Türkiye’de Enflasyon Siyasi bir Olgudur – II

Bir önceki yazıda yüksek enflasyonun ardında yatan temel faktörün, yüksek kamu harcamalarının yol açtığı kronik kamu bütçe açığı ve bunun sonucunda ortaya çıkan borç stoku olduğunu vurguladık.  Kamu bütçe açıklarının kontrol altına alınmasının ülkeyi yöneten siyasi elitlerin çıkarına aykırı olduğu için Türkiye’de enflasyon 25 yıla yakın bir süre boyunca yüksek kaldı. Nitekim, kamu bütçesinin kontrol altına alınmasıyla birlikte enflasyon da 2004’te görece makul bir seviye olan %10’un altına indi.

Enflasyonun %10’un altına inmiş olması yeterli değildi; mutlaka daha da düşmeli, %5’in altına inmeliydi.  Bunun için hem para hem de maliye politikasında ciddi bir sıkılaştırma gerekiyordu.   Ancak 2004’ten bu yana geçen 14 yıl zarfında para ve maliye politikalarında yalnızca bir-iki yıl sürebilecek sıkılaştırma hiçbir zaman AKP iktidarının gündeminde olmadı. Bu politikasızlık ortamına giderek artan siyasi belirsizlikler de eklenince enflasyon son yıllarda %10’un üstüne çıktı. Mayıs sonu itibarıyla %12 olan tüketici fiyatları enflasyonunun önümüzdeki dönemde daha da artması bekleniyor.

Enflasyonun kontrol altına alınması için gerekli olan sıkı para ve maliye politikalarının hem kamu hem de özel sektör talebini kısarak fiyat artış hızını yavaşlatması beklenir. Bu politikalar toplumun büyük bir kısmını olumsuz etkileyeceği için kısa vadede iktidarın popülaritesini azaltıp yeniden iktidar olma olasılığını düşürmesi kaçınılmazdır. Ek olarak sıkı maliye politikaları siyasi elitlerin devlet kaynaklarını seçimde daha fazla oy toplamak için keyfi bir şekilde kullanmalarını zorlaştırır.

Bu yüzden siyasi elitler enflasyonla mücadele için kamu harcamalarının kontrol altına alınması konusunda isteksizdir. Bu isteksizlik 80’li ve 90’lı yıllarda en yüksek seviyede gözlendi.  2001’e kadar uygulanan “başarısız” ekonomi politikalarının ardında yatan temel faktör, siyasi elitlerin kendilerini parti-içi ve toplumsal düzeyde denetimden soyutlamasını mümkün kılan kurumsal zaaflardı.

Bu zaafların başında dikey demokratik rekabetin ve dolayısıyla parti-içi demokrasinin gerçekleşmesini engelleyen 24 Nisan 1983 tarihli 2820 sayılı siyasi partiler yasası geliyor. Genel merkez ve son kertede genel başkanın sınırsız güce sahip olmasını sağlayan bu yasa sayesinde, siyasi partilerde gerçek anlamda hizmet için siyasi rekabetin gerçekleşmesi engelleniyor.  Başarılı olma potansiyeli olan parti üyelerinin başarısız görevlilerin yerine talip olabilecekleri mekanizmalar devre dışı bırakılıyor.  Bu yasal çerçeve içinde başlangıçta kolektif bir çabayla kurulan, yönetilen ve demokratik bir tüzüğe sahip olmakla övünen AKP gibi bir parti, zamanla bütün önemli kararların lider tarafından alındığı bir siyasi partiye dönüşebiliyor.

Siyasi elitlerin ortak özelliği, ideolojik görüşleri ne olursa olsun, toplumun hangi kesimini temsil ettiklerini iddia ederlerse etsinler, siyasi partilerin karar alma mekanizmalarına hâkim olmaları ve iktidara geldikleri zaman devlet kaynaklarını kendi ya da yakın çevrelerindeki kişi ve grupların maddi ve siyasi çıkarları için kullanma potansiyeline sahip olmalarıdır.

Enflasyonla mücadele politikalarını uygulamadıkları için siyasi elitleri partilerin başından uzaklaştıracak mekanizmalar siyasi partiler yasası tarafından devre dışı bırakıldığı için, 1980’lerden 2001 krizine kadar geçen dönemde enflasyonla mücadele konusunda hiçbir başarı sağlanamadı. İktidarları sırasında ekonomik sorunlara ve özellikle de hayat pahalılığına çözüm bulmak konusunda başarısız olan merkez sağ siyasi partiler sürekli oy kaybetmekten kurtulamadı. Onlar oy kaybederken seçmen sorunlarına çözüm üretmek için sağda ve soldaki küçük partilerden medet umdu. Ancak o partiler de sorunlara çare olamadı; o partileri yöneten siyasi elitler de benzer dürtü ve kısıtlara tabiydiler.

Siyasi elitler, ancak 2001 krizinde ekonomi uçurumun kenarına gelince, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların mali desteğine muhtaç kaldıkları için ekonomik istikrarı sağlayacak politikaların uygulanmasını kabul ettiler. Ancak, 1990’lı yıllarda denenmiş olan partilerin hemen hemen hepsi de Kasım 2002 genel seçiminde meclis dışında kalmaktan kurtulamadılar. Onların yerine Türk halkı bu kez Ağustos 2001’de kurulmuş, hiç denenmemiş çiçeği burnunda bir parti olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidara getirdi.

Nasıl Oldu da Türkiye Hiperenflasyonu Yaşamadı?

Sadece çeyrek asır boyunca Türkiye’de hüküm süren yüksek ve kronik enflasyonun değil, bu yüksek enflasyonun hiperenflasyona dönüşmemiş olmasının da ardında Türkiye’de siyasi elitlerin gücünü sınırlayacak denge ve denetleme mekanizmalarının devre-dışı bırakılmış olması yatıyor.

Hiperenflasyona giden süreci anlamak için Türkiye’nin enflasyon sürecini, toplumsal yapı ve ekonomik politikalar açısından kendisiyle bazı benzerlikler gösteren Arjantin ve Brezilya’nın deneyimi ile karşılaştırmakta fayda var.   Arjantin ve Brezilya, bütçe açıklarını kontrol altına almak ve yapısal reformları uygulamak konusunda isteksiz hükümetlere ve siyasi kadrolara sahip olmalarına rağmen, enflasyonu 1990’lı yılların ilk yarısında kontrol altına almayı başardılar. Bu ülkelerin enflasyonu daha hızlı kontrol altına alabilmiş olmalarının ardında özellikle sabit gelirlilerin enflasyon karşısında reel ücretlerini korumak için kullanabilecekleri genel grev ve uzun süreli grevler gibi toplumsal baskı yöntemlerine sahip olmaları yatıyordu.

Türkiye’de olduğu gibi, bu ülkelerde de o dönemde enflasyonla mücadelenin en önemli sorunu bütçe açıklarının kontrol altına alınması konusunda ciddi bir çabanın olmamasıydı. Hal böyle olunca, sadece ücretleri ve fiyatları kontrol etmekten ibaret olan önlemlerle enflasyonu düşürmeye çalışan hükümetler karşısında sendikalar siyasi ve toplumsal alandaki güçlerini kullandılar ve her defasında dezenflasyon programının ilanından 6 ay gibi bir süre geçmeden reel ücretleri enflasyona karşı korumak amacıyla grev ve genel grev haklarını kullanma yoluna gittiler.

Bu eylemler sonucunda enflasyon karşısında artan ücretler üretim maliyetlerinin artmasına neden oldu; şirketler bu artışları fiyatlara yansıtınca da enflasyon daha hızlı arttı. Böylece, Türkiye’de ortaya çıkmayan enflasyon-ücret artışı-enflasyon sarmalı bu ülkelerde enflasyonun çok hızla artmasına ve hiperenflasyona yol açtı.

Hiperenflasyonun maliyeti, siyasi elitler dahil bütün toplumsal kesimler için oldukça yüksektir. Vergi gelirlerinin hızla eridiği bir ortamda hiçbir hükümet ve devlet çalışamaz. Arjantin ve Brezilya için de böyle olmuştur. Hiperenflasyonu yaşamamak için siyasi elitler de sadece ücret ve fiyatların dondurulmasının ötesinde bütçe açıklarını kontrol altına almak için çaba göstermek ve dolayısıyla enflasyonu 1990’ların ilk yarısında kontrol altına almak zorunda kaldılar.

12 Eylül 1980 darbesi sonrasında sendikalar yedi yıl kapalı kaldı. 12 Eylül sonrasında çıkarılan çalışma yasaları ile işçi sendikalarının işyeri, işkolu ve ülke düzeyinde örgütlenmelerine, grev düzenlemelerine getirilen kısıtlamalar ve özellikle de genel grev haklarının ellerinden alınması, en çok ülkeyi yöneten siyasi elitlerin çıkarına oldu.

Türkiye’de sendikaların reel ücretlerdeki düşüşün önüne geçmek için kullanabilecekleri grev ve genel grev gibi yasal hakları olsaydı neler yaşanabileceği konusunda ipuçlarını Arjantin ve Brezilya deneyimlerinde bulabiliriz. Böyle bir durumda reel ücretler aşağıya doğru esnek olmayacaktı ve bunun sonucunda 1994 krizi sonrasında enflasyon–ücret artışı-enflasyon sarmalı başlayacak ve hiperenflasyona kadar gidebilecekti. Ancak böyle bir durumda siyasi elitler, gönülsüz de olsa, enflasyonun düşürülmesi için gerekli önlemleri almak zorunda kalacaklardı.

Oysa, yasal ve kurumsal çerçevenin kendilerine tanıdığı parti-içi ve toplumsal denetime tabi olmadan ülkeyi yönetme ayrıcalığı, siyasi elitlerin kendi çıkarlarıyla çatışan anti-enflasyonist politikaların uygulanmasını engellemelerini sağladı.  Bunun sonucu olarak Türkiye çeyrek asır boyunca yüksek ve kronik enflasyonla yaşamak zorunda kaldı.  Enflasyona karşı ciddi önlemlerin uygulanması, ancak ülke 2001 krizi ile uçurumun kenarına geldikten sonra o da IMF’nin baskısıyla mümkün oldu.

2000’li yıllarda da siyasi elitler üzerinde siyasi ve toplumsal denetimin sağlanmasına yönelik herhangi bir yasal ve kurumsal değişiklik yapılmadı.  Gerçi siyasi elitlerin keyfi yönetimlerini kısıtlayacak yasal ve kurumsal reformların siyasi elitlerin kontrol ettiği parlamentodan çıkmasını beklemek de çok gerçekçi olmazdı.

12 Eylül askeri rejimi sonrasında oluşturulan yasal çerçeve demokratik siyasi rejimin ana unsuru olan siyasi partilerin toplumun sorunlarına çözüm üretmekte başarısız olduğu defalarca kanıtlanmış siyasi liderleri ve kadroları değiştirmesinin, onların yerine başarılı olabilecek alternatifleri göreve getirmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Yine aynı yasal çerçeve, başarılı addedilen liderlerin partileri üzerindeki mutlak hakimiyetleriyle yetinmeyip ülke siyasetinde hakim konuma yükselmeleri için uygun bir zemin hazırlıyor.

Bugün geldiğimiz noktada siyasi elitler tarafından kontrol edilen siyasi partilerin, günümüz Türk demokrasisinin temel kurumları olduğunu söylemek hala mümkün değil.  Seksenli ve doksanlı yıllara damgasını vuran Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Demokratik Sol Parti gibi siyasi partiler zaman içinde küçülerek marjinalleştiler ya da kapandılar.  Bugün iktidarda olan AKP’nin de iktidardan düştükten sonra bu partilerin akıbetini paylaşıp paylaşmayacağını zaman içinde göreceğiz.

2018 yılı itibarıyla 16 yıldır iktidarda olan, yüksek enflasyona son verdiğini iddia eden AKP’nin yönetimi altında enflasyon yeniden yükseliş trendine girmiştir.  “Faiz ve Kur: Piyasalarda Yaşananları Anlama Kılavuzu” başlıklı makalede ayrıntılarıyla incelediğimiz gibi bu yükselişin nedeni de geçmişte olduğu gibi siyasi elitlerin engellemesi nedeniyle gerekli politika önlemlerinin zamanında alınamamış olmasıdır.

Kamil Yılmaz
Bilim Akademisi üyesi
Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi

Önceki İçerikYapay zekâ ve hukuk
Sonraki İçerik1946’dan 2018’e Türkiye’nin Seçimleri
Kamil Yılmaz

Bilim Akademisi üyesi Kamil Yılmaz, 1987’de Boğaziçi Üniversitesi’nde lisansını tamamladıktan sonra Maryland Üniversitesi’nden 1990’da yükseklisans ve 1992’de doktora derecelerini aldı.

Araştırma konusu finansal ve makroekonomik bağlanmışlık üzerinedir.

1992-1994 yılları arasında Dünya Bankası’nda araştırmacı olarak çalıştıktan sonra 1994 yılında Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 2003’te doçentliğini aldı, 2010’da profesör oldu. 2003-2004 ve 2010-2011 yıllarında Pennsylvania Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliği yaptı, 2007-2009 yılları arasında TÜSIAD- Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forum’unun direktörlüğünü yürüttü.

Halen Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.