Türkiye’nin bilim, teknoloji ve yenilik politikası neleri başaramadı?

Shutterstock

Türkiye, yeni bir teknolojik dönüşüm evresinde, göreceli zayıf ulusal yenilik (inovasyon) sistemi ile kuvvetli küresel değer zincirleri arasına sıkışmış, katma değeri yüksek ürün ve hizmet üretmekte zorlanan, yüksek teknolojili ürün ve hizmet ihracatı yapamayan, katma değeri düşük teknolojilerde sıkışmış, bir diğer ifadeyle orta-teknoloji tuzağında bir ülke görüntüsü veriyor.

Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren Ar-Ge faaliyetlerine sağlanan finansal destekleri ön plana çıkaran, Ar-Ge ve yenilik konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan bir politika kurgusu benimsendi. Politika aracı çeşitliliğine dayalı bu sistem neticesinde Türkiye’de hemen her Ar-Ge ve yenilik faaliyeti için bir politika aracı bulunuyor (örneğin, Ar-Ge’ye doğrudan devlet teşviği, patent başvurusuna yönelik teşvikler, Ar-Ge harcamalarının vergiden düşülmesi, girişimcilik destekleri gibi). Mutlak sayıları artırmayı amaçlayan bu politika kurgusu başlangıç için doğru bir hamle olarak değerlendirilebilir. Böyle bir politika kurgusunun zaman içinde teknoloji geliştirme ve katma değeri yüksek ürün ve süreç üretme yolunda dönüşmesi beklenir. Türkiye bu politika dönüşümünü gerçekleştiremedi. Geldiğimiz noktada niceliğin ön planda olduğu, radikal yeniliği desteklemekte ve yüksek teknolojili ürün ve süreç geliştirmekte zorlanan ve uyguladığı politikaların işe yarayıp yaramadığını değerlendirmeyen bir politika anlayışımız var.

Bu satırları yazdığımız sırada TUBİTAK Başkanı Prof. Dr. Hasan Mandal yeni politika vizyonunu açıklıyordu. Tam da yeniden bahsetmeye başlamışken eskisi (ya da hali hazırdaki) neyi başaramadı diye bakmakta fayda var. 2000’li yıllardan sonra uygulanan bilim, teknoloji ve yenilik (BTY) politikasına dört temel eleştiri getirilebilir.

Nicelik mi? Nitelik mi?

İlk olarak, Türkiye’de uygulanan BTY politikası parasal desteklere dayanan ve kısa sürede belli bir ölçek (sayısal anlamda büyüklük) yakalamayı hedefleyen devletin daha ziyade düzenleyici bir rol oynadığı bir biçimde tasarlanmıştı. 2000’li yıllarda teknoparkların kurulması ile başlayan bu süreç, 2011 sonrası Teknoloji Transfer Ofislerinin (TTO) kurulması, parasal destekler ve girişimi hızlandıran programlar ile devam etmiştir. Sonuç itibariyle teknopark, TTO, kuluçka ve hızlandırıcı sayıları ve bu arayüzlerden faydalanan firma ve girişimci sayısı katlanarak arttı. Niceliğe odaklanan politikalar çerçevesinde proje, patent ve Ar-Ge personeli sayılarının hızla arttığı bir ortam başarı olarak tanımlansa da bu sadece ölçeği gösteriyor, oysa esas sorun bu ölçekle ne yaptığımız yani bir diğer ifadeyle nitelik.

Türkiye’deki Ar-Ge faaliyetlerinin büyüklüğünü, bir diğer ifadeyle ölçeği gösteren değerlere bakarsak; Türkiye’nin 2017 yılı toplam Ar-Ge harcaması yaklaşık 5 milyar avro. Dünya’da Ar-Ge’ye en çok yatırım yapan 20 şirketin 2017 yılı Ar-Ge harcaması, Türkiye’nin tamamının bir yıllık Ar-Ge harcamasından fazla. En çok Ar-Ge yatırımı yapan 2500 şirket listesinde ilk 1000’de sadece 2 firmamızın olduğunu; bütün listede ise sadece 6 Türk firması olduğunu söylesem ne düşünürsünüz?[1] Benzer şekilde Türkiye’nin devlet bütçesinden Ar-Ge destekleri için ayrılan miktar yaklaşık 1.4 milyar avro.[2] Maliyeti yaklaşık 1.2 milyar avro olan Avrasya tüneli ile karşılaştırıldığında bu rakam aslında oldukça düşük kalıyor. Bir diğer ifadeyle aslında çok da büyük bir ölçekten söz etmiyoruz.

Yaratıcılığa meydan vermeyen sistem

Politika kurgusundaki ikinci sorun etkileşim eksikliği.

Katma değeri yüksek teknoloji geliştirmek; yeni ürün ve süreç üretmek beş unsurun etkileşimiyle mümkündür:

Fikir yaratmak  —  Araştırma —  Uygulama — Ticarileştirme — Pazarlama

Türkiye’de son 15 yılda yaratılan arayüzler (teknoloji geliştirme bölgeleri, teknoparklar, TTO’lar ve hızlandırıcılar) ve firmalara parasal destek vermeye odaklı politika araçları büyük ölçüde kısa zamanda sonuç vereceği düşünülen uygulama ve ticarileştirme unsurlarına odaklandı. Bu süreçte firmalara ve üniversitelere sağlanan Ar-Ge destekleri ile uygulama ve ticarileştirme desteklerinin eşgüdümü sağlanamadı ve yeni ürünün pazarlanması aşaması hemen hiç desteklenmedi.

Böyle bir kurgudaki temel eksiklik fikir yaratma aşamasının göz ardı edilmesiydi. Yaratıcılığın ön planda olduğu analitik düşünme, soru sorma ve problem çözme yeteneklerinin gelişmesine olanak sağlayan bir okul öncesi eğitim ve örgün eğitim sistemi özgün fikirler geliştirecek insanların yetiştirilmesinde önemlidir. Ancak eğitim sisteminin sayısız ve plansız değişikliklerle son 15 yılda içine sokulduğu durum ortada. Sonuç itibariyle inşaat sektörüne yapılan sabit sermaye yatırımlarının, eğitime yapılan sabit sermaye yatırımlarının üç katı olduğu bir iktisadi yapı ortaya çıkmış durumda.

Eşitsizlikler

Türkiye’de teknoloji edinmede, kullanmada ve geliştirmede bölgesel, sektörel, sınıfsal ve cinsiyete dayalı bir eşitsizlik bulunmaktadır. Teknoloji politikasının ana hedeflerinden birisi bu eşitsizliğin giderilmesi olmalıdır. Bölgesel, sektörel, sınıfsal ve cinsiyete dayalı eşitsizlik birbirlerini besleyen döngülerin oluşmasına neden oluyor. Bu döngüyü kıracak politikaların geliştirilememiş olması bir diğer eleştiri olarak sivriliyor. Sonuç itibariyle, döngünün kırılmasında önemli rol üstlenebilecek teknoloji de bir eşitsizlik unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

ÖlçmeME ve DeğerlendirmeME

Son olarak, Türkiye’de uygulanan politikaların nicel ya da nitel etki analizi neredeyse hiç yapılmıyor. Oysa politika araçlarının Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerini ve harcamalarını gerçekten artırıp artırmadığını bilmenin tek yolu etki analizi yapmak. Etki analizi, uygulanan politikaların tekrar değerlendirilmesinde, uygulama eksikliklerinin belirlenmesinde ve bunlara çözüm yolları aranmasında da elzem. Etki analizlerinin yapılması için sağlıklı veri toplamak kadar bu verilerin ilgili kurumlarla ve araştırmacılarla paylaşılması da önemli. Kamu kaynakları ile toplanan verilerin belli etik kurallar çerçevesinde kamuyla paylaşılması istisnadan öte bir kural olmalı.

Yukarıda da değindiğimiz üzere son 15 yılda uygulanan politika kurgusundaki araç çeşitliliğine ve parasal desteklere rağmen Türkiye, uluslararası rakipleriyle karşılaştırıldığında katma değeri yüksek yeni ürün ve süreç yaratma ve teknoloji geliştirme konusunda başarısız oldu.

  • Özellikle bilgi ve iletişim, elektronik ve optik sektörüne yoğunlaşan desteklere rağmen bu sektörlerde dış ticaret açığımız son 6 yılda neredeyse ikiye katlandı; dünya ihracatındaki payımız 0.13’den 0.10’a geriledi.[3]
  • OECD verilerine göre yüksek teknoloji barındıran ürün ve süreç ihracatı bundan 15 yıl önce %8 seviyesindeydi. Ar-Ge, yenilik ve girişimcilik ekosistemi oluşturmanın öneminin bu kadar dillendirildiği bir ortamda bu rakam şu anda %3 seviyesine kadar düştü.
  • Yine Eurostat verilerine göre teknoloji lisanslama ve Triadic patent (aynı patentin Amerika, Avrupa ve Japonya patent ofislerinde tescil edilmesi) gibi niteliği gösteren değişkenlere göre Türkiye’nin dünya payı yok denecek kadar küçük. Türkiye dünyadaki tüm Triadic patentlerin sadece binde 9’una sahip.[4]
  • Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerinin büyük çoğunluğu ürün geliştirmeye odaklanıyor, radikal yenilikleri ortaya çıkarabilecek niteliğe sahip araştırmacı ve araştırma ortamı sağlanamadığı gibi radikal yenilik sürecini baştan sona fonlayacak kurumsal altyapı da bulunmuyor.

Türkiye ne yapmalı?

Dünyada yükselen eğilimlere baktığımızda Türkiye’nin politika kurgusunu da etkileyecek iki gözlem ön plana çıkıyor. Teknoloji politikası devletin etkinliğinin arttığı, devlete düzenleyici bir rolden daha fazlasının öngörüldüğü misyon odaklı bir anlayışa kayıyor. Bunun yanı sıra bilim, teknoloji, sanayi ve yenilik politikası her teknolojik paradigmada bir döngü yaşıyor. Bir diğer ifadeyle, her teknolojik paradigmanın başlangıcında bilim politikaları; sonrasında da sırasıyla teknoloji, sanayi ve yenilik politikaları ön plana çıkıyor. Bizler şu anda mikro işlemci teknolojisini hemen her alana uygulayan yenilik politikaları tasarlıyoruz. Yeni bir teknolojik paradigmanın eşiğinde bilim politikasının ve sanayi politikasının öneminin giderek arttığını göreceğiz.

Türkiye’de son dönemde demokrasi anlayışı ve hukukun üstünlüğü ilkesi aşınmış, kuralların, kanunların ve kurumların bağlayıcılığının azaldığı bir iktisadi ve toplumsal ortam oluşmuş durumda. Türkiye özgün bir ekonomik büyüme öyküsü yaratmak istiyorsa, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısını da teknolojiyle birlikte dönüştürecek politikalar tasarlamalı. Bu minvalde Türkiye hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsendiği, demokrasinin temel unsurlarının süratle tesis edildiği bir iktisadi güven ve düşünce özgürlüğü ortamında devletin aktif olarak teknolojinin yönünü ve yayılma hızını belirlediği, çeşitliliği artıran ve devletin rolünün değişim karşısında sürekli yeniden tanımlandığı, çevreye duyarlı, misyon odaklı yeni bir sanayileşme anlayışı gütmeye çalışmalı.

Bu önerinin ne anlama geldiğini, ekosistemdeki kurumların yeniden yapılandırılmasından sonra ve açıklanan yeni programlar eşliğinde başka bir yazıda irdelemek daha yerinde olacak.

İbrahim Semih Akçomak
ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi 

[1] IPTS’in her yıl yaptığı araştırma sonuçları için tıklayınız.
[2] Türkiye İstatistik Kurumu‘nun ilgili verileri.
[3] OECD, Science and Technology Outlook, 2017.
[4] OECD Science and Technology Outlook, 2017.

Önceki İçerikİstatistiksel Gerçekler
Sonraki İçerikBir Gezegenin Doğumu
Semih Akçomak
İbrahim Semih Akçomak lisans ve yüksek lisans derecelerini ODTÜ İktisat Bölümü’nden aldıktan sonra doktora çalışmasını sosyal sermaye, yenilik ve ekonomik büyüme üzerine Maastricht Üniversitesi’nde 2009 yılında tamamladı.
Hollanda Planlama Teşkilatı Uluslararası İktisat Bölümü’nde iki yıl süreyle görev yaptı.  2012 yılından beri ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları Ana Bilim Dalında öğretim üyesi olarak çalışmaktadır ve 2016 yılında doçentliğini almıştır. Semih Akçomak, 2016 yılında Bilim Akademisi BAGEP ödülünü kazanmıştır.
2017 yılından beri ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi Müdürlüğü görevini yürütmektedir.
Semih Akçomak’ın websitesi