Bugün hâlâ insanlık olarak bazı temel felsefi sorulara diyemiyoruz ki “Evet artık insanlık olarak cevabı öğrendik.” Örneğin “artık öğrendik Tanrı yok ya da tanrı var”; “artık öğrendik bilinç eşittir beyin, ya da öğrendik bilinç eşit değildir beyin”; “artık öğrendik nesnel ahlak varmış, yani insanların görüş ve inanışlarından bağımsız olan ahlaki yükümlülükleri varmış ya da yokmuş” diyemiyoruz.
Ama Sokratesçi bilgelik tarzında, bu konsensüs eksikliği bize bizim hakkımızda bir şeyler söylüyor. Felsefe dogmatikçe “biliyoruz” demeyi engelliyor ve bir tevazu veriyor insana. İnsanlık olarak bilgimizin sınırlarıyla yüzleşme fırsatı veriyor bize.
Bunlara ek olarak, bazı insanlar da diyorlar ki 17. yüzyıldaki bilim devrimi gibi bir felsefe devrimine ihtiyacımız var, belki de felsefeye yaklaşımımızda büyük bir kırılma olacak, daha henüz oraya gelmedik.
Yapay zekâ ile ilgili neler tartışılıyor?
Yapay zekâ mevzusu iyi bir örnek. Bence, bilim insanlarıyla felsefecilerin beraber çalışabilecekleri ve çalışmaları gereken bir alan çünkü burada hem bilimsel hem de felsefi sorular var.
Mesela şu soruyu ele alalım: “Bir yapay zekâ sistemi bilinç sahibi olabilir mi?” Bu soru bilimsel mi felsefi mi? “Bilinç sahibi olmak”tan ne kast ettiğimize göre değişir. Ve, “bilinç sahibi olan bir varlıkla olmayan bir varlık arasındaki temel fark nedir?” sorusunun kendisi felsefi bir soru, çünkü bilinç kavramının netleştirilmesini gerektiriyor. Ve bu sorular o kadar zor ve derin sorular ki, onlara nasıl cevap aramamız gerektiği de ayrı bir felsefi soru.
Yapay zekânın bilinç kazanıp kazanamayacağı, mesela bizim gibi acı çekip çekemeyeceği çok da önemli bir soru. Çünkü insan gibi konuşabilmek ya da davranabilmek ayrı, hissedebilmek ayrı. Öyle programlanırsa ya da bunu öğrenirse aynı insan gibi konuşabilir ve davranabilir, fakat insan gibi davranıyor olması, –mesela, elini bir yere çarptığında “ah!” demesi– öyle programlandığı/bu davranışı öğrendiği için mi, yoksa gerçekten acıyı hissettiği için mi? Bu çok önemli bir soru. Eğer gerçekten acı çekiyorsa, bizim ona ona karşı, ona acı çektirmemek gibi ahlaki sorumluluklarımız olacak.
Almanya’da yapay zekâ üzerine disiplinler arası bir konferansa katılmıştım; felsefeciler, mühendisler ve bilim insanları da vardı. Orada mesela bir konuşmacı bana mantıklı gelen bir şey söylemişti. Robotların bilinç sahibi olup olmayacakları önemli çünkü biz neden çalışıyoruz yapay zekâ sistemleri üzerinde? Bize yararı olsun, bize faydası olsun diye, onları kullanalım diye. Fakat eğer bir bilinç sahibi olabileceklerse, irade sahibi, benlik sahibi olabileceklerse, biz köle üretiyoruz demektir. O zaman yapmamamız lazım bunu. Ya da bilinç kazanmamaları için önlem almamız lazım.
“Eğer bilinç kazanırlarsa bizim onlara karşı yükümlülüklerimiz neler olacak?” diye de sorulabilir. Bazıları diyor ki “Robotlar da insan haklarına sahip olmalı”, bazıları da diyorlar ki “hayır, insan hakları olmasına gerek yok, hayvan hakları gibi bir de ayrı robot hakları olması lazım.” Bunların hepsi hukuk ve ahlak felsefesiyle alakalı sorular.
Yine önemli başka bir soru: Eğer gerçekten bilinç kazanırsa, robotun bize karşı ahlaki sorumlulukları da olacak mı? Çocukların, insan dışı hayvanların ahlâki sorumluluğu yok fakat bizim var, robotların da olacak mı?
Aslında burada şunu da soruyoruz: Ahlaki yükümlülüklere sahip olmak için önce hangi özelliklere sahip olmak lazım ve robotlar o özelliklere sahip olabilecek varlıklar mıdır?
Yapay zekâ konusunda tabii ki bilim, mühendislik çok merkezde ama felsefi mevzular da en az onlar kadar önemli.
İçinde yaşadığımız çağda doğru bilgiyi yanlıştan nasıl ayırt edeceğimizi bilmek gitgide daha çok önem kazanıyor. Felsefenin buna herhangi bir katkısı olabilir mi, nasıl bir katkısı olabilir?
Bu konuda felsefi bir tartışma var, sosyal epistemoloji alanı bu soruya yanıt arıyor. Bilginin dağılımı, bilginin adaletli dağılımı, dezenformasyon olmadan dağılımı üzerine çalışan felsefeciler var.
Ben felsefe eğitiminin çok etkisi olacağını düşünüyorum. Çünkü felsefe eğitiminde biz sorgulamayı öğreniyoruz, eleştirel düşünmeyi öğreniyoruz ve mantık hataları yapmadan doğru bir şekilde düşünebilmeyi öğreniyoruz.
İnsanlar genelde “doğru düşünmek” dendiğinde bunu pek beğenmiyorlar. “Yani ben doğru düşünmeyi bilmiyor muyum, ben hayatım boyunca düşündüm, senden mi öğreneceğim ben düşünmeyi?” diyorlar. Fakat, bu ağır bir şey kaldırmak gibi. Bunun yöntemini bilmek, aşağıdan -bacaklarımızdan- kaldırmak, belimizden kaldırmamak lazım. İşin doğrusu var.
Düşünmek de onun gibi. Yani, ben hayatım boyunca bir şeyleri kaldırdım da yanlış kaldırmış olabilirim. Belim tutuk geziyorumdur. Düşünmenin de doğrusu var, mantık hatalarından, bilişsel çarpıtmalardan git gide arınarak düzgün bir şekilde düşünme, karşısındakini daha düzgün anlayabilme, üst bilişle -metacognition’la- kendi arka plan inançlarını, yani önyargılarını ortaya çıkarabilerek ve bunların gerekçesiz olanlarını eleyerek, ya da en azından farkında olarak düşünmek. Bütün bunlar felsefi düşünmenin olmazsa olmazları.
Felsefede aklımızı düzgün kullanmak, zaten düzgün felsefe yapmak demek. Özellikle benim de geleneğim olan analitik felsefe bu araçları öğretiyor bize. Bireylerde böyle felsefi bir altyapı oluşturmak safsatalara ya da komplo teorilerine ya da sahte bilime karşı hazırlıklı olmaları anlamına geliyor.
Ayrıca, felsefi düşünme kişiye kendi inançlarının ve görüşlerinin sorumluluğunu kabul etmeyi de öğretiyor aslında. “Ben neden buna inanıyorum, çünkü bilmem kim bana öyle dedi.” Öyle olmuyor ama, birisi bana öyle dedi ama ben de ona inanmayı seçtim. Peki ama neden seçtim? Doğru karar mıydı değil miydi, bunları da sorgulayabilmek değerli.
Felsefenin eleştirel düşünmek için çok büyük bir yararı var.