Biyoloji devriminin başlangıç tarihinin, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayınlandığı 1859 yılı olduğunu söyleyebiliriz. Biyoloji devrimi, astronomi, fizik ve kimya devrimlerinden sonra ve bunların yarattığı çeşitli imkanlardan yararlanarak gerçekleşti. Özellikle de önceki bu devrimlerin doğadaki olguları doğa üstü güçlerle açıklama zihniyetini yıkmalarının veya zayıflatmalarının biyoloji araştırmalarına büyük katkıları oldu.
Özellikle canlılar dünyasındaki olguların açıklanması girişimlerinde çok yaygın ve egemen olan yaradılışçı düşünceler, canlılar dünyasına yönelik araştırma gayretlerini engelliyor veya köreltiyordu. Nitekim biyoloji devrimi de bu yüzden Darwin’in ortak atadan gelme ve doğal seçilim kuramlarıyla, canlılar dünyasının gerçek özelliklerinin kavranmasını güçleştiren hem teolojik hem de teleolojik* düşüncelere büyük bir karşı çıkış niteliğinde olmuştu. Ancak biyoloji devriminin diğer büyük bilim devrimlerinden sonra ortaya çıkmasının tek nedeninin bu engelleyici zihniyet olduğunu söyleyemeyiz.
Canlılar dünyasının temel özelliği, muazzam bir çeşitliliğe ve bu çeşitlilik içinde de her bireyin biriciklik özelliğine sahip olmasıdır. Dünyamızdaki (eşeyli üreyen) her canlı biriciktir. Bu nedenle canlılar dünyasındaki tür çeşitliliğine ve türlerin bireylerindeki biricikliğe yol açabilecek etkenlerden söz edebilmek için, inorganik doğa varlıkları için yapılanlardan çok daha farklı ve kapsamlı olarak, öncelikle bu muazzam canlı varlıklar topluluğunu tür, cins, familya vb. olarak saptamak, betimlemek, sınıflandırmak ve bütün bu çalışmaları belli bir düzeye getirmek gerekmiştir. Bu devasa hacimdeki temel çalışmaların zorluk derecesi açıktır. Bu konuda başta Carl Linnaeus (1707-1778) olmak üzere Darwin öncesi biyolog ve jeologların elbette çok önemli çalışmaları oldu [1].
Biyolojik doğa yasalarını araştırmak, şüphesiz biricikliğe ve benzerliğe yol açan etkenleri ve bunlarla ilgili genel kuralları bulmakla ilgilidir. Nitekim biyoloji devrimi, ortak atadan gelme ve doğal seçilim kuramları ile, canlı doğanın anlaşılması yönünde araştırmacılara yeni ufuklar açtı.
Ortak atadan gelme kuramı, her şeyden önce taksonominin gelişmesi üzerinde olağanüstü bir etki yarattı. Bu kuram, her canlı grubunun en yakın akraba grubunun bulunması çabalarını kolaylaştırarak ve teşvik ederek ortak ataya giden zincirin halkalarının oluşturulmasına büyük bir destek sağladı.
Doğal seçilim ilkesi de, hem çevresel etkilere hem de canlı organizmaların anatomilerine ve davranışlarına çok daha farklı (hipotezli) bakılmasını sağlayarak daha önce düşünülmeyen analiz ve sentez imkanları sağladı. Böylece biyoloji çalışmalarına önceki dönemlerdekilerle karşılaştırılamayacak düzeyde hız, yoğunluk ve verim kazandırdı.
Darwin’in açıkladığı ortak atadan gelme ve doğal seçilim kuramlarının sağladığı kapsayıcı bakış açıları sayesinde canlılar dünyasıyla ilgili araştırmalarda büyük bir yükseliş olmuş, bu çalışmalar biyolojinin bütün dallarında önemli bilgi birikimine ve yeni gelişmelere yol açmıştır.
Biyoloji devriminin gerçekleşmesi süreci olarak nitelendirebileceğimiz, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayınlandığı tarih (1859) ile Watson ve Crick tarafından ikili sarmalın keşfedildiği 1953 yılı arasındaki yaklaşık bir asırlık dönemde, yukarıda belirttiğimiz gelişmelerin yanı sıra üç önemli gelişme daha yaşandı.
Bunlardan birincisi, yeni bir bilim dalı olarak hücre biliminin (sitolojinin) doğuşudur. 1854 yılında Sigismund Schultze, ilk kez hücreyi doğru olarak tanımlamış ve hücrenin yaşamın fiziksel temelini oluşturan, bir çekirdek içeren ve küçük bir protoplazma kütlesinden oluşan temel bir birim olduğunu belirtmişti [2]. Daha sonraki yıllarda mikroskop merceklerinin yapımındaki gelişmelerle de bağlantılı olarak ve özellikle de botanik araştırmalarının yoğunlaşmasıyla [3] hücre bilimi çalışmaları hızlandı.
Louis Pasteur (1822-1895), kendiliğinden üremenin imkansızlığını gösterdi ve hastalıkların mikrobik kökeni kuramını geliştirdi. Genetiğin doğuşundan sonra da hücre bilimi, onunla birlikte ilerledi.
İkincisi, 1901 yılında Hugo de Vries’nin (1848-1935) mutasyon teorisini geliştirerek genetik biliminin yolunu açmasıdır [4]. (Gregor Mendel gerçekte genetik çalışmalarını 1865 yılında başlatmıştı. Fakat onun keşifleri ve ürettiği bilgiler bilim topluluğunda ilgi uyandırmadı).
Yüksek çözünürlüklü elektron mikroskopunun 1933 yılında kullanılmaya başlanmasıyla birlikte moleküler biyolojinin deneysel temelleri atılmaya başladı. Moleküler biyoloji terimi ilk defa 1938 yılında Warren Weaver tarafından kullanıldı [5].
Üçüncüsü ise, birbirlerinden ayrı olarak ilerleyen evrimsel biyoloji ile genetik biliminin birleşmesidir. Bu birleşmede hem genetik hem de evrimsel biyoloji uzmanı olan Rus asıllı ABD’li bilim insanı (böcek taksonomisti) Theodosius Dobzhansky’nin 1937 yılında yayınlanan, Genetics and the Origin of Species adlı eserinin önemli bir rolü oldu [6].
Bu birleştirme çalışmaları, biyolojinin bu iki büyük bilim dalı arasında köprü kurulmasıyla sonuçlandı ve bu sentez köprüsü, daha sonraki biyoloji çalışmalarını derinden etkiledi.
1944 yılında Oswald Avery, genetik materyalden proteinlere olan bilgi akışının tek yönlü olduğunu gösterdi. Canlı türlerinde sonradan kazanılmış özelliklerin bir sonraki kuşağa geçirilemeyeceğini gösteren bu bulgu, hem kalıtım maddesinin DNA olduğunu kesinleştirdi [7] hem de böylece hala etkisini sürdürmekte olan lamarkçılığın kesin sonunu getirdi.
Osman Bahadır
* Olayların ve olguların nedenini araştırmaktan ziyade hangi amaçla ortaya çıktığını sorgulayan yaklaşım
Kaynaklar:
[1] Jean-Louis Fischer; “Lessor de la biologie au xıx e siecle”, Sciences Humaines Hors Serie, Histoire et philosophie des sciences, Sayı 31, Aralık 2000 – Ocak/Şubat 2001, Paris, s. 20.
[2] Orhan Küçüker; Biyoloji Tarihi, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul, 2014, s. 241.
[3] a. g. e., s. 234.
[4] Jean-Louis Fischer; a. g. m. , s. 23.
[5] W. F. Bynum; E. J. Browne; Roy Porter (ed.); Macmillan Dictionary of The History of Science, Macmillan Reference Books, London 1989, s. 276.
[6] Ernst Mayr; Biyoloji Budur, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara 2008, s. 230.
[7] a. g. e., s. 199, Küçüker; a. g. e., s. 273, 276.