Üremeyi sağlayıcı bir ilksel oluşum olmaksızın bir canlı organizmanın kendiliğinden doğabileceği düşüncesinin kökleri, milattan önce VI. yüzyıla kadar gidiyor.
Hassas gözlem yapma alet ve yöntemlerine sahip olmayan eski düşünürlerin gözünde kurtçuklar ve parazitler, çöplük ve balçık gibi ortamlarda kendiliğinden ürüyorlardı. Bu onlar için çok açık bir gerçekti. Bu nedenle İyonya ekolünün filozofları olan Tales, Anaksimandros ve Ksenofan’ın, organizmaların, havanın, güneşin ve ısının birleşik etkisi altında deniz balçıklarında geliştiği yönündeki düşüncelerinde şaşırtıcı bir yön yoktu. Daha sonraki asırlarda Anaksagoras, Empedokles ve Demokritos tarafından da savunulan bu görüşü Aristoteles, organizmaların kendiliğinden üremesi biçiminde formüle etti.
Aristoteles’e göre organizmalar sadece diğer organizmalardan üremiyorlardı, fakat aynı zamanda gübre ve balçık gibi maddeler üzerinde yağmurun, havanın ve güneşin dölleyici etkisiyle kendiliğinden de üreyebiliyorlardı.
Biyolojideki gelişmelere rağmen bu düşünce tarzı, 1668 yılına kadar büyük bir dogma olarak varlığını sürdürdü. Bu tarihte İtalyan biyolog Francesco Redi (1626-1697), kendiliğinden üreme tezinin temelsizliğini deneyle gösterdi. Redi, hepsinin içinde et olan kavanozlardan bir bölümünü havasız olarak sıkıca kapattı. Diğer kavanozların kapaklarını ise açık bıraktı. Bir süre sonra sadece kapağı açık olan kavanozlarda kurtçuklar görülmeye başladı. Çünkü bu kurtçuklar sineklerin oraya bıraktıkları yumurtalardan kaynaklanıyordu. Bu kurtçukların hiçbiri kendiliğinden ürememişti.
Redi gözlemlerini içeren Böceklerin Oluşumu Üzerine Deneyler adlı kitabını 1668’de yayınladı. Ancak Redi’nin görüşleri yeterince ikna edici olamadı. Çünkü karşıt görüştekiler zaten üremede havanın rolü olduğunu ileri sürdükleri için havasız ortamın kendiliğinden üreme koşullarını ortadan kaldırdığını söylüyorlardı.
1674’te Hollandalı biyolog Antoine van Leeuwenhoek’in mikroskop yardımıyla mikroorganizmaları keşfetmesiyle bu sorun yeniden tartışma konusu haline geldi. Fakat kesin bir sonuca ulaşılamadı. İtalyan biyolog Lazzaro Spallanzani (1729-1799) 1765’te, mikroorganizmaların yeterli ölçüde sterilize edilmiş ve sıkıca kapatılmış ortamlarda çoğalmadıklarını fakat hava alan ortamlarda oluştuklarını gösterdi. Ancak onun bu deneysel sonuçları da, kendiliğinden üreme tezini savunan Buffon ve Lamarck gibi otoriteleri ve prestijleri yüksek bilim insanlarının karşıt görüşlerinin gölgesinde kaldı.
Bu konudaki tartışmalar 19. yüzyılda da devam etti. Hatta Fransız biyolog François Pouchet 1859’da kendiliğinden üremenin gerçekliğini savunan bir kitap da yayınladı. Bu esere tepki Louis Pasteur (1822-1895)’den geldi ve yaptığı bir dizi deneyin sonuçlarını ikna edici bir biçimde açıklayarak kendiliğinden üreme düşüncelerine son verdi.
Pasteur, karşıt görüşleri etkisiz hale getiren başarısını, havayı geçiren fakat mikroorganizmaları geçirmeyen (ve elbette aynı zamanda hem havayı hem de mikroorganizmaları geçiren bir düzenekle karşılaştırma içerisinde) bir deney düzeneği kurarak sağlamıştı. Pasteur 1864’te tartışmalara son noktayı koyarken şu sözleri söyledi:
“Yaşam tohumdur, tohum da yaşam”.*
Ancak Pasteur’ün elde ettiği başarılı sonuçlar yine de çok temel bir sorunu askıda bırakıyordu. Yeryüzündeki yaşamın kökeni sorununu. Yaşam gezegenimizde nasıl başlayabilmişti?
Dünya üzerindeki yaşamın ilk olarak nasıl başladığı bu yazının kapsamı dışındadır. Yaşamın ilk olarak nasıl oluştuğu bugün hala tam olarak bilinmese de, yaklaşık 3.7 milyar yıl önce en basit yaşam formlarının ortaya çıkmasıyla başladığı ve bugün yaşayan ya da geçmişte yaşamış olan tüm canlı organizmaların bu ilk ve en basit formlardan evrimleşerek gelmiş olduğu bilinmektedir.
Kendiliğinden üreme düşüncesinin (tohumdan ve hücre bölünmesinden kaynaklanmayan) günümüzde hiçbir geçerliliği bulunmuyor.
Osman Bahadır
* Michel Rival; Les grandes experiences scientifiques, Editions du Seuil, Paris 1996, s. 108.
Bu yazı 5 Ağustos 2019 tarihinde güncellenmiştir.