Sağlık Bakanlığı’nın açıklanmış tüm verilerine ve hem Türkiye hem dünya verilerinin kapsamlı bir analizine turcovid19.com adresinden ulaşabilirsiniz. Bu sayfadaki grafik de Turcovid19 ekibi tarafından Sarkaç için hazırlandı.
Grafiğin yüklenmesi gerçek zamanlı veri akışı nedeniyle 15-20 saniye kadar sürebilir.
Günlük Türkiye verilerini buradan indirebilirsiniz: .xlsx / .csv
Yukarıdaki grafikte Türkiye‘deki günlük vaka/hasta* ve günlük vefat sayıları görülüyor. Kalın çizgiler 7 günlük ortalamayı ince çizgiler günlük değerleri gösteriyor.
Grafiğin üzerinde gezinerek belli bir gündeki değerler görüntülenebilir.
7 günlük ortalama, bakılan gün ile öncesindeki 6 günün ortalama değeridir.
Vaka ve hasta sayıları sol dikey eksende, vefat sayıları sağ diken eksende gösteriliyor. Vaka sayıları 25 Kasım’da açıklanmaya başladı.
*Günlük vaka/hasta ne demek?
28 Temmuz 2020’ye kadar vaka sayısı olarak adlandırılan bu sayılar 29 Temmuz’dan itibaren hasta sayısı olarak adlandırılmaya başlandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 30 Eylül 2020’de yaptığı basın açıklamasında “hasta sayısının PCR testi pozitif çıkmasına rağmen belirti göstermeyen kişileri kapsamadığını” belirtti. Tam metin için tıklayınız
Bir konuşmasında Dr. Sibylle Schroer,[1]Dr. Sibylle Schroer: Sürdürülebilirlik Araştırmaları Bilimsel Koordinatörü, Leibniz Su Ekolojisi ve Balıkçılık Enstitüsü, Berlin, Almanya. gece kullanılan yapay ışığın evrim için yeni bir süreç olduğunu anlatırken şöyle demişti,
“Işık yansız değildir, ışığın bir etkisi vardır.”[2]“Light is not neutral, light has an effect.”
Aslında Dr. Schroer bu konuşmasında ışığın ekosistemlere etkisinden bahsediyordu. Bu anlamda cümleyi biraz bağlamından çıkararak, ancak içeriğini genişleterek kullanacağım. Zira, bu devam yazısında bahsetmek istediğim kavramları da anlatmakta kullanabileceğimiz çok güzel bir ifade. Işık, kullanım şekline göre sadece ekosistemi değil, insan hayatının adil ve eşitlikçi yanını da olumsuz etkileyen bir unsur, hatta bir araç! Işık kirliliği çalışmalarında yeni alanların açılmasını ve konunun sınırlı çerçevesinin büyütecek yeni kavramımız “ışık adaleti.”
Çetrefilli konulardan bahsetmek kolay değil. Bir alan içine yeni kavram sokmak, perspektif değiştirerek disiplinler arası bir bakış açısı yaratmak bir yandan çok riskli, bir yandan da çok ufuk açıcı. Birbiri içine geçmiş konuları ayırarak yazması da kolay değil. Işık adaleti kavramını daha anlaşılır kılmak için belki önce ışık kirliliğini kamu güvenliği ve toplumsal cinsiyet eşitliği açısından değerlendirmek daha iyi olabilirdi. Ama bunları bir sonraki yazıya bırakarak önce ışık adaletinden bahsetmeyi uygun buldum. Bu bölümde temel olarak vurgulamak istediğim, ışığın toplumdaki farklı topluluklar için(de) adil kullanımının sağlanması ve sosyal adalet yönünden ışık kirliliğinin değerlendirilmesidir. İlk yazıda belirtiğimiz gibi, yeni bir bakış açısı geliştirebilmek için yazılanların bütünlük içinde değerlendirilmesi kritik önem taşıyor.
2020’de ABD’de siyahi George Floyd’un kolluk kuvvetleri tarafından öldürülmesi, ABD ve dünya genelinde “Siyahların Yaşamları Değerlidir”[3]“Black Lives Matter” protestolarını ateşlemişti. Bu olay, Covid-19 pandemisinin özellikle (ırk, renk ve etnik köken temellerinde) ayrımcılığa uğrayan azınlık toplulukları için daha yıkıcı olduğunun tartışıldığı bir zamanda/ortamda gerçekleşince, birçok meslek grubu (en azından bu gruplar içindeki bir kısım insan), toplumsal kapsayıcılık ve eşitlikle ilgili kurumsal duruşlarını sorgulamaya başladı. Aydınlatma sektöründeki tartışmaların bir sonucu/çıktısı olarak da ışık adaleti kavramı daha çok konuşulur oldu ve konu çevresel adalet[4]“Environmental justice” kavramı içinde yer almaya başladı. Hatta Uluslararası Aydınlatma Tasarımcıları Birliği (IALD)[5]“International Association of Lighting Designers”: 1969 yılında Şikago, ABD’de kurulan IALD, aydınlatma tasarımı profesyonellerini destekleyen ve kâr amacı gütmeyen uluslararası bir organizasyondur. Derneğin amacı, aydınlatma tasarımı mesleğini dünya çapında ilerletmek ve ışığın insan yaşamındaki gücünün evrensel olarak tanınmasını sağlamaktır. bünyesinde ve Aydınlatma Mühendisliği Derneği (IES)[6]“Illuminating Engineering Society”: 1906 yılında New York, ABD’de kurulan IES, dünya çapında aydınlatma alanında teknik ve eğitim otoritesidir. Derneğin amacı, aydınlatma bilgisine sahip kişileri bir araya getirerek sahip olunan bilgiyi kamu yararına kullanmak ve aydınlatılmış ortamı iyileştirmektir. desteğiyle ışık adaleti girişimi kuruldu. Bu girişim, konuyu ve kendi rollerini şöyle tanımlıyor: Işık adaleti çalışmaları, aydınlatmanın sosyal ve çevresel adaletle kesişimini, aydınlatmanın toplumsal dışlanmaya maruz kalan topluluklar ve insan sağlığı üzerindeki etkisini ve aydınlatma endüstrisinin bu eşitsizliklerin üstesinden gelme fırsatlarını araştırır.[7]https://lightjustice.org/[8]https://www.ies.org/lda/with-good-lighting-and-justice-for-all-2/#fn6
Işığın adil olmayan şekilde kullanımı ya da araçsallaştırılması (buna “güç göstergesi” veya “silah” olarak kullanımı da diyebilirsiniz) aslında yeni bir şey değil. IALD ve IES konuyu açıklarken örnek olarak ABD’de 18. yüzyılda uygulanan Fener Yasalarını gösteriyor.[9]https://static1.squarespace.com/static/679bee49983fbd6b4351b2a7/t/67f689ecf17d40368bfb77d7/1744210415820/Omnipresence+weaponizes+light.pdf[10]https://darksky.org/news/black-history-month/Bu yasaya göre, Boston ve New York şehrinde, ten rengi farklı olan (siyah, karışık ırklı ve yerliler) köleleştirilmiş kişilerin, güneş battıktan sonra şehirde yürürken yanlarında beyaz bir kişi olmalıydı, yoksa da mutlaka mum veya fener taşımaları gerekiyordu. Ayrıca, yasaya aykırı bir durum gören herhangi bir beyaz kişi de bu kişileri yakalamak ve cezalandırmak için yetkilendirilmişti.
Bugün maalesef hâlâ temizlenememiş olan bu beyaz insan egemen yaklaşım her ne kadar Amerika tarihiyle özdeşleşmiş olsa da dünyanın farklı yerlerinde çok benzer örüntülerle o ya da bu şekilde görünür durumda. Bulunduğumuz topraklar da bu durumdan nasibini almış! Tarihimize baktığımızda yukarıda bahsedilenden çok daha katı ve uzun süreli uygulamalar görüyoruz. Sokağa fenersiz çıkma yasağı Amerika’dakinden çok daha eskilere dayanmakla birlikte yasağın en katı uygulaması 4. Murat döneminde (1623 – 1640) yapılıyor: Yatsı namazından sonra sokakta fenersiz dolaşarak yasağa uymayanlar ölümle cezalandırılıyordu.[11]https://istanbultarihi.ist/357-istanbulun-aydinlatilmasinda-elektrik-donemi[12]https://www.sektorumdergisi.com/osmanli-doneminde-aydinlatma-cozumleri-ve-elektrikle-ilk-tanisma/ Aynı katılıkta olmasa bile yasak, uygulamadan aslında hiç kaldırılmamış, sonraki yüzyıllarda da devam etmiş. Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru sabit dış alan aydınlatmalarının artmasıyla esnemiş ve yüzyılın sonunda da yasak olmaktan çıkmıştır. Bu uygulamalar karanlık ve izbe yerlerde bir araya gelen “makul olmayan” kişilerin asayiş bozan olası hareketlerinin önüne geçerek toplumsal güvenliği sağlamak kılıfıyla hayata geçiriliyordu. En azından bizdeki uygulama için böyle söyleyebiliriz, ABD’deki ise açık bir ırkçılık uygulaması.
Günümüzde birebir aynı olmasa bile bunların devamı niteliğinde ya da “esinlenmiş” sayılabilecek uygulamalar görmek mümkün. Örneğin 2014’te, yine ABD’de, New York Polis Teşkilatı “her yerde bulunma”[13]“Omnipresence” isimli yenilikçi bir program uygulamaya başladı.[14]https://static1.squarespace.com/static/679bee49983fbd6b4351b2a7/t/67f689ecf17d40368bfb77d7/1744210415820/Omnipresence+weaponizes+light.pdf[15]https://darksky.org/news/black-history-month/Program kapsamında, çok sayıda bölgeye (ki bunlar tehlikeli veya “yüksek suç” bölgeleri olarak değerlendirilen parklar ve konut geliştirme alanları) dizel yakıtla çalışan yüksek direkler üzerine yerleştirilen ve hiç söndürülmeyen projektörler kuruldu. Bu, suç işlenmesini engellemeyi amaçlasa bile tartışmaya yer bırakmayacak şekilde bölge insanı için gürültü, hava ve ışık kirliliği yaratan bir uygulama. Ayrıca, aynı fener yasaklarında olduğu gibi, insanların etraflarını değil polisleri görmeleri için ve tabii ki polislerin peşinen potansiyel suçlu ilan edilen vatandaşları görmeleri için yapılan bir uygulama. Böylece, yetersiz kaynaklara sahip topluluklar uygun olmayan ve baskıcı aydınlatmaya maruz kalıyor, ki bu da onların refahını olumsuz etkiliyor. Yapılan röportajlarda bölge sakinleri, kurulan kule aydınlatmalarının bahsedildiği gibi güvenliği iyileştirmediğini, sadece insanların bir araya gelmelerini engellediğini söylüyorlar.[16]https://static1.squarespace.com/static/679bee49983fbd6b4351b2a7/t/67f689ecf17d40368bfb77d7/1744210415820/Omnipresence+weaponizes+light.pdf Hatta birisi “Herkes biraz depresifti çünkü ışıklar can acıtıyordu.” diyor. Böylece, topluluk kimliğini geliştiren ve ortak kültürel değerler inşa eden sosyal toplantılar yapılamaz oluyor. Ayrıca, oluşan gürültü, çevre ve ışık kirliliği, o insanların sağlığına verilen zararlar ve sürekli bir suç/olay mahalli izlenimi yaratan bölgeler de yetkililerin umurundaymış gibi görünmüyor. Benzeri uygulamaların, uygun şekilde tasarlanmış ve düzenli bakımı yapılan dış mekân aydınlatmaların olduğu refah seviyesi yüksek bölgelerde yapılmasının hiçbir şekilde düşünülmediği ise gözden kaçıyor. Bu durum, uzmanlar tarafından çevresel adaletsizliğin görsel bir temsili olarak nitelendiriliyor. Sonuç, “kamu kaynaklarının adaletsiz dağılımı” diyerek basitleştirilemeyecek kadar önemli aslında!
Işık kirliliğinin sosyal bağlamlarda insanları nasıl etkilediği konusunda çok az bilgiye sahibiz. Sebep, muhtemelen bu bakış açısının yeterince gelişmemiş olması ve yetkililerin, pek çok konuda olduğu gibi, ışığı da toplumsal eşitliği gözetmeden kullandıklarının farkında olmamamızdır. Işık, ayrımcılığa uğrayan azınlık topluluklara karşı bir silah olarak kullanılmakta ve bu durum, gece ışık kullanımını sosyal ve çevresel adalet meselesi haline getirmektedir. 2020’de yayınlanan bir çalışmada, Asya, Hispanik ve Siyah kökenli Amerikalıların yaşadığı mahallelerin daha aydınlık olduğu, bu bölgelerdeki gece gökyüzü parlamasının, beyaz Amerikalıların yaşadığı mahallelerdekinin yaklaşık iki katı olduğu raporlanıyor.[17]S. M. Nadybal, T. W. Collins, S. E. Grineski, “Light pollution inequities in the continental united states: A distributive environmental justice analysis”, Environmental Research, 189: 109959 (2020).Ayrıca, yapılan analizler ırk ve ten rengine bakılmaksızın daha düşük sosyoekonomik durumun daha yüksek gece ışık maruziyetiyle ilişkili olduğunu gösteriyor. Bu sonucu destekleyen yine ABD’de yapılan başka bir çalışmadaysa, uydu görüntülerinden elde edilen gece ışık miktarıyla o bölgenin sosyal kırılganlık seviyesi arasında anlamlı bir pozitif ilişki olduğu gösteriliyor.[18]Q. Xiao, Y. Lyu, M. Zhou, J. Lu, K. Zhang, J. Wang, C. Bauer, “Artificial light at night and social vulnerability: An environmental justice analysis in the U.S. 2012–2019”, Environment International 178, 108096 (2023). Hemen şu notu düşelim: Sosyal kırılganlık, özel durumlar karşısında toplulukları olumsuz etkileyen yoksulluk, ulaşım imkânlarının yetersizliği ve kalabalık konutlarda yaşam gibi demografik ve sosyoekonomik faktörleri ifade ediyor. Özel durumlar ise, doğal ya da insan kaynaklı felaketler (kasırga ya da kimyasal sızıntılar gibi) veya Covid-19 gibi salgın hastalıklar olabilir. Bu olumsuz durumlardan daha fazla etkilenmesi beklenen bölge ve toplulukların sosyal kırılganlık seviyesi daha yüksek olarak tanımlanıyor. Çalışma, 2012-2019 arasındaki uydu görüntülerinin ve sosyal kırılganlık veri tabanı verilerinin karşılaştırmalı incelemesine dayanıyor ve şöyle bir bulgu sunuyor: Ortalama olarak, en kırılgan %20’lik bölge/topluluklarda gözlenen gece aydınlık seviyesi, kırılganlık seviyesi en düşük %20’lik kesimlere göre 2,46 kat daha yüksek.
ABD’de yapılmış, benzer sonuçları destekleyen başka çalışmalar da var aslında. Ama bahsettiğimiz bakış açısı ve dolayısıyla da yapılan çalışmaların henüz çok yeni olduğunu unutmamak gerekiyor. Daha somut sonuçlara ulaşabilmek için konunun olgunlaştırılmaya, çalışmaların çeşitlendirilmeye ihtiyacı var. Nitekim, Bulgaristan’da kentsel bölgelerde yaşayanların gece ışığından orantısız şekilde etkilenip etkilenmediğini değerlendirmek için yapılan başka bir çalışma, daha yüksek gece ışığına maruz kalan toplulukların mutlaka dezavantajlı veya marjinal gruplar olmadığını gösteriyor.[19]M. Helbich, A. Burov, D. Dimitrova, I. Markevych, M.J. Nieuwenhuijsen, A.M. Dzhambov, “Sociodemographic inequalities in residential nighttime light pollution in urban Bulgaria: An environmental justice analysis”, Environmental Research 262, 119803 (2024). Yine uydu görüntüleri kullanılarak yapılan bu çalışma, bölgedeki gece ışık yoğunluğunun fazla olmasıyla yüksek eğitim düzeyi arasında doğrusal bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ayrıca, orta gelir düzeyine sahip sosyo-demografik grupların daha az gece ışığına maruz kaldığı, en az gece ışığına maruz kalan grupların ise işsiz nüfusun yoğun olduğu bölgelerde bulunduğu raporlanıyor. Bununla birlikte, yaşlılar ve Bulgar olmayan etnik gruplar üzerinden yapılan incelemelerde herhangi bir ilişki gözlenmiyor. Bu çalışmalar her ne kadar kesin yargılara varmak için yeterli olmasa da ışık kirliliği göstergesi olarak kullandığımız gece aydınlık seviyesi ile sosyal dezavantajların nasıl ilişkilendiğini anlamak, savunmasız ve kırılgan toplulukları belirlemek bakımından önemli göstergelerdir. Dolayısıyla, iyi tasarlanmış, kültürel farklılıkları da içeren benzeri çalışmalar, aydınlatma politikalarını belirlemek için de önemli bir veri olarak kullanılabilir.
Tamamlayıcı olması bakımından ışık adaleti potası içinde anılabilecek başka bir konudan, insani değerler bakımından karanlık gökyüzünün öneminden de kısaca bahsederek yazıyı sonlandıralım. Işık kirliliği nedeniyle oluşan gök parlaması, dini veya kültürel pratikleri gece (karanlık) gökyüzüne erişime dayanan insanlara ve topluluk kültürüne zarar verir. Bu topluluklar, tarihsel süreçleri boyunca yıldızları kullanarak yaşam pratiklerini şekillendiren karmaşık bilgi sistemleri geliştirmiştir. Bu sistemler; seyrüsefer, gıda ekonomisi, hava durumu tahmini, mevsimsel değişikliklerin öngörülmesi, sosyal yapıların bilgilendirilmesi ve bilgilerin hafızaya alınarak sonraki nesillere aktarılmasında hatırlatıcı bir rol üstlenir. Hayata kibirli bir bakış açısıyla yaklaşan kural koyucu modern insanın uygulamaları, karanlığın kaybolmasına ve gece gökyüzünün doğal halinin erişilebilir olmasına dayanan bu bilgi sistemlerini tehdit etmektedir. Her ne kadar bu konu genellikle Amerika ve Avustralya’daki yerli gelenekleri üzerinden ele alınsa da dünya üzerindeki büyük ya da küçük tüm topluluklar, sorunun üretiminde pay sahibi olmasalar bile, benzer bir adaletsizlikle/eşitsizlikle karşı karşıya kalmaktadır. Hatta bazı kaynaklar ışık kirliliğinin bu etkisini, “kültürel soykırımın bir biçimi” olarak tanımlıyor![20]D.W. Hamacher, K.de Napoli, B. Mott, “Whitening the Sky: light pollution as a form of cultural genocide”, arXiv:2001.11527 (2020).
Bahsettiklerimizin hemen hepsi aslında bir sürecin, hayata geçirilen bir bakış açısının sonuçları. Bu bakışa ve sürece dair şunları da söylemeden ışık adaleti konusunu kapatmak olmaz: Bugün, karanlık sonrası kullanım süresini uzatan kamu alanlarına ve iyi tasarlanmış dış mekânlara olan ihtiyaçtan vazgeçmek mümkün değil. Ancak, bu ihtiyaç karşılanmaya çalışılırken sosyo-demografik durumu iyi olan bölgeler ile daha yoksul bölgeler arasındaki ayrımın giderek belirginleştiğini gözlüyoruz. Bir tarafta uzmanlar tarafından tasarlanıp hayata geçirilen projeler ve estetik uygulamalar varken, diğer tarafta sadece direklerinin tepesine yerleştirilmiş kötü ışık kaynakları görüyoruz. Dolayısıyla, soğuk-itici aydınlatmalarla, artan parlamalarla, (doğru) aydınlatılmamış oyun alanlarıyla insan hissi silinmiş, sadece ışık dökülmüş bölgeler yaratılıyor. Yaya alanlarının ihtiyaç duyduğu atmosfer ve karakterden yoksun, günlük kullanıcı deneyimini dikkate almayan projeler hayata geçiriliyor. Aydınlatma eşitsizliğini ortadan kaldıracak bir düşüncenin hem uzmanların hem uygulayıcıların hem de kullanıcıların zihinlerinde yer etmesini sağlayacak yeni bir bakış açısı geliştirmenin zamanı geldi!
Bülent Aslan
Kaynaklar ve İleri Okuma – EK:[21]DarkSky International Raporu, “Artificial Light at Night: State of the Science 2023”[22]Just Darkness: Light pollution, the weaponization of light, and restoring dark skies[23]https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Murad[24]M. Yıldırım, “Dersaadet’te gece fenersiz gezme yasağı konusunda bazı tespitler”, Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 11(40): 51-68 (2024).[25]https://www.atsdr.cdc.gov/place-health/php/svi/svi-interactive-map.html)[26]L. Martinez, E. Bordonaro, “Lighting inequality in an urban context: design approach and case studies”, IOP Conf. Series: Earth and Environmental Science 1099, 012006 (2022).[27]E. Flies, G. Allegretto, D. Kendal, A. Somerville, S. Anderson, M. Ogg, K. Pendoley, “The human values of dark skies: Light pollution as an emerging justice issue”, University of Tasmania. Rapor (2023).
“International Association of Lighting Designers”: 1969 yılında Şikago, ABD’de kurulan IALD, aydınlatma tasarımı profesyonellerini destekleyen ve kâr amacı gütmeyen uluslararası bir organizasyondur. Derneğin amacı, aydınlatma tasarımı mesleğini dünya çapında ilerletmek ve ışığın insan yaşamındaki gücünün evrensel olarak tanınmasını sağlamaktır.
“Illuminating Engineering Society”: 1906 yılında New York, ABD’de kurulan IES, dünya çapında aydınlatma alanında teknik ve eğitim otoritesidir. Derneğin amacı, aydınlatma bilgisine sahip kişileri bir araya getirerek sahip olunan bilgiyi kamu yararına kullanmak ve aydınlatılmış ortamı iyileştirmektir.
S. M. Nadybal, T. W. Collins, S. E. Grineski, “Light pollution inequities in the continental united states: A distributive environmental justice analysis”, Environmental Research, 189: 109959 (2020).
Q. Xiao, Y. Lyu, M. Zhou, J. Lu, K. Zhang, J. Wang, C. Bauer, “Artificial light at night and social vulnerability: An environmental justice analysis in the U.S. 2012–2019”, Environment International 178, 108096 (2023).
M. Helbich, A. Burov, D. Dimitrova, I. Markevych, M.J. Nieuwenhuijsen, A.M. Dzhambov, “Sociodemographic inequalities in residential nighttime light pollution in urban Bulgaria: An environmental justice analysis”, Environmental Research 262, 119803 (2024).
M. Yıldırım, “Dersaadet’te gece fenersiz gezme yasağı konusunda bazı tespitler”, Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 11(40): 51-68 (2024).
L. Martinez, E. Bordonaro, “Lighting inequality in an urban context: design approach and case studies”, IOP Conf. Series: Earth and Environmental Science 1099, 012006 (2022).
E. Flies, G. Allegretto, D. Kendal, A. Somerville, S. Anderson, M. Ogg, K. Pendoley, “The human values of dark skies: Light pollution as an emerging justice issue”, University of Tasmania. Rapor (2023).
31 Ekim 1952'de patlatılan Ivy Mike kod adlı ilk hidrojen bombası. Wikimedia
Eğer son yıllarda teknoloji yatırım haberlerini takip ettiyseniz, büyük yatırım fonlarının, Jeff Bezos ve Bill Gates gibi etkili iş insanlarının, gelecekte enerji üretiminde devrim potansiyeli olduğu düşünülen bazı füzyon start-uplarına ciddi yatırımlar yapmakta olduğunu farketmiş olabilirsiniz. Evet, bu çeşit, daha ortada çalışan ve enerji üreten bir prototipin olmadığı teknolojiler, yatırımcı açısından yüksek risk oluştursa da, vaat ettikleri atılımın önemi ve büyüklüğü açısından özellikle böyle riskli girişimlere para yatırma lüksüne sahip büyük yatırımcılar için ilginç bir perspektif sunabilir. Uzun yıllardır sadece devlet desteğiyle gelişip ilerleyen, bu neredeyse temel bilim alanı da, bu sayede yeni bir bahar yaşıyor.
İki bölüm olarak hazırladığımız bu yazının ilk bölümünde füzyonun fiziği anlatılıyor ve füzyonla enerji üretmenin avantajlarına ve zorluklarına değiniliyor. Aşağıda sunduğumuz ikinci bölüm ise füzyonun tarihçesiyle başlayıp devlet destekli reaktör çalışmalarını, bunların en büyüğü olan ITER’i, füzyona yatırım yapan şirketlerin çalışmalarını anlatıyor ve füzyondan enerji üretmeye ne kadar yakın olduğumuzu değerlendiriyor.
Bombayla başlayan serüven
İlk füzyon bombası, yani hidrojen bombası, Amerikalılar tarafından 31 Ekim 1952’de Marshall adalarının Elugelab Adası’nda patlatılmış. Patlama Nagasaki’ye atılan klasik atom bombasının 450 katı kadar enerji açığa çıkarmış ve Elugelab Adası’nı tümüyle yok etmiş.[1]Campbell, C. (1998)Destroying the Village: Eisenhower and Thermonuclear War. Columbia University Press, New York.Buna karşı Sovyetler, 12 Ağustos 1953’te ünlü sovyet fizikçi Andrei Sakharov tarafından geliştirilen termonükleer bombayı denemiş ve başarılı olmuşlar.[2]Bethe, H. (1991) Sakharov’s H-Bomb. American Institute of Physics, New York.
Füzyon reaksiyonun enerji üretimi amacıyla kullanılması fikri de bu iki denemeden hemen sonra hem Sovyetler Birliği hem de ABD tarafından aynı zamanlarda gizli projeler altında çalışılmaya başlanmış. 1955’te Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun (International Atomic Energy Agency – IAEA) Birinci Cenevre Konferansı’nda kontrollü füzyon enerjisinin yakın bir zamanda mümkün olabileceği tartışılmış. 1958’de yapılan İkinci Cenevre Konferansı’nda ise bütün ülkelerin o ana dek gizli olarak yürüttükleri füzyon programları üstündeki gizlilik resmen kaldırılmış. Füzyon programlarının barışçıl amaçlarla kullanılması için ABD, Sovyetler, Avrupa ve diğer ülkeler arasındaki bilimsel yardımlaşmanın önü açılmış.
1958 Konferansıyla gizli belgeler tüm bilim insanlarının kullanımına açıldığında ABD’nin Lyman Spitzer önderliğinde Matterhorn projesi adı altında “stellarator” denilen bir plazma hapsetme aparatı üstünde çalıştığı, Sovyetlerin ise buna karşı “tokamak” adını verdikleri [3]Rusça “torus şeklinde manyetik bobinli oda” diye çevrilebilecek bir adlandırmanın kısaltması bir aparat üstünde çalışmakta oldukları görülmüş.[4]Bromberg, J.L., (1982) Fusion: Science, Politics, and the Invention of a New Energy Sourves, The MIT Press, ABD Bu iki fikir de bugün hâlâ geliştirilmekle birlikte tokamak biraz daha avantajlı görülüyor.
Dünyada ilk kez Moskova’daki Kurchatov Ensitüsünde geliştirilen T-1 adlı tokamak (Kaynak: ITER websitesi)
1968’de Novosibirsk’teki Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Konferansı’nda Lev Artsimovich liderliğindeki Sovyet bilim insanları T-3 adlı tokamak aparatında electron sıcaklığının 1000 eV ’u geçtiğini açıkladılar. 1000 eV yani 1 KeV yaklaşık 10 milyon $^{\circ} C$’ye – yani yaklaşık Güneş’in merkezinin sıcaklığına denktir. Bu rakama henüz yaklaşamamış olan Amerika ve Avrupalı bilim insanları bunun Sovyet propagandası olabileceği gerekçesiyle ve ölçüm teknikleri yeterli bulunmadığı için bu açıklamaya şüpheyle yaklaştılar. Bu toplantıdan bir yıl sonra, İngiliz bir ekip kendi ölçüm aparatlarıyla Sovyetler birliğine gidip, Sovyet bilim insanlarının gözlemlerini doğruladı.[5]Peacock, N.J.,Robinson, D.C., Forest, M.J., Wilcock, P.D. ve Sannikov, V.V. (1969) Nature, 224:488–490 Bunun üzerine Princeton’daki Stellerator acilen bozularak tokamaka dönüştürüldü.[6]Bromberg, J.L., (1982) Fusion: Science, Politics, and the Invention of a New Energy Sourves, The MIT Press, ABD
Bundan sonra füzyon programı pek çok alternatif fikri denemekle birlikte,[7]Bu fikirler arasında mirror machine, theta pinch, bumpy torus vb. sayılabilir. esas olarak tokamak üzerine yoğunlaştı. 1970’li yıllarda, özellikle enerji krizi sonucu, uzun vadeli çözüm olarak füzyon enerjisinin geliştirilmesi için batıda büyük bir irade oluşmuştu. Bu nedenle ABD ve Avrupa Birliğinde temel plazma fiziği ve manyetik füzyon enerji konularına büyük bütçeler ayrılmaya başlandı. Bu yıllarda örneğin MIT’de (Massachussets Institute of Technology) Alcator adlı tokamak, Princeton’da 1975’te PLT ve 1978’de PDX adlı yeni tokamaklar yapıldı. Fransa da 1973- 1976 yılları arasında zamanın en ileri tokamakı olan TFR’ı (Tokamak de Fontenay aux Roses) yaparak füzyon araştırmasına dahil oldu. Bu sırada San Diego’da General Atomics adlı devlet destekli özel şirket, Doublet, Doublet-II, Doublet-IIA adlı modelleri geliştirdi. Japonya’da JFT, Almanya’da Pulsator, Italya’da TTF ve FT, İngiltere’de CLEO ve Sovyetler Birliğinde T-4, T-5, T-6 adlı tokamaklar hep 70’li yıllarda yapıldı.[8]Freeman, M. (Kış 2009-2010) The True History of the US Fusion Program – and Who Tried to Kill It. 21st Century Science & Technology, 15–29, https://21sci-tech.com/Articles_2010/Winter_2009/Who_Killed_Fusion.pdf
70’li yılların sonunda füzyon bütçelerindeki büyük artış sonucu orta boy birçok tokamakın yapımına girişildi. Özellikle plazma geometrisi, divertor (saptırıcı) teknolojileri ve yüksek manyetik alan ve yüksek yoğunluk rejimlerini araştırmak amacıyla, DIII, DIVA, PDX, Alcator C, ASDEX, JFT-M gibi tokamaklar tasarlandı ve yapım aşamasına geçildi. Aynı dönemde TFTR, JET, JT-60 ve T-15 gibi büyük tokamakların da yapımına başlandı ve bu aparatlar ilk yapılan tokamaklara göre boyut ve içinden geçen akım olarak 10 katı, ısıtma sistemleri açısından 20-30 katı kadar bir artış gösterdi.[9]Meade, D. (2010) 50 years of fusion research. Nuclear Fusion, 50(1):014004, https://iopscience.iop.org/article/10.1088/0029-5515/50/1/014004/pdf 1983’te çalışmaya başlayan JET (Joint European Torus) bugüne kadar yapılmış olan en büyük tokamaktır ve hacmi 100 m3 civarındadır.
Tokamak reaktörünün belki de en önemli özelliği, içindeki plazmayı hapsedebilme kapasitesinin, boyutuyla orantılı olmasıdır. Bu yüzden yapılan aparat ne kadar büyük olursa plazmayı hapsetme süresi de o kadar artacaktır.
1982’de Almanya’nın Münih kenti yakınlarındaki Max Planck Enstitüsünde yapımı birkaç yıl önce tamamlanmış olan ASDEX tokamakında H-modu (high confinement modu) denilen bir işleyiş modu keşfedildi.[10]Wagner, G. ve diğ. (1982) Regime of improved confinement and high beta in neutral-beam-heated divertor discharges of the asdex tokamak. Phys. Rev. Lett., 49:1408–1412.H-mode, L-mode denilen (low confinement mode) standart hapsetme işleyişine göre pek çok avantajı olan, plazmanın çeperlerini ısıtmadan, merkezini çok daha yüksek bir sıcaklık ve yoğunluğa ulaştırmayı sağlayan bir işleyiş şekli. Gelecekte yapılacak bir reaktörün H-modunda çalışması, teknik problemler çözüldüğü durumda, çok büyük bir avantaj olacaktır.
Bu bulgu ışığında ve üzerine yapılan detaylı teorik çalışmalar sonrası geliştirilen yeni tasarımlar kullanılarak var olan tokamaklar, 80’li yıllarda, optimize tokamaklara dönüştürüldü. Bu projeler kapsamında bugün hâlâ kullanımda olan DIII-D, ASDEX-Upgrade, JT- 60U ve Alcator C-Mod adlı tokamaklar inşa edildi. Bunlara ek olarak, Fransa’da ilk olarak süperiletken bobinler kullanılarak, Tore Supra adlı tokamak hayata geçirildi. Bu tokamak yakın zamana kadar plazmayı en uzun süre hapsetme rekoruna sahipti. Bu rekor ancak Çin’in yeni nesil EAST tokamakı tarafından 2023’de kırılmıştı. Ancak Tore Supra’nin yenilenmis hali olarak devreye giren WEST tokamakı bu rekoru 2025’in başında 22
dakikayla tekrar kırdı.[11]Lea, R. (21 Şubat 2025) French WEST reactor breaks record in nuclear fusion, https://www.advancedsciencenews.com/french-west-reactor-breaks-record-in-nuclear-fusion/
1991’de JET ilk olarak D-T reaksiyonunu denedi ve ümit verici sonuçlar elde etti. Daha sonra, 1994’te ABD’de Princeton Plazma fiziği Laboratuvarındaki TFTR adlı tokamakta da D-T deneyi yapıldı ve ilk olarak 10 MW seviyesi geçildi. 1997’te tekrar 100 kadar farklı JET deneyinde D-T reaksiyonu kullanıldı. Füzyon gücü yaklaşık 1 saniye boyunca 16MW seviyelerine kadar çıktı. Elde edilen füzyon enerjisi, maddeyi ısıtmak ve hapsetmek için harcanan enerjinin %65’i seviyesine ulaştı ($Q ≈ 0,65$).[12]Meade, D. (2010) 50 years of fusion research. Nuclear Fusion, 50(1):014004, https://iopscience.iop.org/article/10.1088/0029-5515/50/1/014004/pdf
Son yıllarda özellikle devamlı işleyişin getirdiği sorunları araştırmak amacıyla, yeni orta boy ve büyük süperiletken tokamaklar yapılıyor. Çin’in Hefei şehrinde 2006’da çalışmaya başlayan EAST,[13]Wan, Y., Li, J., Weng, P. (2006) Overview progress and future plan of EAST Project. https://fire.pppl.gov/iaea06_ov1_1_wan.pdfGüney Kore’nin Daejon şehrinde 2008’de çalışmaya başlayan KSTAR[14]Bak, J.S. (2008) Overview of revent commissioning results of KSTAR, https://inis.iaea.org/records/e4c50-9qg21 ve Japonya’nın Naka şehrinde 2020’de JT-60U’nun yenilenerek tekrar inşasıyla çalışmaya başlayan JT-60SA[15]Fujita, H.T. (2007) Design optimization for plasma performance and assessment of operation regimes in JT-60sa. Nuclear Fusion, 47(11):1512.bu tokamakların belli başlıları.[16]Meade, D. (2010) 50 years of fusion research. Nuclear Fusion, 50(1):014004, https://iopscience.iop.org/article/10.1088/0029-5515/50/1/014004/pdf
Günümüzde dünyanın farklı ülkelerinde, füzyon alanına yoğunlaşmış, irili ufaklı pek çok farklı laboratuvar, enstitü ve bunların bağlı oldukları ulusal ve uluslararası füzyon programları mevcut. Ticari amaçlı nükleer enerji konusunda yardımlaşmaları hayal bile edilemeyecek ülkelerden (Çin, Rusya, ABD, İran gibi) bilim insanları bu programlar bağlamında gerek birlikte çalışmalar gerçekleştiriyor gerekse bilgi ve teknoloji alışverişinde bulunuyor. Füzyon programları 1958’de devlet sırrı statüsünden çıkıp açık bilim aşamasına geldiğinden beri bu serbest bilgi alışverişi devam edegelmekte.
ITER hem en büyük tokamak hem de uluslararası iş birliklerinin en büyüğü
ITER, uluslararası düzeyde dev bir projedir ve deneysel bir termonükleer füzyon reaktörüdür.[17]ITER kelimesi en başta Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü (International Thermonuclear Experimental Reactor) ifadesinin kısaltması alarak düşünülmüş olmasına karşın, Latince’de “yol” anlamına gelen iter kelimesiyle örtüşmektedir ve günümüzde bu kullanım benimsenmiştir. Projenin temel taşı Fransa’nın güneyinde, St. Paul Lez-Durance yakınındaki Cadarache nükleer tesisinin hemen yanında yapılmakta olan, şimdiye kadar yapılmış olan en büyük tokamak füzyon tesisidir. Avrupa Birliği liderliğinde, Çin, ABD, Güney Kore, Japonya, Hindistan ve Rusya Federasyonundan oluşan bir konsorsiyum tarafından yapılmakta olan ITER tesislerinde 1000’den fazla mühendis ve bilim insanına ek olarak, 500 kadar da taşeron işçi ve mühendis görev almaktadır.
Fransa’nın güneyinde yapılmakta olan ITER projesinin detaylı şeması. Sağ alt tarafta görünmekte olan mavi elbiseli insan, projenin boyutu hakkında bir karşılaştırma yapmaya olanak sağlıyor. (Wikimedia commons)
Hacmi 100 m3 olan ve bugüne kadar yapılan en büyük tokamak olan JET’i hatırlayalım, ITER’in hacmi 830 m3 olarak planlanmıştır.
ITER bütçesi, ITER organizasyonunun üyesi olan 7 ülke tarafından karşılanmaktadır. Projeye ev sahipliği yapan Avrupa Birliği maliyetin %45’ini, geri kalan 6 ülke de her biri yaklaşık %9’u olmak üzere maliyetin geri kalanını karşılamayı taahüt etmişlerdir. ITER’in toplam inşa maliyeti 25 milyar euro olarak hesaplanmıştır, ancak ABD Enerji Bakanlığının hesabına göre bu rakam 65 milyar dolara kadar çıkabilir.[18]Kramer, D. (Ağustos 2023) Iter appears unstoppable despite recent setbacks. Physics Today, 76(8):18–22. Bunun üstüne, çalışmaya başladığında bir de operasyon maliyeti eklenecektir. Bu ülkelerin ITER projesine bu kadar büyük bir maliyetle yatırım yapmasının çeşitli sebepleri vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir.
Plazma fiziği ve füzyon konusunda uzman bilim insanları ve teknisyenlerin yetiştirilmesi.
ITER projesinin çeşitli parçalarının üretimi için, ileri teknoloji ve yüksek kalite isteyen endüstri birimlerinin üye ülkelerde kurulması, var olan ileri teknoloji üretebilen özel şirket ve organizasyonların proje aracılığıyla desteklenmesi.
Daha alt düzey lojistik ve hammadde konularındaki özel şirketlerin ITER projesinden ihale alabilmesi.
Ortaya çıkacak yan buluş, patent vs. gibi konularda üye ülkelerin sahip olacağı ayrıcalık.
Tabii ki eğer füzyon enerjisi üretimi ticari hale gelirse, bundan üye ülkelerin öncelikle faydalanması.
ITER’in bir tokamak “reaktörü” olarak teknik özellikleri oldukça etkileyici. Öncelikle ITER’in ısıtma için harcanan 50MW enerjiye karşılık 500 MW civarında füzyon enerjisi açığa çıkarması bekleniyor (yani verilen enerjiyi 10 katına çıkaracaktır, bunu Q=10 diye ifade ediyoruz). Kesintisiz çalışma süresinin maksimum enerji üretimi durumunda (yani Q=10), 5-8 dakika, düşük enerji üretimi durumunda (yani Q=5), 15-50 dakika olması bekleniyor.
ITER’in yapılmasının temel amaçlarında gerçek bir füzyon reaktörünün yapılması için gerekli teknolojilerin varlığının gösterilmesi, reaktörde kullanımı planlanan parçaların gerçek koşullar altında test edilmesi, gelecekte yapılacak bir reaktörün trityum açısından kendi kendisine yetmesini sağlamak amaçlı trityum üretimi modüllerinin denenmesi olarak belirlenmiş durumda.[19]Shimada, M. ve diğ. (2007) Chapter 1: Overview and summary. Nuclear Fusion, 47(6):S1
İlk basta 2025’te çalışmaya başlaması planlanan proje 2020’de başlayan bir araya getirilme fazında, Covid-19 pandemisi dolayısıyla ortaya çıkan gecikmeler, manyetik bobinlerdeki çatlakların tamiri ve yeniden üretilmesi gereken parçalar nedeniyle şu an için “ilk plazma” tarihi 2035’e atılmış durumda. Deuterium-tritium operasyonu için verilen tarihse şu an için 2039.
Füzyon için çalışan özel şirketler
Girişte bahsettiğim gibi, son yıllarda, özellikle de son 10 yılda, füzyon kullanarak enerji üretmeye çalışan pek çok start-up, özel yatırım fonlarından ve etkili işadamlarından ciddi yatırımlar çekmeyi başardılar. Henüz herhangi birinin ciddi bir atılım yaptığı söylenemese de bu durum füzyonla ilgili ciddi bir dinamizm ve beklenti oluşturdu. Sonunun nasıl biteceğini hep birlikte göreceğimiz bu girişimlerin 2024 itibariyle yayınlanan Füzyon Endüstri Derneği yayınına göre sadece 2024’te yaklaşık 900 Milyon dolar olmak üzere, toplamda 7,1 milyar dolar civarı resmen açıklanmış yatırım çekmiş olduğu, açıklanmayan yatırımlarla toplam yatırımın bu rakamın ciddi bir oranda üstünde olabileceğini tahmin ediliyor. Aşağıda kısaca öne çıkan bazı şirketleri tanıtmaya çalışacağım.
Füzyon reaksiyonu kullanarak enerji üretmeye çalışan özel şirketler.
Commonwealth Füzyon Sistemleri
Amerikan devletinin 2016 yılında MIT’in Plazma Bilim ve Teknoloji Merkezindeki[20]MIT Plasma Science and Fusion Center, https://www.psfc.mit.edu/ Alcator C-Mod tokamakını kapatması sonucu, burdan ayrılan bir grup bilim insanının 2018’de kurduğu, yeni geliştirilen yüksek sıcaklıkta manyetizma teknolojisine dayanan ve kompakt bir tokamak tasarımı kullanarak füzyon yapmayı hedefleyen Commonwealth füzyon sistemleri adlı şirket 2 Milyar dolar civarı yatırım çekmiş. Şirket 2030’ların başında devreye girip, 400 megawatt enerji üreteceğini ve dünyanın ilk enerji üreten füzyon reaktörü olacağını iddia ettiği ARC adındaki reaktörü, Virginia eyaletinde, Richmond şehrinin güneyinde inşa etmek için Dominion Enerji şirketiyle kontrat imzalamış. Reaktörden önce de, şu anda Massachusetts eyaletinin Devens şehrinde inşa ettiği SPARC adındaki tokamakı tamamlamaya çalışıyor. Bu yıl içerisinde 32 dev mıknatısını yerleştirerek bir araya getirdikleri tokamakı, 2026 yılında çalıştırmaya başlayıp, 2027 yılında da net enerji üretimini gösterebileceklerini düşünüyorlar.
TAE Teknolojileri
Norman Rostoker’in Trialpha Energy olarak kurduğu bu şirket bir nötr hüzme (neutral beam) ile dengeledikleri (stabilize ettikleri) bir ters alan konfigurasyonu (field reversed configuration – FRC) kullanarak, anötronik (yani nötron çıktısı olmayan) füzyon yapmayı amaçlıyor. İsmini, kullanmayı planladıkları, hidrojen-ağır boron (11B) etkileşimiyle oluşan birkaç aşamalı reaksiyonda ortaya çıkan üç alfa parçacığından almış. 90’lardan beri teknoloji geliştiren, ve pek çok deneysel prototip ortaya koymuş olan şirket yaklaşık 1,2 milyar dolar civarı yatırım çekmiş olmasına rağmen 2026’da tamamlamak istediği, enerji üretimini göstermeyi amaçlayan Copernicus deneysel prototipi için yatırım arıyor. Genel olarak hidrojen-boron kullanımı ortaya nötron çıkarmadığı için daha temiz (D-T reaksiyonunda ortaya çıkan nötronlar etrafa konulan onları yakalamaya yarayan yüzeylere çarpıp radyoaktif hale getirirler, ancak bunlar uranyum gibi değil, daha hafif, ömrü çok daha kısa radyoaktif ürünlerdir), ancak füzyonda enerji üretimi açısından daha şüpheyle yaklaşılan bir reaksiyon.
Helion Energy
Seattle’ın kuzeyinde yer alan bu şirket de iki ayrı FRC plazmoidi hızlandırıp, fokuslayıp çarpıştırarak bunu da tekrar tekrar yaparak füzyonu gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Döteryum ve helyumun çarpışmasıyla olan büyük oranda anötronik bir reaksiyonu kullanmayı planlayan şirket, şimdiye kadar 600 milyon dolar civarı resmi yatırım çekmiş ve belli aşamalarda ilerlemeler olmasına bağlı olarak aktive olacak 1,7 milyar dolar ekstra yatırıma da sahip. Bu yatırımı esasen OpenAI’ın CEO’su aynı zamanda Helion Enerji’nin İcra Başkanı (executive president) Sam Altman garantilemiş. Şirket ayrıca Microsoft’la 2028 yılında enerji üretimine başlamak için anlaşma imzalamış.
GeneralFusion
Seattle’dan Kuzeye doğru gidip Kanada sınırını geçince, Vancouver’da yine bir FRC plazmoid’i alıp bu sefer mekanik olarak sıkıştırma tekniğiyle füzyon yapmaya çalışan, pek çok deneysel prototip tamamlamış olan General Fusion şirketi, Jeff Bezos’dan dahil olmak üzere 350 milyon civarı yatırım çekmiş durumda. Yapmayı planladıkları iki adet 150 MW enerji kapasitesine sahip tandem çalışan 300 MW’lık reaktör planlarıyla 2030’larda elektrik üretmeye başlayacaklarını iddia ediyorlar.
Tokamak Energy
Atlantiğin öbür yakasında, İngiltere’de, Oxford yakınlarında, esas olarak devlet laboratuvarı olan Culham Füzyon Enerji Merkezinden ayrılan bir ekibin kurduğu Tokamak Energy de, son yıllarda geliştirilen, yüksek sıcaklıkta manyetizma teknolojisini, klasik manyetik hapisleme (confinement) ve D-T füzyon reaksiyonu kullanarak enerji üretmeye çalışıyor. Şirketin geliştirip işlettiği ST40 adındaki yüksek manyetki alanlı kompakt küresel tokamak[13] 2022’de 100 milyon derece sıcaklığa ulaşmış. Farklı kaynaklardan 300 milyon dolar civarı yatırım toplayan şirket, aynı zamanda Birleşik Krallık Atom Enerjisi Ajansıyla yakın işbirliği yapıyor.
Çin Şirketleri
Çin’in füzyon konusuna hem devlet eliyle hem özel şirketler üzerinden büyük yatırım yaptığı bir gerçek. Ancak kendine has ekonomik modeli ve saydamlıktan uzak yapısıyla, bu ülkedeki yatırımların ne kadar gerçek ve gerçekten özel sektöre ait olduğunu dışardan anlamak pek kolay değil. Örneğin 800 milyon dolar yatırım çektiği söylenen ENN adlı şirket, Tokamak Energy şirketinin yaptığı gibi küresel kompakt bir tokamak kullanarak TAE’nin planı olan Hidrojen-Ağır Boron reaksiyonunu kullanarak füzyon yapacağını iddia ediyor.[21]Liu, M. ve diğ. (2024) ENN’s roadmap for proton-boron fusion based on spherical torus. Physics of Plasmas, 31(6):062507, 06.
Aynı şekilde 65 milyon dolar bütçesiyle Startorus füzyon adlı şirket de, küresel kompakt tokamak seçimi yapmış, ancak onlar klasik D-T reaksiyonu kullanmayı planlıyorlar. Belli başlı Çin şirketleri arasında Energy Singularity Fusion Power Technology adlı şirketi de sayabiliriz. Bunlar da yüksek sıcalık mıknatıslar kullanarak, standard bir tokamak dizaynı üzerinde çalışıyorlar.
Çin’le ilgili not edebileceğimiz ilginç bir nokta, belki de büyük endüstriyel kapasiteye sahip olduğu için bunu yapabildiğinden dolayı, bu ülkedeki füzyon yatırımlarının çoğu gerçekçi şekilde tokamak tasarımına yönelmiş.
Marvel Fusion
Bir Alman şirketi olan Marvel Fusion, “inertial confinement” yani eylemsizlik hapsiyle füzyon dediğimiz bir tasarım kullanmayı amaçlamış. Eylemsizlik hapsiyle füzyon, önceden hazırlanmış özel bir hedefin üzerine çok güçlü lazerlerin uygulanıyor ve hedefin dış katmanlarının aniden buharlaşması ile yakıtın büyük bir hızla içine çökerek füzyonu başlatması prensibine dayanıyor. Hedef olarak TAE tarafından da kullanılan hidrojen ve ağır borondan oluşan nano-yapılı bir bileşen kullanmayı planlıyorlar. Şirket şu ana kadar 200 milyon dolar yatırım çekmiş durumda.
Proxima Fusion, Gauss Fusion, Rennaissance Fusion
Orta boy Alman firmaları olan Proxima Fusion ve Gauss Fusion ve bir Fransız firması olan Renaissance Fusion şirketleri de sırasıyla 40 milyon, 20 milyon ve 30 milyon dolar bütçeleriyle, 2030-2040’lı yıllarda net enerji üretecek farklı “stellarator”ler yapmayı planlıyorlar. Üç şirket de klasik D-T reaksiyonu kullanmayı tercih ediyor.
Özel şirketlerden ümit var mı?
Bütün bu şirketlere baktığımızda, Çin ve aslında devletle çalışan birkaç büyük şirket dışında (belki Commonwealth Fusion buna tek istisna), çoğu şirketin, başarı olasılığı nispeten düşük alternatif yöntemlere yoğunlaştıklarını görüyoruz. Neredeyse hepsinin 2030 bilemedin 2040 gibi enerji üretimine söz verdiğini, hatta bazılarının 2020’lerin sonlarında enerji satmaya başlamayı planladıkları, bunun için büyük firmalarla kontrat falan imzaladıklarını görüyoruz. Bunlar bizce pek gerçekçi değil, ve büyük ihtimalle start-up furyasının, kapitalizmin zorlamasıyla yapabileceğinden çok daha fazlasına söz vermesinin örnekleri. Özel şirketlerin anötronik füzyona yönlenmesinin sebebi de, nükleer atık olmaması durumunun hem güvenlik hem dolayısıyla ekonomik açıdan çok daha kolay kontrol edilebileceği fikri. Radyoaktif atık üretmek zorunda olan bir reaktörün devlet tarafından uyması gereken güvenlik kurallarının çok daha sıkı olacağını tahmin etmek zor değil.
Yüksek sıcaklık mıknatıs teknolojisi devrim niteliğinde olabilir
Klasik yöntemle, mesela tokamak veya küresel tokamak ile füzyon yapmayı planlayan şirketlere bakarsak, istisnasız hepsinin yeni geliştirilen yüksek sıcaklık mıknatıs teknolojisini bir şekilde kullanmayı hedeflemesi önemli. Bu teknoloji gerçekten füzyon için devrim niteliğinde olma potansiyeline sahip ve eğer teknik açıdan sorunsuz kullanılabildiği ispatlanırsa, aynı zamanda ITER için büyük bir şanssızlık ifade ediyor. Zira ITER bu teknoloji geliştirilmeden tasarlandığı için standart mıknatıslar kullanmayı planlamış, bunlar hem bir servete mal olup, hem -269 derece Celsius’a soğutulması gerektiği ve bu soğutma sistemi de çok yüksek sıcaklıktaki plazmayla yan yana çalıştığında duvar materyallerinde ciddi stres yarattığı için bir çok soruna yok açma potansiyeline sahip. Ayrıca makinenin bu düzeyde ağır materyal kullanması, montajı zorlaştırdığı gibi zaman geçtikçe materyallerde pas dolayısıyla mikro çatlaklar oluşmasına yol açmakta.
Sonuç
Füzyon enerjisi, soğuk savaş yıllarından beri devletler, son yıllarda da özel yatırımcılar tarafından temiz, sürdürülebilir ve neredeyse sınırsız bir enerji kaynağı olma potansiyeli sebebiyle büyük ilgi görüyor. Ancak, bu teknolojinin ticari olarak kullanılabilir hale gelmesi önünde önemli ekonomik ve teknik engeller var. Bu engellerin başında, reaksiyonun başlatılması ve sürdürülmesi için gereken yüksek sıcaklık ve basınç koşullarının sağlanması, daha sonra da bu yüksek sıcaklıktaki plazmanın kontrol altında tutulması geliyor. Ayrıca, trityum gibi, füzyon reaksiyonları için gerekli olan bazı hammaddelerin elde edilmesi ve depolanması da büyük bir zorluk teşkil ediyor. Daha sonra enerjinin maliyeti, diğer enerji üretim şekilleriyle rekabeti vb. piyasa problemleri de bu teknolojinin pratikte başarılı olup olmayacağını belirleyen unsurlar.
Bu konudaki çalışmaların temelini plazma dediğimiz yüksek sıcaklıktaki iyonize gazın davranışlarını anlamaya çalışan temel bilim dalı olan plazma fiziği oluşturuyor. Bu alanda yapılan çalışmalar yeni fikirler ve zorluklara yeni çözümler getirebilir.
Füzyon kullanarak enerji üretimi alanında devletlerin yatırımlarıyla yapılan onlarca tokamakın sağladığı bilgi ve on milyarlarca dolar maliyetiyle amiral gemisi ITER tokamakının bazı tasarım problemleri dolayısıyla ortaya çıkan sorunlar nedeniyle gecikmesi, bunun üstüne de yüksek sıcaklıkta çalışan mıknatıslardaki gelişmeler pek çok startup’ın bu konuda atılım yapmak amacıyla yatırım çekmesine sebep oldu. Bu start-uplar, devlet laboratuvarlarından farklı olarak 3-5 yıl içinde füzyon enerjisi sözü verdikleri için, bunun sonucunu hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Ancak olası ki, füzyon enerjisinin ürettiği elektrikle şehirlerimizin ışıklandırıldığını görmemize bundan çok daha fazla zaman var.
Füzyonun fiziğini, füzyonla enerji üretmenin avantajlarını ve zorluklarına yer verdiğimiz ilk yazıyı buradan okuyabilirsiniz.
Özgür D. Gürcan Plazma Fiziği Laboratuvarı, Ecole Polytechnique
Wagner, G. ve diğ. (1982) Regime of improved confinement and high beta in neutral-beam-heated divertor discharges of the asdex tokamak. Phys. Rev. Lett., 49:1408–1412.
ITER kelimesi en başta Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü (International Thermonuclear Experimental Reactor) ifadesinin kısaltması alarak düşünülmüş olmasına karşın, Latince’de “yol” anlamına gelen iter kelimesiyle örtüşmektedir ve günümüzde bu kullanım benimsenmiştir.
Eğer son yıllarda teknoloji yatırım haberlerini takip ettiyseniz, büyük yatırım fonlarının, Jeff Bezos ve Bill Gates gibi etkili iş insanlarının, gelecekte enerji üretiminde devrim potansiyeli olduğu düşünülen bazı füzyon start-up’larına ciddi yatırımlar yapmakta olduğunu farketmiş olabilirsiniz. Evet, bu çeşit, daha ortada çalışan ve enerji üreten bir prototipin olmadığı teknolojiler, yatırımcı açısından yüksek risk oluştursa da, vaat ettikleri atılımın önemi ve büyüklüğü açısından özellikle böyle riskli girişimlere para yatırma lüksüne sahip büyük yatırımcılar için ilginç bir perspektif sunabilir. Uzun yıllardır sadece devlet desteğiyle gelişip ilerleyen, bu neredeyse temel bilim alanı da, bu sayede yeni bir bahar yaşıyor.
İki bölüm olarak hazırladığımız bu yazının aşağıda sunduğumuz ilk bölümünde füzyonun fiziği anlatılıyor ve füzyonla enerji üretmenin avantajlarına ve zorluklarına değiniliyor. İkinci bölüm ise füzyonun tarihçesiyle başlayıp devlet destekli reaktör çalışmalarını, bunların en büyüğü olan ITER’i, füzyona yatırım yapan şirketlerin çalışmalarını anlatıyor ve füzyondan enerji üretmeye ne kadar yakın olduğumuzu değerlendiriyor.
Füzyon nedir?
Füzyon, batı dillerinde birleşmek, birbiri içinde kaynaşmak anlamında kullanılır. Etimolojik kökü ingilizcedeki dökümhane anlamına gelen foundry kelimesinin de kökü olan eritmek, dökmek anlamındaki latince “fundere” fiilinin geçmiş zaman çekimi olan fusio sözcüğünden gelir. Fizikte iki hafif atomun nükleer reaksiyona girerek birleşmesi demektir. Kural olarak, nükleer reaksiyon öncesindeki atomların kütlesi, reaksiyon sonrası ortaya çıkan parçacıkların kütlesinden bir parça daha fazla olduğundan, bu kütle farkı enerjiye dönüşerek açığa çıkar. Füzyon reaksiyonunda açığa çıkan enerjinin, Einstein’in meşhur $Ε=mc^2$ formülünü kullanarak, kaybolan kütle ve ışık hızının (yani $c$) karesiyle orantılı olduğunu bulabiliriz. Işık saniyede yaklaşık 300 milyon metre yol katettiğine, yani $c^2$ niceliksel olarak çok büyük bir katsayı olduğuna göre, füzyon reaksiyonunda kaybolan çok az bir kütle çok büyük bir enerji açığa çıkarır.
Temel fizik açısından nükleer reaksiyonlar (ki füzyon bir nükleer birleşme reaksiyonudur), en verimli reaksiyonlardır. Tabii ki bu reaksiyonu pratikte yapmak ve bir enerji kaynağı olarak kullanmak farklı şeyler. İşte bu aşamada gerçekleşen önemli verim kayıpları, füzyon reaksiyonundan enerji elde edilmesini zorlaştıran, elde edildiğinde verimliliğini diğer klasik enerji kaynaklarıyla benzer seviyelere indiren sebeplerden birisi.
Pratikte, en verimli ve kullanılabilir füzyon reaksiyonu hidrojenin izotopları olan deteryum ve trityum atomları arasında olan füzyon reaksiyonudur:
Yani bir döteryum atomu bir trityum atomuyla nükleer olarak kaynaştığında, bir Helyum atomuyla birlikte bir nötron ve 17,6 MeV enerji açığa çıkar.[1]1 MeV yaklaşık 1,6 × 10−13 Joule’dur Dikkat edelim, bu tek bir nükleer reaksiyonda açığa çıkan miktar. Bir füzyon reaktöründe metreküpte yaklaşık $10^{20}$ hidrojen izotopu bulunur ve yeterli sıcaklığa ulaşıldığında bunların belli bir oranı füzyon reaksiyonuna girecektir. Büyükçe bir reaktörde[2]örneğin ITER’in hacmi 830 $m^3$ dir- bkz. ITER projesi http://www.iter.org saniyede 1020 kaynaşma reaksiyonu olması durumunda potansiyel olarak ortaya çıkabilecek enerji rahatlıkla saatte yüzlerce megawatt’ı bulur. Ayrıca gerçekten ticari hale getirildiğinde, potansiyel olarak füzyon enerjisi, yakıt sağlandığı sürece kesintisiz bir enerji kaynağı olabilir.
D-T reaksiyonu, esas olarak hidrojen bombası ya da füzyon bombası denilen yüksek teknoloji nükleer bombaların kullandığı temel reaksiyondur. Benzer bir reaksiyon olan proton-proton zincir reaksiyonu da Güneş’in bitip tükenmeyen enerjisinin kaynağıdır. Bu iki örneğin de gösterdiği gibi füzyon reaksiyonu fiziksel açıdan basit bir gerçeklik.Füzyon enerjisini dünyada kullanabilmekteki zorluk ise reaksiyonu başlatmakta değil, enerji üretimi amacıyla kontrol altında gerçekleştirmekte.
Füzyondaki kontrol meselesi
Füzyon reaksiyonunu tetiklemek için hidrojen izotoplarının birbirine çarpmasını sağlamamız gerek. Gazların genel olarak sıcaklığını ve yoğunluğunu artırdığımızda rasgele hareketleri dolayısıyla çarpma sıklığı ve enerjileri artar. Ancak belli bir sıcaklığın ötesinde atomlar nötr kalamaz, elektronlar ve protonlar birbirinden ayrışarak plazma dediğimiz iyonize gaz durumuna geçer.[3]Maddenin bu durumuna bazen maddenin dördüncü hali de diyoruz. Plazma içersinde iyonize olmuş artı yüklü hidrojen izotoplarını birleştirmeye kalkıştığımızda aynı yükler birbirini ittiği için Coulomb bariyerini geçecek yüksek enerjiler gerekir. Bu da dünyadaki şartlarda, Güneş’in çekirdeğinden bile daha yüksek sıcaklıklar demektir.[4]External heating systems, ITER websitesi, https://www.iter.org/machine/supporting-systems/external-heating-systems
Hidrojen bombası örneğinden bildiğimiz gibi, füzyon reaksiyonunun başlatılması teknik olarak mümkün ve fiziksel olarak beklediğimiz gibi çok büyük bir enerji açığa çıkarıyor. Ancak bunu elektrik enerjisine çevirmek için bu çıkan enerjiyi kontrollü bir şekilde yakalayıp, onunla bir türbin vs. çevirip elektrik üretmek gerekiyor. Bunun için de reaksiyonun patlama şeklinde olması işimize gelmiyor. Üretilen enerjinin kontrollü bir ortamda ısıya dönüştürülmesi gerekiyor. Bu arada plazmanın yüksek sıcaklığı dolayısıyla herhangi bir malzemeyle temasının malzemenin erimesine yol açacağını da unutmayalım. Bu kadar sıcak bir maddeyi kontrol edebilmek, çözümü hayli zor bir problem.
Neyseki yüklü parçacıklar manyetik alandan etkileniyor. Yüklü parçacıkların manyetik alan yönünde hareketleri değişmez ama alana dik yönde dönme hareketi yaparlar.
Füzyon reaktörlerinin çoğu işte bu özelliği kullanır, plazmayı manyetik alan ile hapsederek duvarlarla temasını önleyecek şekilde tasarlanmıştır.[5]Bu tür tasarımlar “magnetic confinement- manyetik hapsetme” diye adlandırılır. Bir de “inertial confinement – eylemsizlikle hapsetme” diye adlandırılan tasarımlar söz konusu. Eylemsizlikle hapsetmede, içinde hidrojen izotopları olan bir kapsül güçlü laserler ile bombardımana tutulur, kapsülün yüzeyi hızla buharlaşırken iç kısmı aniden ve hızla çöker ve füzyon başlar.Bu yazıda da daha çok kullanılan ve daha çok ümit vadeden bu manyetik hapsetme teknolojilerine odaklanıyoruz.Prensipte plazmayı hapsedeceğimiz torus şeklinde bir manyetik alan oluşturursak plazmayı bunun içinde ısıtabilir, füzyon reaksiyonu başladığında da bu şekilde kontrol altında tutmaya devam edebiliriz. Fakat plazma halindeki maddenin kolektif davranışı son derece karmaşıktır ve dolayısıyla kontrol işi de o kadar kolay değildir.
Füzyon pratikte bir temel fizik problemidir
Enerji amacıyla füzyon çalışmaları, tümüyle teknolojik bir problem olarak görünse de, hem tarihsel olarak hem de önüne çıkan teknik problemlerin çözümlerinin, hatta bazen anlaşılmasının zorluğu sebebiyle pratikte bir temel fizik problemidir. Plazma fiziği temel bilim açısından oldukça karmaşık ve zor problemlerden oluşur. Örneğin tokamaklarda temel amaçlardan biri, ısıyı mümkün olduğu kadar aparatın orta kısmında yoğunlaştırıp, duvarlardan uzak tutmaktır. Bu, homojen olmayan bir sıcaklık dağılımına yol açar. Homojen olmayan sıcaklık dağılımı da plazmanın içinde salınım ve benzeri rasgele haraketler oluşturur; buna türbülans diyoruz. Bu hareketler de sonuç olarak plazmaya sağlanan ısının duvarlara doğru kaybedilmesine neden olur. Türbülans sebebiyle ısı yayılımı (turbulent heat transport) diye adlandırdığımız bu fenomenin tarifi veya hesaplanması son derece karmaşıktır. Bu sebeple plazma türbülansı tümüyle ayrı bir çalışma alanı haline gelmiş ve ayrı bir teorik disiplin olmuş durumda. Bu disiplinin füzyon dışında uygulama alanları da pek çok; örneğin Güneş rüzgarı, detayları farklı da olsa, bu tarz bir türbülansı beraberinde getiriyor. Ya da astrofiziksel nesnelerde plazma türbülansı pek çok olguyu açıklamak amacıyla kullanılıyor. Bu tarz türbülansı en detaylı şekilde inceleyen bilim insanları da genelde füzyon alanında çalışan teorik fizikçiler.
Basit nötr sıvı ve gazlarda bile türbülans bugün bilimin çözemediği en önemli problemler arasında. Nobel ödüllü ünlü fizikçi Richard Feynman türbülans için “klasik fiziğin, çözülememiş en önemli problemidir” demiştir. Bu iki konuda da çalışmış olan ünlü fizikçi Werner Heisenberg’in “Ölüp tanrıya kavuştuğumda ona soracağım iki soru olacak: Neden görelilik? Ve neden türbülans? Eminim birincisine bir cevabı olacaktır.” dediği iddia edilir. Plazma türbülansı normal gaz türbülansından da daha zor bir konudur çünkü normal gaz türbülansının elektromanyetik alanlarla etkileşmesiyle çok daha kompleks bir yapıya bürünmesi durumudur. Plazma türbülansı için kullanılan denklemler tümüyle basitleştirilip bütün kinetik etkiler, elektrik ve manyetik salınımlar yok varsayıldığında (ki gerçekçi bir plazma bundan çok daha karmaşıktır) sıvı ve gazların dinamiğini tarif eden Navier-Stokes denklemleri elde edilir. Plazma fiziği için gerçekçi olmayacak derecede basit bir formülasyon olan bu denklemler bile henüz çözülememiştir. Bu denklemlerin çözümü veya yalnızca sonlu zamanda tekillik oluşturduğunun tartışmasız ispatı Clay Matematik Enstitüsü tarafından belirlenen “milenyum ödülü” denilen ve çözümüne 1 milyon dolar verilen problemlerden birisi.
Füzyon reaktörlerinde yakıt
Füzyon yakıt olarak hidrojenin izotoplarını kullanır. En verimli reaksiyon olan D-T reaksiyonundaki izotoplardan döteryum, doğada (mesela deniz suyunda) bulunan hidrojen atomlarının içinde %0,016 oranında bulunuyor, yani enerji amacıyla kullanılarak bitmeyecek kadar çok var.[6]What is deuterium? International Atomic Energy Agency, https://www.iaea.org/newscenter/news/what-is-deuterium, Erişim: Mayıs 2025.
Trityum ise şu an için sadece yüksek seviye nükleer silahlar için kullanıldığından dolayı edinmesi oldukça karmaşık ve pahalı bir madde. Dünya’nın sivil trityum kaynakları 25 kg civarında ve neredeyse tümü, Kanadalılar tarafından 50’lerde ve 60’larda yapılan daha sonra Romanya, Güney Kore vs. gibi başka ülkelerin de inşa ettiği CANDU tipi ağır su kullanan nükleer santrallerde yan ürün olarak ortaya çıkıyor.[7]Tritium Breeding, Korea and Europe enter partnership, ITER website, https://www.iter.org/node/20687/korea-and-europe-enter-partnership Kanada ise bu santralleri kapatmayı planlıyor. Yani, füzyon ile enerji üretiminin önündeki en büyük engellerden biri de teknik problemler çözüldükten sonra, trityuma ulaşım olacak. Ancak füzyon reaktörlerinin ticari hale gelmesiyle trityum üretiminin büyük oranda ucuzlaması ve trityumun ulaşılması kolay hale gelmesi umuluyor.
Bu sebeplerle ve ortaya çıkan enerjinin daha düşük olması dolayısıyla kontrolünün kolaylığı nedeniyle şu an deneysel amaçla yukardaki denklemle verilen D-T nükleer reaksiyonu yerine, iki döteryumun kaynaşmasına dayanan D-D reaksiyonu kullanılmakta.
Denklemde de görüldüğü üzere bu reaksiyonun yan ürünleri bir trityum ve bir serbest protondur. Şu an araştırma merkezlerinde füzyon için kullanılan D-D reaksiyonu, trityum üretmek için de kullanılabilir.
Nükleer santrallerle karşılaştırırsak, fisyon için kullanılan ve sınırlı bir kaynak olan uranyum rezervleri 2020 itibariyle, bir kısmını çıkarmak çok pahalıya malolacak şekilde 8 milyon ton civarında.[8]List of countries by uranium reserves, https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_uranium_reserves, Erişim: Mayıs 2025 1 GW bir nükleer santralı bir yıl boyunca çalıştırmak için 20-40 kiloton arası uranyum madeni yaklaşık 28 ton uranyum yakıtına dönüştürülüp kullanılıyor ve sonuçta bunun %3’ü kadarı yani 800kg soğutma ve özel saklama gerektiren yüksek radyoaktif atık üretiliyor.[9]Nuclear Energy Factsheet, University of Michigan, Center for Sustainable Systems, https://css.umich.edu/publications/factsheets/energy/nuclear-energy-factsheet Buna karşı eğer çalışan bir füzyon reaktörü yapmayı başarırsak 1GW için yılda 56 kg trityum gerekecek. Yeterli trityum kaynağı sağlayabilirsek çıkan atıklar reaktör alanında bir havuzda depolanabilecek boyutta olup büyük oranı reaktör kapandığında radyoaktifliğini çoktan kaybedecek türden olacak.
Dünyanın enerji ihtiyacını karşılamak için füzyona ihtiyacımız var
Bugün kullandığımız her tür “enerji” aslında Güneş’in çekirdeğinde iki protonun birleşmesiyle başlayan, proton zinciri denilen bir füzyon reaksiyonuyla üretilmiş, birçok farklı süreçten geçerek ve farklı şekillerde depolanarak bize ulaşırken, her aşamada verimini biraz daha kaybetmiş enerjidir. Örneğin rüzgâr, Dünya’ya düşen güneş enerjisinin Dünya’nın atmosferinin her tarafını eşit olarak ısıtmaması sebebiyle oluşan hava haraketleridir. Fosil yakıtlar güneş enerjisini fotosentez yoluyla kullanarak büyümüş, veya bunları yiyerek beslenmiş biyolojik organizmaların ve bunların atıklarının milyonlarca yıl içinde fosilleşmiş halleridir. Dolayısıyla, füzyon reaksiyonunu dünyada kontrol altında yapabilirsek enerji üretimi için en verimli yöntemlerden biri olacak, özelikle ürettiğimiz enerjiyi hemen kullanırsak.
Tabii füzyonla enerji üretimiyle, rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerjileri, hatta karbondioksit salınımı sıfır olması açısından temiz enerji olarak değerlendirebileceğimiz nükleer enerjiyi rekabet içinde düşünmemek gerekli. Zira enerji kullanımı insanlığın refah düzeyinin belki de en net belirleyici göstergelerinden birisi. Toplumdan topluma farklılık gösterse de, mesela Amerikalılar büyük arabaları, büyük evleriyle ulaşım ve ısıtmaya daha fazla enerji harcarken veya Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler sahip oldukları petrol yüzünden refahı fazla artırmadan ya da daha doğrusu düzgün şekilde paylaştırmadan, çok fazla enerji tüketebilmekteyken, mesela Japonlar veya Avrupalılar daha verimli teknolojileri tercih etmişler. Ancak fakirlik içinde yaşayan dünya nüfusunun yarısının, Avrupa/Japonya’nın, hadi bilemedin Türkiye/Yunanistan’ın refah seviyesine gelmesi için bile dünyanın toplam enerji tüketiminin ikiye veya üçe katlanması gerekiyor. Yani bütün enerji türlerini kullandığımız durumda bile, herkesin insan gibi yaşayabilmesi için füzyona hâlâ ihtiyacımız var.
Yazının ikinci bölümünde füzyonun tarihçesini ve günümüze kadar olan gelişmeleri okuyabilirsiniz.
Bu tür tasarımlar “magnetic confinement- manyetik hapsetme” diye adlandırılır. Bir de “inertial confinement – eylemsizlikle hapsetme” diye adlandırılan tasarımlar söz konusu. Eylemsizlikle hapsetmede, içinde hidrojen izotopları olan bir kapsül güçlü laserler ile bombardımana tutulur, kapsülün yüzeyi hızla buharlaşırken iç kısmı aniden ve hızla çöker ve füzyon başlar.
Ayşe Betül Çelik’le yaptığımız “Meraklısına Bilim” söyleşisinde bir araştırma alanı olarak çatışma çözümü süreçlerini, süreçlerde öne çıkan kavram ve araçları, Türkiye’deki süreci konuştuk.
Moderatör: Defne Üçer-Şaylan
Ayşe Betül Çelik halen Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi ve İstanbul Politikalar Merkezi çatışma çözümü konularında kıdemli araştırmacı görevlerini sürdürüyor. Başlıça araştırma konuları çatışma çözümü, Kürt sorunu, zorunlu göç, sivil toplum ve barış inşası ile toplumsal cinsiyet barış inşası yöntemleri.
Betül Çelik’in kaleme aldığı Kasım 2024’te Barış Vakfı Yayınları’ndan çıkan rapora bu adresten ulaşabilirsiniz.
1 Haziran saat 22.00, 15 Haziran saat 21.00, 30 Haziran saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümünü gösteren gökyüzü haritası
Gökyüzü yaz aylarında diğer mevsimlere göre daha zengindir. Çünkü Samanyolu kuşağının en kalabalık bölgesi olan merkez bölgesi gökyüzünde yükselmeye başlar. Bu bölge yıldızlar, yıldız kümeleri ve bulutsular bakımından gökyüzünün en zengin bölgesidir. Bu durum, ışık kirliliğinin olmadığı bir yerden çıplak gözle bile fark edilir. Samanyolu’nun merkezi güneyde, Akrep ve Yay takımyıldızlarının bulunduğu bölgededir.
Haziran’da akşam hava karardıktan sonra Akrep Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı olan Antares’i güneydoğu ufku üzerinde görebiliriz. Antares gökadamızdaki en parlak ve en büyük yıldızlardan biridir. Güneş’ten yaklaşık 10.000 kat daha fazla ışık yayar. Akrep Takımyıldızı’nın tamamını görmek için geceyarısını beklemek gerekir. Bu sırada, Yay Takımyıldızı da doğmuş olur. Samanyolu’nun merkezi, bu iki takımyıldızın bulunduğu bölgede yer alır.
Hava karardıktan sonra tam güneye bakarsak karşımızda parlak beyaz bir yıldız görürüz. Bu, Başak Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı olan Spika’dır. Spika’yı bulduktan sonra takımyıldızın geri kalanı da bulunabilir ancak pek belirgin bir takımyıldız olmadığından bu zor olabilir. Başak Takımyıldızı’nın bulunduğu bölge ve çevresi Samanyolu Kuşağı doğrultusundan uzak olduğu için bu bölgede amatör gözlemcilerin ilgisini çeken yıldız kümesi ve bulutsu bulunmaz. Buna karşın bu bölge, kuşaktaki gaz ve tozdan en az etkilenen bölgelerden biri olduğundan evrene açılan bir pencere gibidir. Burada Başak Gökada Kümesi’ne ait pek çok gökada yer alır. Bu gökadaların bazısı küçük bir teleskopla da seçilebilir.
Sombrero Gökadası olarak da bilinen M104, Başak Takımyıldızı’nda yer alan gökadalardan biridir. (Fotoğraf: Alp Akoğlu)
Güneyde, Başak’ın en parlak yıldızı Spika’nın sağ altında yer alan Karga Takımyıldızı, çok parlak yıldızlardan oluşmasa da birbirine yakın parlaklıkta yıldızların oluşturduğu küçük dörtgen şekli sayesinde kolayca tanınır.
Güneye bakarken başımızı kaldırdığımızda, Spika’dan çok daha yukarıda yaz gökyüzünün en parlak yıldızı olan Arkturus’u görürüz. Arkturus bu dönem gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. İçinde bulunduğu takımyıldız olan Çoban da başucuna, yani gökyüzünde tam tepeye ulaşır. Çoban’ın şekli bir dondurma külahına benzetilebilir. Arkturus bu külahın sivri ucunu simgeler. Arkturus’un parlak kırmızımsı rengi ve bu dondurma külahına benzeyen şekli sayesinde takımyıldızı gökyüzünde tanımak kolaydır.
Samanyolu Kuşağı’nın merkezi güneydoğudan yükselirken, kuşak buradan başlayarak doğu ufkunu tümüyle kaplar, hatta kuzeye kadar uzanır. Doğuya dönersek, sağımızda Vega’nın kuzeydoğu ufku üzerinde yer aldığını görebiliriz. Yaz üçgeninin köşelerinden birini oluşturan Vega tüm gökyüzünün beşinci, yaz gökyüzününse ikinci parlak yıldızıdır. Yaz gökyüzündeki en parlak yıldız olan Arkturus’la parlaklıkları neredeyse aynıdır. Vega aynı zamanda Lir Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıdır. Lir, gökyüzündeki en küçük takımyıldızlarından biridir. Takımyıldızın geri kalanını Vega’nın hemen altında, baklava şekli sayesinde tanımak mümkün.
Yaz üçgeninin bir diğer köşesini oluşturan Deneb, Vega’dan kısa bir süre sonra tam doğudan, Vega’nın solundan yükselmeye başlar. Deneb, Kuğu Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıdır ve kuğunun kuyruğunu simgeler. Kuğu, çok parlak yıldızlardan oluşmasa da kolay tanınan takımyıldızlardan biridir. Uzun boynu ve yanlara açılmış kanatlarıyla gökyüzünde uçan bir kuğuyu simgeler.
Kartal Takımyıldızı’nın en parlak yıldız olan Altair, üçgenin köşelerinden birini oluşturur. Altair, Vega ve Deneb’den yaklaşık bir saat sonra doğu ufkundan yükselmeye başlar. Arapça kökenli bir sözcük olan Altair uçan kartal anlamına gelir.
Kuzeye döndüğümüzde, eğer ufkun üzeri açıksa burada Kraliçe Takımyıldızı’nı tam ufkun üzerinde, yılın en alçak konumunda görebiliriz. Takımyıldızı W şekli sayesinde tanımak kolaydır. Kutupyıldızı ve Küçük Ayı Takımyıldızı onun üzerinde yer alır. Büyük Ayı, geçtiğimiz ay gökyüzündeki en yüksek konumundaydı, bu ay da yaklaşık bu konumunu koruyor.
Bu ay en iyi konumunda olan takımyıldızlardan biri de Ejderha’dır. Küçük Ayı, Kuğu, Lir, Çoban ve Büyük Ayı takımyıldızlarının arasında bulunan bu takımyıldız Küçük Ayı’yı sarıyor gibi görünür. Parlak yıldızlardan oluşmadığı için gökyüzünde bulması biraz zor olsa da bir kez tanıdıktan sonra onu gökyüzünde bulmak çok daha kolay olacaktır. Ejderha’yı gökyüzünde bulurken, onun başını oluşturan dörtgenden başlamak en iyisidir. Bu dörtgeni bulmak içinse, Küçük Ayı’nın kepçesinin kenarını oluşturan yıldızlarla Vega’nın arasına bakmak yeterlidir.
Hava karardığında Aslan Takımyıdızı batı ufku üzerinde yer alır. Regulus, takımyıldızın en parlak yıldızıdır. Aslan’ın başı, Regulus’la birlikte ayna tersliği olan bir soru işaretine benzer. Bu şekilde onu kolayca tanımak mümkündür.
Ayın başlarında kış gökyüzünden kalan son parlak yıldızları batı ufkunun üzerinde görebiliriz. Kış üçgeninin köşelerinden birini oluşturan Prokyon tam batı ufku üzerinde yer alır. Prokyon’un sağ üzerinde İkizler’in iki parlak yıldızı Polluks ve Kastor, onların sağında da parlak beyaz görünümüyle Kapella dikkati çeker. Bu parlak yıldızlar havanın kararmasıyla birlikte batarlar.
Haziran’da Gezegenler
Merkür ay boyunca akşam gökyüzünde, batı ufku üzerinde yer alacak. Ayın ilk haftası ufka çok yakın olacağından görülmesi çok zor ancak sonrasında günbatımından yaklaşık bir buçuk saat sonrasına kadar gökyüzünde kalacak. Gezegeni özellikle ayın ortalarından sonra akşam alacakaranlığı sona ermeden batı ufkunda görmek mümkün. Gezegen 27 Haziran’da Ay’la yakın konumda olacak.
Venüs sabah gökyüzünde yükselmiş durumda, gündoğumundan önce doğuda iyice yükselmiş oluyor. Gökyüzündeki en parlak gezegen olduğundan tanınması çok kolay. 22 Haziran’da Ay ve Venüs yakın konumda olacaklar.
Mars, Jüpiter’in hava kararmadan batmasıyla birlikte akşam gökyüzündeki tek gezegen oluyor. Gezegen hava karardıktan sonra güneybatıda, yüksekte yer alıyor ve geceyarısı civarı batıyor. Mars ay süresince yavaşça doğuya doğru hareket ediyor. Bu hareketi sonucunda gezegen ayın ortalarında Aslan’ın en parlak yıldızı Regulus’la çok yakın konumda gelecek. 6 ve 29 Haziran’da Ay ve Mars yakın konumda olacak.
Jüpiter bu ay sabah gökyüzüne geçiyor. Gezegen ayın ortalarına kadar akşam gökyüzünde olsa da güneş battıktan kısa bir süre sonra battığı için görülmesi zor. Gezegeni sabah gökyüzüne geçmeden görmek isteyen gözlemciler ayın ilk günlerinde günbatımından kısa bir süre sonra batı ufku üzerine bakabilirler.
Satürn sabah gökyüzünde, gündoğumundan önce iyice yükselmiş oluyor. Gezegen önümüzdeki aydan itibaren geceyarısından önce doğmaya başlayacak. 19 Haziran’da Ay ve Satürn yakın konumda olacaklar.
“Işık bolluğu, köşedeki meyhanenin önünde doruk noktasına çıkarak düpedüz bir kötülük düzeyine ulaşıyordu.”
Joseph Conrad (Polonya asıllı İngiliz yazar) 1907 yılında basılan Casus isimli kitabında yazmış bu cümleyi.[1]Çeviren: Ünal Aytür. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Modern Klasikler Dizisi, 2009. Görünen o ki, yapay ışık, gece şehir aydınlatmaları hayatımıza girdiğinden beri canımızı yakıyor ve hatta düpedüz “kötülük” seviyesinde hayatımızda yer alıyormuş! Zamanla bunu unutup bir sorun olmadığını düşünmüş olmalıyız ki modern hayatın bir göstergesi olarak sürekli daha fazlasını yapmış ve Conrad’ın ifadesiyle “kötülük” düzeyini ısrarla artırmışız. Son kırk yılda ise geçtiğimiz yüzyılda ne yaptığımızı biraz da olsa fark edip bu kontrolsüz gelişmeyi bir sorun olarak tanımlamış ve buna da ışık kirliliği demişiz. Yani, ismi yeni konmuş olsa da sorun eski! Hayatın içinden çıkan eski metinlerin bir de böyle can yakıcı bir farkındalık yaratma etkisi var işte.
Işık kirliliği hakkında Sarkaç’ta yayınlanan “Işık Kirliliği Nedir?” başlıklı yazıyla konuya tanımsal bir giriş yaparak, konunun temel bileşenlerinden bahsedilmişti. Sonraki yazıda “Bu Kadar Işığa İhtiyacımız Yok!” diyerek bakış açısı biraz değiştirilmiş ve ısrarla unuttuğumuz sorunu yaratan kaynağa bakmanın önemine dikkat çekilmişti. Bu yazı dizisinde ise, ışık kirliliği çalışmalarında yeni alanların açılmasını ve konunun sınırlı çerçevesinin genişlemesini sağlayacak yeni kavramlara yer verilecek. Bu yaklaşım, ana ekseni doğa bilimlerinden bir nebze kaydırarak sosyoloji, psikoloji ve antropoloji gibi beşerî bilimler perspektifine yaklaştırmayı hedefliyor. Ele alınacak konular hem farkındalık yaratmak hem de genç akademisyen ve araştırmacılara, bu alanda çalışılmayı bekleyen özgün konular ve uzmanlık alanları için yeni fikirler sunmak açısından önemli olacaktır.
Aslında üzerinde durulabilecek pek çok konu var. Ancak burada, ışık kirliliğinin son yıllarda gündeme gelen yeni yönlerinden, kendimce önemli bulduğum başlıklardan bahsetmek istiyorum. Ayrıca, ışık kirliliği perspektifinden ele alındığında tartışmaya değer, geliştirilmesi gereken bazı kavramlara da kısaca değineceğim. Ne var ki, ele alınacak konuların neredeyse tamamı bir şekilde birbirine bağlı. Bu nedenle, yazılanların bütünlük içinde değerlendirilmesi, yeni bir bakış açısı geliştirebilmek için kritik önem taşıyor. Yazıların okuyucuda çağrışım yaparak yeni kapılar açması ise en büyük beklenti! Önemli olan, bu kritik konuda aynı yerlerde takılıp kalmaktan kaçınmak, biraz büyümek. Zira, “ışık kirliliği nedir” sorusunun ötesine geçeli çok oldu!
Öyleyse, eski metinlerden bir alıntı daha yaparak, bahse değer ilk kavramımıza doğru yola koyulalım… Sabahattin Ali, 1940 yılında yazdığı “İçimizdeki Şeytan” romanında şöyle diyor;
“… Anadolu yakasının nispeten fakir ışıklarına karşı Beyoğlu ve İstanbul taraflarında soluk kırmızı noktalar hemen hemen hiç boş yer bırakmamışlardı. Bu noktalardan gökyüzüne doğru adeta aydınlık bir sis yükseliyordu. Asıl rengini belli etmeyen denizi üç dört taraftan saran ve kocaman bir ateşböceği yığınına benzeyen şehir sanki gündüzkinin iki misli büyümüştü.”
Büyükşehirde yaşayan bir genç, yıllardır yaratmaya çalıştığımız ışık kirliliği konusundaki farkındalık arttırıcı çalışmaları duymamış olduğunu varsayarsak ki muhtemeldir, Ali’nin bu cümlelerini okuduğunda ne düşünür? Bırakın yığınını, doğal ortamında bir tane bile ateşböceği görmemiş olması kuvvetle muhtemel olan şehirli genç, ustanın metniyle, Conrad’ın bahsettiği “kötülük düzeyi” arasında bir ilişki kurar mı, ya da kurabilir mi? Soruların cevabını vermiyormuş gibi yapıp konuya yeni bir yerden bağlanalım: Nesillerarası Çevresel Hafıza Kaybı.[2]“Environmental Generational Amnesia, EGA”
Nesillerarası Çevresel Hafıza Kaybı
Bu kavram kısaca, insanların çevresel değişiklikleri, özellikle de bozulmaları fark etmeme eğiliminde olduğunu ifade eder. Her yeni nesil, içinde bulunduğu çevre koşullarını norm olarak kabul eder ve bu nedenle, geçmişteki daha sağlıklı veya daha bozulmamış çevre koşullarını hatırlamaz, bozulmaları normalleştirir. Bu durum, çevreye verilen zararın daha az fark edilmesine ve çevre koruma çabalarının gecikmesine neden olabilir. Her yeni nesille birlikte, “normal” olarak algılanan çevresel koşullarda sürekli olarak yaşanan gerileme, “değişken ana hat sendromu” olarak tanımlanır.[3]“Shifting baseline syndrome” Böylece, küresel ölçekte uzun vadeli çevresel değişimlerin gerçek büyüklüğü doğru değerlendirilemez.
Kavramları daha iyi anlamak için biraz çıkış noktalarına bakarak konuyu derinleştirmeye çalışalım. Nesillerarası çevresel hafıza kaybı (NÇHK), Peter Kahn’ın[4]Vaşington Üniversitesi, Psikoloji Bölümü. İnsan-Doğa ve Teknolojik Sistemler Etkileşimi (Human Interaction with Nature and Technological Systems, HINTS) Laboratuvarı müdürü. 1995 yılında ilköğretim çağındaki çocuklarla yaptığı deneyler sonrasında ortaya çıkmış bir kavram.[5]P. H. Kahn, T. Weiss, “The Importance of Children Interacting with Big Nature”, Children, Youth and Environments, 27(2): 7-24 (2017)[6]P. H. Kahn, “The human relationship with nature: Development and culture”. Cambridge, MA: MIT Yayınları (1999).Amerika Birleşik Devletleri’nin en kirli şehirlerinden birisi olan Houston’da yapılan ve “Houston Çocuk Çalışması”[7]“The Houston Child Study” olarak anılan bu araştırmada, çocukların su, hava ve çöp kirliliği olmak üzere üç farklı kirlilik türü hakkında ne kadar bilgi sahibi oldukları inceleniyor.[8]P. H. Kahn, “The human relationship with nature: Development and culture”. Cambridge, MA: MIT Yayınları (1999). Amaç, genel çerçevesiyle kirlilik kavramını anlayan çocukların, aynı zamanda kendi şehirlerinde bu tür kirliliklere doğrudan maruz kaldıklarını düşünüp düşünmediklerini değerlendirmek. Elde edilen bulgular ilginç: Çocukların %60’ı hava kirliliğinin ne olduğunu genel olarak anlıyor, ancak sadece %36’sı kendi şehirlerinde hava kirliliğiyle karşılaştıklarını düşünüyor. Benzer şekilde, %73’ü genel olarak su kirliliğinin ne olduğunu anlarken, yalnızca %28’i kendi şehirlerinde su kirliliği olduğuna inanıyor. Son olarak, çocukların %57’si fazla çöp ve atık problemi hakkında bilgi sahibi, ancak sadece %29’u kendi şehirlerinde bu problemle karşılaştıklarını düşünüyor. Bu bulgular sonrasında sorulacak soru açık: Çocuklar nasıl olur da su, hava ve çöp kirliliği hakkında genel bir anlayışa sahip olup kendi şehirlerinin kirliliğinin farkında olmazlar?
Kahn bu soruya cevap ararken, çocukların kirlilikle ilgili anlayışlar geliştirebilmesi için, daha az kirlenmiş yerleri deneyimlemeleri gerektiğini söyler; aksi halde, onların gözünde mevcut kirlilik miktarı kirlilik değil, yalnızca bir norm olarak kabul edilir. Benzer şekilde, nesilden nesile çevresel bozulmanın arttığını, ancak her neslin gençlik döneminde kendi kirlilik seviyesini norm, yani kirlenmemiş bir durum olarak alma eğiliminde olduğunu savunur. Aslında Houston çalışmasındaki çocuklarda gözlenen şeyin, tüm nesilleri etkileyen aynı türden bir psikolojik durum olabileceğini belirterek bunu NÇHK olarak tanımlar.
Kişisel tecrübelerinizi bir düşünün. Bugün deneyimlediğiniz doğal çevreyi genellikle çocukluk yıllarınızdakiyle karşılaştırırsınız ve büyük olasılıkla her seferinde çevrenin kötüye gittiğini fark edersiniz. Çevresel bozulmayı değerlendirmek için kullandığınız bu referans noktası, aslında sizin normlarınızı belirlemiştir. Sorun şu ki, bozulmuş olarak gördüğünüz bugünkü çevre, sizden sonraki nesiller için yeni bir norm haline gelmiş ve onlar da kendi karşılaştırmalarını bu norm üzerinden yapmaktadırlar. İşin kötü yanı, bu durumu doğrudan ve deneyimsel bir şekilde anlamakta zorlanıp meydana gelen zararları ya da kaybettiğimiz faydaları tam anlamıyla fark edemeyebiliriz.
Azalan doğa deneyimi
Araştırmalar (giderek artan bir korelasyonla), kentleşmenin depresyon dahil olmak üzere artan ruhsal hastalık seviyeleriyle bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu bağlantının ardındaki mekanizmalar tam olarak bilinmese de kent yaşamının insanın doğayla etkileşimini azaltmış olması (“azalmış doğa deneyimi”) olası bir açıklama olarak değerlendirilmektedir. Bu doğrultuda, kentleşmiş bölgelerde doğaya erişimin ruh sağlığını iyileştirebileceği düşünülmektedir. Yapılan bir çalışma, 90 dakikalık doğa yürüyüşünün, kentsel ortamda yapılan yürüyüşe kıyasla, tekrarlayıcı olumsuz düşünceleri (ruminasyon) azalttığını ve beynin ruhsal hastalıklarla bağlantılı olan bölgesinde[9]Subgenual prefrontal korteks: duygusal düzenleme ve ödül mekanizmalarında rol oynayan beyin bölgesi. nöral aktiviteyi düşürdüğünü gösteriyor.[10]G.N. Bratman, J.P. Hamilton, K.S. Hahn, G.C. Daily, & J.J. Gross, “Nature experience reduces rumination and subgenual prefrontal cortex activation”, Proc. Natl. Acad. Sci. U.S.A. 112(28) 8567-8572, (2015).2023 yılında yayınlanan başka bir çalışma, yeşil alanlara daha fazla maruz kalmanın genetik yaşlanmayı yavaşlatabileceğini gösteriyor.[11]K. Kim, B. T. Joyce, D. R. Nannini, Y. Zheng ve ark., “Inequalities in urban greenness and epigenetic aging: Different associations by race and neighborhood socioeconomic status”, Sci. Adv.9, eadf8140 (2023). Aynı çalışmada ayrıca bu etkinin ırk, cinsiyet ve sosyoekonomik duruma göre değişkenlik gösterdiği de belirtiliyor. Çok yeni yayınlanan (Mart 2025), Almanya’da farklı yaş gruplarıyla yapılan çalışma ise, yeşil alanları ziyaret sıklıkları benzer olmasına rağmen, (i) türleri tanıma becerileri, (ii) doğa ile ilişkililik ve (iii) doğaya karşı korumacı davranış niyetlerinin yaşça büyük gruplardan gençlere doğru azaldığını gösteriyor.[12]T. M. Straka, C. Glahe, U. Dietrich, M. Bui, I. Kowarik, “From nature experience to pro-conservation action: How generational amnesia and declining nature-relatedness shape behaviour intentions of adolescents and adults”, Ambio (2025). Benzer bulgular sunan yayınlanmış çok sayıda araştırma/çalışma var.
Işık kirliliğini anlamak neden önemli?
Işık kirliliğinden konuşmak isterken örnek olarak verdiğimiz bu çalışmalardan bahsetme sebebimizi özetleyerek yazıyı biraz toparlamaya çalışalım: Biyolojik çeşitliliğe sahip doğal bir dünyayla etkileşmek, sadece fiziksel sağlığımız için koşullar yaratmakla ilgili değildir; aynı zamanda psikolojik iyilik halimiz, gelişimimiz ve bizi insan yapan çok çeşitli duygularımız için de önemlidir. Bugün biliyoruz ki insanlık, biyolojik çeşitlilik kriziyle yüz yüze ve ışık kirliliği de bunun bir parçası. NÇHK muhtemelen bu krizin çözümü için harcanan çabayı tehdit ediyor. Çünkü, genç nesiller arasında doğa bilgisi, deneyimi ve katılım azalmaktadır. Azalmış doğa deneyiminin ortadan kaldırılması, NÇHK’nin etkilerine karşı koymanın bir yolu olarak önerilmektedir. Bu, doğayla daha güçlü bağlar kurarak çevre bilincini geliştirmeyi ve doğaya hak ettiği saygıyı göstermeyi beraberinde getirir. Amaç, zaman içinde çevresel bozulmayı unutma döngüsünü kırmaktır! Bugün bizi biz yapan unsurların büyük bir kısmı insanın gökyüzüyle kurduğu ilişkinin sonucudur. Eğer insanlar araya çekilen bir perde nedeniyle gece gökyüzünü yani evrene açılan pencereden yıldızları görememiş olsalardı, bugün insanlık tarihini oluşturan şeylerin hiçbiri olmayacaktı! Edebiyat, felsefe, bilim, din – hepsi gece gökyüzünü anlamakla bağlantılı. En azından şimdiye kadar öyleydi ama görünen o ki yeni nesiller artık bunu anlayabilecek durumda değil.
Tüm bunların hayata geçmesi toplumsal farkındalığın artması ve bilimsel olarak tanımlanmış çözüm yollarını açan kamu politikalarıyla olacaktır. Elinde imkân varken ve çok erkenden önemli adımlar atabilecekken Türkiye, maalesef ışık kirliliği konusunda ülke hafızasına neredeyse hiçbir kayıt yapmadan yol alıyor. Maalesef, toplumsal hafızasızlık konusunda sicili kabarık bir ülkeyiz. Uzun yıllardır ısrarla yürütülen çalışmalar, ülkenin kural koyucularını, kanun yapıcılarını ikna edemediği için, ışık kirliliği konusunda yasa ve yönetmeliği olmayan bir ülke Türkiye. Ama yine de uzun zamandır süregeldiği gibi bu hafızayı canlı tutmaya çalışanlar var ve uğraşıyorlar.[13]B. Aslan, “Işığın Kirli Yüzü: Işık Kirliliği”, Ankara Dayanışma Akademisi, 2019[14]Z. Aslan, “IŞIK KİRLİLİĞİ – Teknolojinin Yanlış Uygulamaları ve Türkiye’de Işık Kirliliği Çalışmaları”, Nobel Akademik Yayıncılık, 2024 Hayata ister insan merkezci (insanı koruyarak), ister doğa merkezci (doğayı koruyarak) bir yaklaşımla bakın, fark etmez; ışık kirliliği kavramının farklı yönleriyle yüzleşmek zorundayız. Bu yazıda bahsettiğimiz kavramlarla birleştirerek ışık kirliliği çalışmalarına yeni bir yön vermenin hem mümkün hem de gerekli olduğunu düşünüyorum. ‘Işık kirliliği konusunda öğrenme deneyimleri aracılığıyla nesillerarası çevresel hafıza kaybını anlamak’ gibi bir çalışma, araştırma tasarlayıp yapılabilir. Farklı yaş grupları için karanlık algısının ne olduğu, neyi karanlık olarak tanımladıkları, bu olguyu nasıl tecrübe ettikleri araştırılabilir. Farklı uzmanlık alanlarından kişilerin bu başlık altında biraz düşünmesi kim bilir daha neler ortaya çıkaracaktır. Önceki nesillere kıyasla neredeyse her zaman yoksullaştırılmış durumda olan çevre nedeniyle karanlığın tanımı daha fazla değişmeden (“kaybolmadan” mı demeliyim?) önlem almak, çözümünün parçası olmak lazım!
Sonraki yazılarda, ışık kirliliğini farklı perspektiflerden ele almaya devam edeceğiz. Toplumsal cinsiyet eşitliği, ışık adaleti ve kamu güvenliği açısından ışık kirliliğini değerlendirecek, ayrıca insani değerler bağlamında karanlık gökyüzünün önemini vurgulayacağız.
Bülent Aslan
Vaşington Üniversitesi, Psikoloji Bölümü. İnsan-Doğa ve Teknolojik Sistemler Etkileşimi (Human Interaction with Nature and Technological Systems, HINTS) Laboratuvarı müdürü.
K. Kim, B. T. Joyce, D. R. Nannini, Y. Zheng ve ark., “Inequalities in urban greenness and epigenetic aging: Different associations by race and neighborhood socioeconomic status”, Sci. Adv.9, eadf8140 (2023).
T. M. Straka, C. Glahe, U. Dietrich, M. Bui, I. Kowarik, “From nature experience to pro-conservation action: How generational amnesia and declining nature-relatedness shape behaviour intentions of adolescents and adults”, Ambio (2025).
L. P. Jones, S. T. Turvey, D. Massimino, S. K. Papworth, “Investigating the implications of shifting baseline syndrome on conservation”, People and Nature, 2: 1131–1144 (2020).
R. Walshe, L. Law, N. Evans, “Understanding environmental generational amnesia through urban school garden learning experiences in Gimuy/Cairns, Australia”, Local Environment, 1–16 (2024).
Bilim Sohbetleri’nde siyaset bilimci Şebnem Gümüşçü’yle kutuplaşmayı, Türkiye’nin durumunu ve kutuplaşmayı azaltmak için etkili olduğu ölçülmüş yöntemleri konuştuk.
Şebnem Gümüşçü, Middlebury College öğretim üyesi. Gümüşçü’nun araştırmaları siyasi partiler, demokratikleşme, demokratik gerileme, siyasal İslam ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika siyaseti üzerine yoğunlaşıyor.
Moderatör: Defne Üçer Şaylan
Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Apaçık Radyo Bilim Sohbetleri arşivine buradan ulaşabilirsiniz.
17 Ağustos 1999 depreminden sonra yapılan bilimsel çalışmalar Marmara Denizi içerisinde gelecekte büyük bir deprem olma olasılığının yüksek olduğunu, buna karşılık nüfusun en yoğun olduğu ve ülke ekonomisinin can damarı sayılabilecek bu bölgedeki yerleşimlerin depreme dirençli olmadığını ortaya koymuştur.
Sadece Marmara çevresi değil tüm ülkedeki kentlerin deprem dirençli olmadığı daha önceki depremler yanı sıra son büyük deprem olan 6 Şubat 2023 depreminde de açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Geçmişten bu yana plansız ve çok hızlı biçimde büyüyen dirençsiz yapılar günümüzde baş edilmesi zor bir problemler yumağı halindedir.
Dirençsiz yerleşimlerde yaşayan ve sosyoekonomik yetersizliğin etkisi ile çaresizlik içerisinde olan çoğunluk, olası bir depremi önceden bilmek ve hiç değilse can kaybı olmadan atlatmak ümidini canlı tutmakta, depremin önceden bilinemeyeceği gerçeği bu ümidin arkasında kalmaktadır. Bu nedenle gelecek depremin nerede ve ne zaman olabileceği, ya da olup olmayacağı konusunda söylenen her söz toplumda karşılık bulmaktadır.
23 Nisan 2025 tarihinde Marmara Denizi içerisinde Silivri açıklarında meydana gelen Mw = 6,2 büyüklüğündeki deprem de olası büyük Marmara depremi ile ilgili olabileceği endişesi ile karşılanmış, önemli bir hasara neden olmayan bu depremden sonra daha büyük bir depremin olup olmayacağı ve olası etkileri tartışılmaya başlamıştır.
Bilim insanlarının uzmanlık alanları içerisinde toplumu bilgilendirmeleri onların görevleri içerisindedir. Ancak her depremden sonra olduğu gibi ekranlarda ve sosyal medyada başlatılan tartışmalar toplumu bilgilendirmekten çok bilgi kirliliği ve kaos ortamı yaratmıştır. Her deprem sonrası ortaya çıkan bu ortamın nedenleri aslında çok yönlüdür. Bunlardan sadece önemli görülenler aşağıda sıralanmıştır:
Deprem ile ilgili bilgiler topluma AFAD yanı sıra çok sayıda rasathane tarafından anlık olarak iletilmektedir. Yapılan ilk duyurular depremin yeri, büyüklüğü ve derinliği gibi bir kısmı sonradan revizyona tabi tutulabilen ilksel bilgilerdir. Bu duyuruyu alan medya kuruluşları hemen depremin nedenini ve olası etkilerini öğrenmek amacı ile bir uzmana (genellikle bir öğretim üyesi) başvurmaktadır.Bu uzmanlar tarafından verilen ilk yorum ve açıklamalar sadece anlık verilere dayandığından teyide muhtaçtır. Çünkü bu konudaki esas bilgiler rasathaneler ya da konunun uzmanları tarafından değerlendirilerek deprem olduktan ancak saatler, hatta günler sonra ortaya konulabilmektedir.
Depremde görüşlerine ilk başvurulan kişiler genellikle yerbilimciler, ya da yerbilimci sanılanlardır. Bunun olası nedeni depremin özelliklerine duyulan merak yanı sıra, yaşadığı yapının deprem dirençli olmadığının farkında olan, ancak bu konuda çaresiz olduğunu düşünen çoğunluğun, hasar oluşturabilecek yeni bir deprem olasılığı hakkındaki endişeleridir. Bu depremi bir şekilde atlatan kişi bir sonrakini haber almak ve belki de bundan anlık olarak kaçabilmek istemektedir. Ancak üzerinde yaşadığı Dünya’nın fiziksel özellikleri hakkında yeterince bilgilenmemiş kişilerin, ki eğitim sistemi nedeniyle büyük çoğunluk bu bilgilerden habersizdir, bir yerbilimcinin teknik açıklamalarını doğru olarak algılaması oldukça güç hatta çoğu zaman imkânsız olmaktadır.
Yerbilimleri (jeoloji, jeofizik, coğrafya vb) esasen tüm evren ile ilgilenen bir bilim dalı olduğundan 150’den fazla uzmanlık alanına sahiptir. Doğal olarak bir yerbilimcinin bu uzmanlıkların tümüne vakıf olması da beklenemez. Deprem ile ilgili uzmanlıklar bunlardan sadece birkaçıdır. Medya, uzmanlık alanını sorgulamaksızın yerbilimci olmasını yeterli gördüğü ya da yerbilimci sandığı kişilerden görüş almaktadır. Bazı kişiler görüş ve yorumlarını sosyal medyada da paylaşmaktadırlar. İzleyenlerin önemli bir kısmı ise edindiği bilgilerin ne uzmanı tarafından verildiğini bilmemekte ve sorgulamamaktadır. Böylece kişinin kamuoyu nezdindeki uzmanlık alanı bir bakıma medya tarafından belirlenmiş olmaktadır. Esasen konunun detaylarına vakıf olmayan bilim insanları, deprem gibi toplumun sağlığı ve güvenliğini etkileyen hassas bir konuda açıklama yaparken bu sınırları özellikle gözetmelidir.
Deprem konusunda yorum ya da görüş bildiren kişilerin uzmanlık alanlarının (örneğin yapısal jeoloji-tektonik veya sismoloji) yanı sıra araştırmalarının ve yayınlarının varlığı ile bu yayınların kalitesi de sorgulanması gereken önemli parametrelerdir.
Görsel ve yazılı medyada bilimsel haberleri kamuoyuna yansıtacak, bilim insanları ile toplum arasında köprü görevi üstlenecek Bilim Gazeteciliği’ne ihtiyaç vardır. Ayrıca bilim insanlarının popüler dergilerdeki etkinliği artırılmalı ve bu yönde teşvik edilmelidir.
Deprem, birçok uzmanlık alanını ilgilendiren çok disiplinli yapısının yanı sıra önemli oranda bilinmezlikler içermektedir. Bunun sonucu bilhassa geleceğe yönelik deprem söylemlerinin bir olasılık değil de kesin veri gibi algılanmasıdır. “Önümüzdeki 20 yıl içerisinde deprem olma olasılığı %40” gibi bir söylem bir olasılık hesabına, bu hesap da bir veriye ya da verilere dayanmaktadır ve güvenilirdir. Deprem için olasılık değeri olmadan verilen tüm tarihler ya da veriye dayanmayan kişisel görüşler yanıltıcı ve güvenilmezdir. Unutulmamalıdır ki depremin zamanını belirlemek mümkün değildir. Öte yandan verinin çok sınırlı olduğu deprem gibi konularda farklı kişilerin farklı yorumlarda bulunması da doğal karşılanmalıdır. Bilimin doğasında olan bu fikir çatışması yerbilimleri alanında çok daha fazla yaşanmaktadır. İzleyici yorumların hangi verilerden hareketle yapıldığını sorgulamalı ve hiçbir veriye dayanmayan yorumlar konusunda dikkatli davranmalıdır.
Depremler sonrası en yaygın tartışma konusu depremi yaratan fayların özellikleri ve bunların gelecekte yaratacağı olası depremlerdir. Böylece depremin daima tekrarlanan bir doğa olayı olduğu ve zarar azaltma çalışmaları ile gelişmiş ülkelerdeki gibi riskin düşürülebileceği gerçeği, topluma doğrudan bir yararı olmayan tartışmaların gerisinde kalmaktadır.
Düşünme, insan zihninin en temel işlevlerinden biridir ancak basit bir mantık yürütme mekanizmasına indirgenemez çünkü zaman zaman farklı işlevlere sahip olabilmektedir. Her gün aslında farkında olmadan iki temel düşünme biçimi arasında gidip geliriz: analitik (reflektif) düşünme ve sezgisel düşünme. Kabaca özetlersek, analitik düşünme, bilinçli çaba ve üst düzey dikkat gerektirirken, sezgisel düşünme hızlı, otomatik ve çaba gerektirmeyen bir süreçtir.
2025’in ilk aylarında yayınlanan kitabımız Reflection and Intuition in a Crisis-Ridden World: Thinking Hard or Hardly Thinking (Krizlerle Dolu Bir Dünyada Derin Düşünme ve Sezgi: Çok Düşünmek mi, Hiç Düşünmemek mi?), bu düşünce sistemlerinin nasıl çalıştığını, nerelerde işlevsel olduklarını ve nerelerde tökezlediklerini inceleyen temel ve güncel bir kaynaktır. Kitapta, analitik ve sezgisel düşüncenin evrimsel, sosyal ve bireysel boyutları ele alınarak, her iki düşünme biçiminin toplumsal krizlerle başa çıkma kapasitesi tartışılmaktadır. Daniel Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme[1]Kahneman, D. (2011) Hızlı ve Yavaş Düşünme, çev. Osman Çetin Deniztekin – Filiz Deniztekin, Varlık Yayınları kitabı, sezgisel ve analitik düşünce arasındaki ilişkiyi geniş bir kitleye tanıtmıştır. Kahneman, iki düşünme biçimini “Sistem 1” (hızlı, sezgisel) ve “Sistem 2” (yavaş, analitik) olarak tanımlar. Bu bağlamda, sezgisel düşünme, daha hızlı ve otomatik bir biçimde işlerken, analitik düşünme daha yavaş ve dikkatli bir değerlendirme gerektirir. Kitabımızda da benzer bir bakış açısı benimsenmiş, ancak bu iki sistemin modern toplumda nasıl çatıştığı, bazen birbirlerini nasıl tamamladığı ve analitik düşüncenin modern dünyanın sorunlarına nasıl çözüm getirebileceği, güncel bulgulara dayalı olarak ele alınmıştır.
Kitapta sorduğumuz temel soru, modern dünyanın krizleriyle başa çıkmak için yalnızca analitik düşünceye mi ihtiyacımız var, yoksa hem analitik hem de sezgisel düşünceyi farklı bir perspektiften mi değerlendirmeliyiz? Gelin, bu soruyu daha derinlemesine tartışalım.
Sezgisel düşünce: Evrimsel bir miras
Sezgisel düşünme, insan zihninin evrimsel geçmişinden miras kalan bir mekanizmadır. Hızlı karar alma yeteneği, atalarımız için hayati önem taşımıştı. Bir tehdit anında derinlemesine düşünmek yerine hızlı bir tepki vermek, yaşamla ölüm arasındaki farkı yaratabilir. Hayatın çoğu aşamasında bu sezgisel tarafa yaslanarak otomatik pilotta yaşamımızı sürdürüyoruz. Örneğin, ormanda yürürken yılan gördüğümüzde analitik bir analiz yapmayı beklemek yerine, hızlıca kaçmamız hayatta kalmamızı sağlar. Sezgisel düşünce, bu tür durumlarda kurtarıcıdır. Aynı şekilde, sosyal bağlamda sezgisel düşünce, grup içi dayanışmayı ve iş birliğini destekler. İnsanlar, tarih boyunca kendi gruplarını koruma ve diğer gruplara karşı rekabet etme eğilimi göstermiştir. Bu, “biz ve onlar” ayrımı dahi temel bir sezgisel mekanizmanın eseridir.
Ancak sezgisel düşüncenin bu hızı ve otomatikliği, modern toplumun karmaşıklığında dezavantajlara da yol açabilir. Günümüzün karmaşık sosyal ve politik meselelerinde, sezgisel düşünme çoğu zaman ön yargıları güçlendirebilir. Örneğin, sosyal medyada yanlış bilgilere dayalı paylaşımlar sezgisel tepkilerle hızla yayılır ve kutuplaşmayı derinleştirir. Çünkü olumsuz ve kendi dünya görüşümüzle uyumlu uyaranları görmeye ve hatırlamaya dair zihinsel bir motivasyona sahibiz. Politik görüşlerinizi sorgulamadan benimsemek, doğruluğu tartışmalı bir haberi hemen paylaşmak ya da farklı bir fikre sahip birine empati kuramamak gibi örneklerde, sezgi bizi hatalara sürükleyebilir. İşte tam da bu noktada analitik düşüncenin devreye girmesi avantaj sağlayabilir.
Analitik düşünce sadece akılcı değil ön yargılı sonuçlara da yol açabilir
Analitik düşünce, sorunları derinlemesine analiz etmeyi ve dikkatli kararlar almayı gerektirir. Bu düşünme biçimi, sezginin aksine zaman ve çaba ister. Modern dünyada analitik düşünce, karmaşık problemleri çözmede ve uzun vadeli stratejik planlar yapmada vazgeçilmezdir. Örneğin, iklim değişikliği gibi küresel bir sorunu ele alalım. Bu sorun, hızlı ve sezgisel tepkilerle çözülemez. İklim değişikliğiyle başa çıkmak için analitik düşünceye, yani bilimsel verilerle desteklenen neden-sonuç ilişkilerine dayanarak stratejiler geliştirmeye ihtiyaç vardır.
Ancak zihnimiz çok iyi bir sebep olmadıkça bu ekstra çabayı göstermeye gönüllü değildir. Mümkün olan her durumda enerji tasarrufu sağlamaya çalışır. Dolayısıyla zihnimiz için bu sorunlar psikolojik açıdan uzak ve doğrudan bizi ilgilendirmeyen sorunlar olduğunda, analitik zihinsel süreçleri bu konuda harekete geçmeye yönlendirmek o kadar kolay olmamaktadır.
Ayrıca analitik düşüncenin de sınırları vardır. Bazen aşırı analitik bir yaklaşım, karar alma sürecini yavaşlatabilir veya gereksiz detaylarda boğulmamıza yol açabilir. Bunun yanı sıra, analitik düşünce, bireylerin kendi ön yargılarını rasyonalize etmesi için kullanılabilir. Bu olgu, “güdülenmiş muhakeme” (motivated reasoning) olarak bilinir ve günlük dildeki “kılıf uydurma” terimiyle örtüşür. Yani, birey analitik bir süreç içinde bile kendi inançlarını doğrulamak için seçici bir biçimde bilgi toplar ve analiz eder. Bu, analitik düşüncenin yalnızca daha iyi değil, bazen daha kötü kararlar almamıza neden olabileceğini göstermektedir. Bundan dolayı analitik düşünmeyi rasyonellik ya da optimal karar vermeyle eşitlemek çoğu zaman doğru değildir ve önemli kararlar verirken analitik düşünme birazdan bahsedeceğimiz gibi başka unsurlarla desteklenmelidir.
Analitik ve sezgisel düşüncenin dengesini bulmak
Kitabın genelinde sezgisel ve analitik düşüncenin insanların sosyal tutum (inançlar, ideolojiler) ve davranışlarıyla (iş birliği, kutuplaşma) ilişkilerini incelesek de, son bölümlerinde analitik ve sezgisel düşüncenin birbiriyle nasıl dengede kalabileceğini ele aldık. Çoğu durumda, bu iki düşünce biçimi birbirini tamamlar. Ancak bağlam, hangi düşünme biçiminin daha uygun olduğunu belirlemektedir.
Bir spor müsabakasını düşünün. Basketbol oyuncusu serbest atış yaparken analitik düşünceye fazla odaklanırsa, başarı şansını düşürebilir. Çünkü burada gerekli olan, sezgiyle hareket etmektir; yıllarca süren antrenmanlarla artık otomatikleşmiş bir becerinin ortaya konması an be an bilinçli çaba gerektirmez. Yani analitik düşüncenin bağlama uyumsuz olarak ve aşırı bir seviyede kullanımının psikolojik ve davranışsal bazı dezavantajları olduğu söylenebilir.
Öte yandan, politik tartışmalarda analitik düşünce baskın olmalıdır. Örneğin, bir politikacının popülist bir söylemi sezgisel olarak çekici gelebilir, ancak analitik bir yaklaşım, bu söyleme kapılmanın uzun vadeli sonuçlarını anlamamızı sağlar. Bu tür bağlamlarda analitik düşünce, bireylerin manipülasyona karşı direnç geliştirmesini sağlar. Analitik düşüncenin bazı insanlarda güdülenmiş muhakemeye yol açması ve var olan kanıtları görmezden gelmelerine neden olmasına karşı ise panzehir bütüncül ve sistemsel yaklaşım olabilir.
Bütüncül yaklaşımın gücü: Parçaları detaylı görürken bütünü kaçırmamak
Kitabın temel iddialarından birisi analitik düşüncenin, bütüncül bir bakış açısıyla desteklenmesinin gerekliliğidir. Olguları parçalarına ayırmak, bu olgulara dair veri toplama, neden-sonuç ilişkilerini tanımlama, mantık ve matematik gibi analitik düşünceye dayanan sistemleri uygulamayı kolaylaştırır. Bu nedenle analitik düşünce sıklıkla detaylara odaklanır ve dolayısıyla bütünü kaçırma tehlikesine maruz kalır. Bütüncül düşünme ise, parçalardan ziyade bütüne odaklanır. Örneğin, çevre politikalarını düşünürken, yalnızca meselenin bir parçası olan ekonomik maliyetlere odaklanmak kısa vadeli veya kısmi çözümler sunabilir. Ancak bu süreçte sosyal adalet, kültürel değerler gibi işin diğer parçaları ve bunların birbirleriyle uzun vadedeki etkileşimleri de hesaba katıldığında, daha bütüncül bir karar alma mekanizması oluşur.
Öte yandan bütüncül yaklaşım, çoğunlukla sezgisel düşünce tarafından desteklenir. Çünkü sezgisel düşünce, bilinçli analitik düşüncenin bazı kapasite sınırlılıklarından muaftır; karmaşık örüntüleri işleme koyabilir. Örneğin bir satranç ustası, yıllar boyu karmaşık satranç tahtası örüntülerini öğrendikten sonra taşları tek tek dikkatle analiz etmeye olan ihtiyacı azalır ve bu örüntüleri sezgisel olarak tanıyıp hızlıca strateji geliştirebilir. Bu yüzden sezgiler, uzmanlık için vazgeçilmezdir. Ne var ki bütüncül düşünceyi sadece sezgilere bırakırsak da, onu rasyonel bir zeminden uzaklaştırma tehlikesi yaşarız.
Modern çağda ihtiyacımız olan şey, bu farklı yaklaşımları bir arada kullanabilmek, örneğin analitik yaklaşırken bütünü de kapsayabilmektir. Ekoloji, biyoloji ve bazı mühendislik alanlarında başarıyla kullanılan sistemsel düşünce, tam olarak da analitik ve bütünsel düşüncenin bir harmanıdır: Parçaları net tanımladıktan sonra, bununla sınırlı kalmayıp, parçaların birbirleriyle ve bütünle olan dinamik ilişkilerini de hesaba katar. Bu açıdan olguların karmaşıklıklarına layık, daha gerçekçi, kapsamlı ve derin bir anlayış yaratır.
Başka bir ifadeyle, tıpkı bir hekimin hastasına bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşıp alt alanların kısıtlı bakış açısının yaratabileceği tuzaklara düşmemesi gibi, bir insan da karar verirken yalnızca kendisine belirgin olan sezgisel ipuçlarına odaklanmak yerine çevredeki daha kapsamlı uyaranları gözlemleyip onlar arasındaki dinamik etkileşimleri hesaba katmayı öğrenmelidir. Dolayısıyla bütüncül bir yaklaşım, analitik düşüncenin etkisini arttıracaktır (ve analitik süreçler, sistemsel düşünce gibi sağlam bir bütüncül yaklaşımı tesis etmekte vazgeçilmezdir). İklim değişikliği, yoksulluk veya politik kutuplaşma gibi sorunlarla başa çıkarken, analitik düşüncenin bütüncül düşünceyle birleşmesinin, daha sürdürülebilir çözümler yaratacağı bu bakımdan ortadadır.
Özetleyecek olursak, örneğin şiddetli politik kutuplaşma dönemlerinde sezgisel düşünce, bireyleri daha fazla kapalı görüşlü hale getirebilir. Sosyal medyada sürekli aynı görüşleri tekrar eden “yankı odaları” (echo chambers), bireylerin kendi doğrularını sorgulamadan kabul etmesine yol açar. Analitik düşünce ise bu döngüyü kırabilir; bireylerin alternatif perspektifleri değerlendirmesine ve manipülasyona karşı direnç geliştirmesine olanak tanır. Ancak analitik düşünce de doğru şekilde yönlendirilmezse, bu manipülasyonlara katkıda bulunabilir. Güdülenmiş akıl yürütme, analitik düşüncenin mevcut ön yargıları pekiştirmek için kullanılmasına yol açabilir. Bu nedenle analitik düşüncenin iklim değişikliği ya da kutuplaşma gibi farklı konulara çözüm olabilmesi adına açık fikirlilik, entelektüel alçakgönüllülük ve bütüncül bir bakış açısıyla desteklenmesi gerekir.
Sonuç: İnsan zihninin geleceği
Düşünce biçimlerimizi anlamak ve geliştirmek, yalnızca bireysel başarı değil, toplumsal ilerleme için de kritik öneme sahiptir. Analitik ve sezgisel düşünce, doğru bağlamda ve doğru dengede kullanıldığında insanlığın karşılaştığı en büyük zorluklara çözüm sunabilir. Kitap boyunca, analitik düşüncenin nasıl eğitilebileceğini, hangi koşullarda sağlıklı yürütülebildiğini, sezgisel düşüncenin ne zaman güvenilir olduğunu ve bu iki yaklaşımın nasıl dengelenebileceğini ele aldık. Bütüncül düşünme pratiklerinin eğitim sistemine entegre edilmesinin gerekliliğini savunduk. Ancak temel mesajımız şuydu: Düşünme biçimlerinizi sorgulamak, iyileştirmek ve çeşitlendirmek, bireyler ve toplumlar için daha aydınlık bir gelecek yaratmanın anahtarıdır.
Bu bağlamda bir sonraki kararınızı verirken, kendinize şu soruyu sormayı unutmayın: “Bu bağlamda hangi düşünme biçimi daha uygun?” Çünkü düşünmenin sırrı, yalnızca hızlı ya da derinlemesine düşünmekte değil, ikisi arasında ustalıkla geçiş yapabilmek ve analitik düşünceyi gerektiğinde, konulara daha geniş bir perspektiften bakacak şekilde kullanabilmektir.
Adil Sarıbay, Onurcan Yılmaz Kadir Has Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Bilim Sohbetlerinin 6 Mayıs 2025 tarihli programına konuklar Sarkaç editörü Defne Üçer Şaylan ve Bilim Akademisi üyesi Mehmet Ali Alpar oldu. Programda bilim okuryazarlığını, medyaya düşen görevler ve afet bilinci ile bilimsel bilgi arasındaki ilişki ele alındı.
Moderatör: Müsemma Sabancıoğlu
Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Apaçık Radyo Bilim Sohbetleri arşivine buradan ulaşabilirsiniz.