Anayasalar Hakkında bir Not

Türkiye 16 Nisan 2017’de, 1982 Anayasasını bir kez daha değiştirmek için halkoylamasına gidiyor. Bu değişiklikle birlikte başlayan tartışmalar bu değişmenin bir sistem mi yoksa rejim değişikliği mi olduğunu, aynı zamanda da bu değişikliğin demokratikleşme mi, yoksa otoriterleşme mi olduğu yolunda sorgulamalara yol açtı. Bu değerlendirmeyi bu kavramların bilimde ne anlama geldiğini anlamayı kolaylaştırmak için yapıyoruz. Önce siyasal sistem ve rejim kavramlarının anlamına açıklık getirmeye, sonra da demokrasi ve otoriterlik uygulamalarının ne anlama geldiğini araştıracağız.

Bu yazının özetine ulaşmak için lütfen tıklayın.

Siyasal Sistem ve Rejim

Sistem kavramı siyaset bilimi yazınına İkinci Dünya Savaşı sonrasında girmiştir. 19. yüzyılda fizikçi Carnot veya Clausius’un sistem kavramını kullandıkları bilinse de, matematikten sosyolojiye kadar geniş bir alanda sistem kavramı biyolog Ludwig von Bertalanffy’nın genel sistem kuramı 1945’te yayınlandıktan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Sosyolog Talcott Parsons ve Edward Shils ve siyaset bilimciler David Easton, Karl Deutsch, Gabriel A. Almond ve J. Bingham Powell sistem kavramını toplum bilimlerinde kullanmayı önermişlerdir.

Latin ve Grek kökeninden gelen bir kavram olan sistem birbirine karşılıklı bağımlılık ilişkileriyle bağlı parçalardan oluşan bütüne verilen addır. Sistemin en önemli özelliği en ufak bir parçası bile değişse, bütünün bundan etkilenmesi ve değişmesinin kaçınılmaz olmasıdır.

Bu parçaların ne olduğu farklı kuramcılar tarafından farklı şekilde ifade edilmiştir. Örneğin, Almond’a göre bunlar yasama, yürütme, yargı, parti, medya ve basın, çıkar grupları v.b. gibi siyasal yapılardır. Farklı kuramcılar bu parçaların üzerinde fazla durmamışlar, siyasal sistemlerin toplumsal, iktisadi, kültürel, uluslararası çevrenin içinde konumlu olduğuna vurgu yaparak, o çevre ile olan etkileşimlerini araştırmışlardır. Easton için çevreden gelen etkiler ve siyasal sistemin buna ne derecede yanıt verebildiği onun varlığını veya hayatta kalmasını sağlayacak temel ve en önemli sistemik özelliktir. Sisteme çevreden gelen girdiler ve sistemin çevreye tepkime olarak verdiği çıktılar siyasal sistemin varlığını ve sürdürülebilmesini sağlamakta en kritik olan etkileşimlerdir.[1]

Siyasal sistemin işleyişini sağlamakta etken olan, çevreden gelen girdilerin çıktılara dönüşmesini sağlayan yapılar ve bunların gördüğü işlevlerdir. Bu yapılar arasında çıktıları üreten mekanizma hükümet olup onda görev alan yetkililer (authorities) ve onların çalışma esasları, görev ve yetkileri ile bunların birbirlerine olan ilişkileri sisteme çevreden gelen girdilerin nasıl ve ne kadar hızlı olarak işlenerek çıktılara dönüştürüleceklerini belirleyecektir. Almond bu sebeple yetkilileri siyasal sistemin temel öznelerinin başında saymıştır.

Onların birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen, yetki alanlarını çizen ve uygulamada belirli yazılı yazısız kurallara göre çalışmasını sağlayan siyasal rejimdir.  Siyaseti bir tiyatro oyununa benzetirsek, onun senaryosunu oluşturan oyunun kurallarına siyasal rejim adı verilmiştir. Siyasal rejim bir siyasal ideolojinin de etkisiyle tasarlanan kural, davranış, gelenek, görenek ve resmi yönetim doktrinine verilen addır ve siyasal sistemin ikinci temel öznesidir.

Nihayet, siyaset bir toplumda oluştuğunda o toplumun siyasete konu olan tüm üyelerinin oluşturduğu topluluğa, siyasal topluluk (political community) adını veren Almond, onu da üçüncü temel özne olarak tanımlamıştır.

Bir anlamda siyaset olgusu siyasal topluluğun tekil üyeleri, onların oluşturduğu gruplar ile siyasal yetkililer (otoriteler) arasında siyasal rejimin kurallarına göre oluşan etkileşimlerden ibarettir.

Siyasal rejim gerek siyasal yetkililerin, gerek siyasal topluluğu oluşturan tüm bireylerin etkileşimlerini düzenleyen yazılı ve yazısız kural, norm, ilkelerden oluşur ve temelinde anayasa vardır. Siyasal rejimi dar anlamda anayasa ve siyasal yasalar (seçim, seçimlerin finansmanı, partiler yasaları, meclis içtüzüğü v.b.) olarak da anlayabiliriz. Siyaset bilimindeki sistem yaklaşımına göre anayasa değiştiğinde siyasal rejim, siyasal rejim değiştiğindeyse siyasal sistem değişir.

Siyasal rejimlerse siyaset biliminde üç değişik tip olarak sınıflandırılmaktadırlar: Demokrasiler, Otoriter ve Totaliler rejimler. Demokrasiler de üç temel tip olarak sınıflandırılmaktadırlar: Parlamenter Demokrasiler, Başkanlık ve Yarı – Başkanlık Demokrasileri. Parlamenter demokrasiler de iki değişik yapıdadırlar: Çoğunlukçu (Majoritarian) Parlamenter Demokrasiler ve Temsili / Çoğulcu (Representative / Pluralist) Parlamenter Demokrasiler. Bunlar genel ideal tiplerdir. Bu tiplerin hiçbirinin özellikleri hayattaki görgül (ampirik) örnekleriyle tıpa tıp benzeşmez; benzeşmesi de gerekmez. Bunlardan birisine en ziyade benzeyen hükümet işleyişine siyaset biliminde yukarıda sayılan rejim tiplerinden birisinin adı uygun görülür. Örnek vermek gerekirse, İsviçre Çoğulcu Demokrasi, Britanya Çoğunlukçu Demokrasi, Fransa Yarı-Başkanlık, Amerika Birleşik Devletleri de Başkanlık rejimi olarak anılırlar.

 

Siyasal Rejimler: Tanım ve Uygulama Örnekleri [2]

Demokrasiler: Parlamenter, Başkanlık ve Yarı Başkanlık

Britanya’nın çoğunlukçu demokrasisi

On yedinci yüzyılda Britanya’dan donatılan gemilerle Afrika kıtasının Batı sahillerine uğranarak oradan temin edilen emek (siyahi köleler) Atlantik Okyanusu’nun batısındaki Jamaika veya Louisiana’ya götürülüp satılıp bunun karşılığında şeker kamışı veya pamuk alınmıştır. Bu mallar Britanya’nın limanlarına getirilip orada satıldıklarında yatırılan her bir sterline karşı on, on bir sterlin gibi muazzam bir kar söz konusu olmaya başladı. Bu yüzyılın sonunda Britanya’daki Birleşik Krallık’ta sigorta şirketlerine, onların kurduğu ve sahibi oldukları bankalara, bankaların iştirakleri olan şirketlere sahip olan, gelir ve sermayesini devletin ve hükümetin yaptıklarından bağımsız olarak edinen bir toplumsal sınıf ortaya çıktı. Bu girişimci iş adamları ve tüccarlardan oluşan, kentlerde yaşayan sınıfa burjuva sınıfı veya toplumun en üstündeki aristokrat sınıfın altında ama işçi ve köylü sınıflarının ise daha üstünde bir mevkide olmaları hasebiyle orta sınıf adı da verildi.

Devleti mutlakıyetle yöneten kral bu orta sınıfın gelirine, malına mülküne el atıp da onlardan bol vergi alıp ordu kurmaya ve savaşlarını finanse etmeye yönelince dirençle karşılaştı. Önce 1648’de sonra da 1688’de iki defa krallığa karşı savaşan İngiliz orta sınıfı bu mücadeleyi kazanarak kralın yetkilerini kendi temsilcileri eliyle ve kendilerine hesap veren Parlamento’nun alt kamarası olan Avam Kamarası‘nda toplamaya başladılar. Bu süreç 1832’deki siyasal reformlarla tamamlandığında devlet başkanı olan kralın sadece başbakanı atamaktan ve hükümetin yazıp da kendisine verdiği hükümet programını okumaktan başka siyasal bir yetkisi kalmadı. Başbakanlar o derecede güçlendi ki 1850’lerde başbakan olan Gladstone için, başbakandan daha güçlü Amerikan başkanlarından biraz daha güçsüz olma anlamında yarı-başkan (semi-president) tabiri kullanılmaya başlandı.[3]

Britanya’da bu dönemde sadece tek bir derin toplumsal fay hattı vardı. Bu hat ülkeyi, aristokrat (toprak soyluları ve kralın akrabaları), burjuvazi (orta sınıf, iş adamları ve tüccarlar), proleterler (işçi sınıfı), çitçiler ve lumpen – proleterler (hiçbir işte çalışacak beceri ve yeteneği olmayan alt sınıf) olarak çeşitli toplum sınıflarına sosyo-ekonomik olarak ayırmaktaydı. Renk, etnik/dil, din, mezhep, cins v.b. ayrımlar Britanya toplumunda önemsenmiyordu.  Siyaseten etkili olabilecek bir seferberliğe temel hazırlayabilecek bir içerik de bulunmuyordu. Bu ortamda iktidarı Parlamento’nun alt kamarasını denetlemek suretiyle elinde bulundurmak için yapılan temsilci seçiminde en fazla oyu alanın kazandığı tek sandalyeli seçim uygulaması (first-past-the-post) yeterli görüldü. Seçimde yalnız orta ve aristokrat sınıflara mensup erkekler oy verebiliyordu.

Bu çoğunlukçu espriyle düzenlenen seçimlerle seçim günü kimin seçildiği belli oluyor, ondan hesap sormak ve onu icabında değiştirmek de kolaylaşıyordu. Böylece hesap sormanın kolaylığını vurgulayan, ama yeterince çoğunluk olmadığında küçük bir azınlığın oyuyla seçim çevresini pek de temsil etmeyen bir biçimde seçilmenin önem arz etmediği bir uygulama yerleşti.  Bu sistem uygulamada çoğunluğa her zaman ulaşılamadığı için en çok oyu alanın seçilmesiyle sonuçlanıyor. O zaman da örneğin en çok oyu alan aday %21 oy aldığında oy verenlerin %79’u temsil olunmamış oluyor. Ancak, bu temsil adaletsizliğini Britanyalılar önemsemiyorlar. Onlar için kimin birinci olduğu (ipi ilk göğüslediği) önemli, çünkü hesap sorabilecekleri kişinin kim olduğunu böylece saptamış oluyorlar. Onlar için temsilcilerinden hesap sormak, her oy verenin oyunun temsil edilmesinden daha önemli

Parlamentoda da sandalye çoğunluğuna sahip olan siyasal grubun (zamanla partinin) yönetmesi, diğerinin de azınlıkta muhalefet olarak kalması yoluyla bir yönetim kabul edildi. Zaten toplumda iki sınıf, aristokrasi ve burjuvazi ve Parlamento’da da muhafazakar Tory ve liberal Whig grupları bulunduğundan bu sitem 18. ve 19. yüzyıl boyunca fazla sorun oluşturmadan aristokrasi – burjuvazi uyuşmasıyla meşruti monarşi olarak iyi çalıştı. Ancak, 20. yüzyılda işçi sınıfının güçlü bir biçimde siyasete girme talebinde bulunmasıyla sistem değişti. İki partili parlamento ağırlıkları Whig’lerin zamanla güç kaybına neden olsa da bu yapı sürdü. Bu süreçte yargı bağımsız, tarafsız, dürüst ve ehil bir yapı olarak kuruldu ve çalıştı. Merkezi bir sistem olan bu çoğunlukçu yapıda parlamento halkın yokluğunda temsilcilerinin halkın onlara verdiği yetkiyle aynen halk olarak hareket etme yetkisiyle donatıldıklarından, Yasama Üstünlüğü esasında ve yazılı olmayan bir anayasa ile yönetildi. Parlamento’nun çoğunluğunun desteğini alan yetkililerin yürütmede de Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nu oluşturmaları nedeniyle bir yasama – yürütme füzyonuna neden olmasına karşın parlamento grubu içinde başbakan ve bakanlara hesap sorma, zaman zaman kıdemsiz milletvekillerinin (backbenchers) ayaklanmaları diye adlandırılan karşı koymalarla yasama denetimi de oluştu ve sürdü. Britanya bugün demokrasi denildiğinde çoğunlukçu demokrasisi ile yönetilen bir temel demokrasi modeli olarak anımsanmaktadır.

Farklı toplumsal yapılar ve çoğulcu demokrasi ihtiyacı – İsviçre Örneği

Buna karşılık birçok toplumda toplumu oluşturan farklı din, mezhep, etnik v.b. gruplar Britanya’dakinden çok daha güçlü bir biçimde toplumda fay hatları oluşturmaktadırlar. Ayrıca, kentli – köylü ayrımı, kilise – laikler ayrımı, yerliler – göçmenler, beyaz – siyah derililer ayrımları da aynı derecede sürekli, derin ve ayrımcılıklara neden olan toplumsal fay hatları oluşturmaktadırlar.[4] Bu toplumları sadece sosyo-ekonomik tabakalar itibarıyla ayrılmış olarak kabul ederek yönetmek mümkün olmamaktadır. İsviçre, katolik – protestan, Fransız, Alman, İtalyan dil ve milli grupları olarak bölünmüş kantonlar halinde yaşayan bir toplumdan oluşur.  Burada din, mezhep, dil, laiklik gibi konular etrafında büyük farklılıklar, duyarlılıklar ve çatışmalar ortaya çıkabilmektedir; nitekim 1850’lerde İsviçre bir iç savaş yaşadıktan sonra son derecede gevşek bir birlik (konfederasyon) olarak bir arada kalmayı becerebilmiştir. Bu durumda bir çoğunluğun hep seçim kazanması, diğerlerinin hep azınlıkta kalmaları seçimlere ve temsili demokrasiye olan inancın azalmasına ve siyasal çatışmaların doğmasına yol açmaktadır.  Onun için bu tür toplumlarda seçim sistemlerinin hesap vermeyi kolaylaştırmasına fazla önem verilmezken, siyasal temsilin hiç bir azınlığı sürekli olarak dışarıda bırakmamasına özen gösterilir.

Seçimler temsili olduğu gibi yasama organındaki gruplar (partiler) da bu temsililiği yansıtacak biçimde irili ufaklı çok sayıda olmaktadır. Artık bir partinin çoğunluğuna dayanan bir yönetim söz konusu değildir; tersine, olabildiğince geniş olarak temsil edilen partilerin bir araya gelerek ittifak kurdukları koalisyon hükümetleri yönetir. Parlamento’daki muhalefette de bu durumda çok sayıda parti olacaktır. Bu da yeterli görülmediğinden, halkın yeterli sayıda imza toplayarak kanun teklifi sunması (inisiyatif), bazı konuları doğrudan halk oyuna sunarak kanunlaştırması (referandum) ve göreve seçilmiş bir yetkiliyi, yeterince imza toplayarak halk oyu ile görevden azletmek (recall) gibi doğrudan katılımcı demokrasi süreçleri de hayat geçirilmiştir. Burada çoğulculuk, herkese eşit söz hakkı vermek, herkesi adam yerine koymak, hiç kimseyi dışlamamak, herkesi süreç ve kurumlara dâhil etmek, kucaklayarak ortak çalışmak, müzakerelerle ortak politikalar üretmek yoluyla yönetim söz konusudur. Bu durumda da yürütmeyi denetleyen çok sayıda siyasal parti, adeta veto yetkisi kullanarak yasama organında yer alır. Ayrıca, bireyden sivil toplum gruplarına kadar geniş bir çevre de özgürce şikâyet etmek, doğrudan demokrasi araçlarını kullanmak, protestoda bulunmak v.b. yollarla yürütmeyi kontrol altında tutar. Bu demokrasi rejimine çoğulcu, temsili, uzlaşmacı (consociational) gibi adlar verilmiştir. İsviçre Çoğulcu/Temsili Demokrasi tipinin temel modeli olmuştur. Dünyadaki bütün demokrasi uygulamaları ya Britanya’daki ya da İsviçre’deki bu iki modelden birisinden türemiştir.

Başkanlık

Üçüncü demokrasi tipi Başkanlık diye ABD’nde anılan 1780’lerde kurulan katı kuvvetler ayrılığına ve kurumsal denge ve denetlemeye dayalı bireysel özgürlükleri garanti altına alan rejimdir. Başkanlık rejimi Britanya’daki çoğunlukçu rejimden türemiştir. Bundan önce ele aldığımız iki rejim Monarşilerde de çalışabildiği halde, Başkanlık rejimi sadece Cumhuriyetlerde çalışabilir.

1776’da Britanya’ya karşı yürüttüğü Bağımsızlık Savaşı’nı kazanan ABD’li vatanseverler (patriots) yeni kuracakları hükümetin esaslarını tartışmaya başlamışlardır. Krallık olan Britanya rejimini bir zulüm (tyranny) olarak tanımladıklarından monarşiyi reddetmişler ve yerine Cumhuriyet kurmaya karar vermişlerdir. O zaman Cumhurbaşkanı’nı halkın iki dereceli seçimiyle seçmeye karar vermişlerse de, yazarlığı James Madison’a atfedilen Federalist Papers’da belirtildiği üzere, halkın oylarıyla da seçilse iktidara gelen bir Başkan’ın iktidarın yozlaşması yasası gereği suistimal edilebileceğini ve bunun da adil bir sonuç olmayacağını vurgulamışlardır. Federalist Papers o zaman neden Bağımsızlık Savaşı verdik, vatanseverler niye öldüler? diye sormuştur. Halkın oyları adil olmayan bir uygulama sonucunda oluşanı kendiliğinden adil hale getirmeyecektir kabulünü yaptıktan sonra, asıl olanın muktedir olanın zulmetmesini engelleyerek uğruna savaştıkları özgürlükleri (civil liberties) garanti altına almak olduğuna karar vermişlerdir. O zaman Başkan’ın gücü de yönetimi de sınırlı bir hükümet yönetimi olmak zorundadır ve bunu garanti etmenin tek yolu da onun karşısına güçlü, yetkili kurumlar koymak ve bunların Başkan’a direnmesi, onun kararlarını veto etmesi olarak görülmüştür. O halde yasama, yürütme ve yargı ayrı ayrı doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilecek, bunların yetkileri birbirinden faklı olacak, hiçbiri diğerinin alanına müdahale edemeyecek ve her üçü bir konuda hemfikir olmazsa hükümet hiçbir karar, yasa, tüzük, yönetmelik üretemeyecek ve halkın özgürlüklerini yapacakları düzenlemelerle (regulations) sınırlayamayacaklardır. Ayrıldıkları Britanya’dan farklı olarak bu tür bir düzenleme için yazılı bir anayasayı zorunlu olarak görmüşlerdir. Ayrıca, o tarihte bir konfederasyon olan ABD’nin merkezi (federal) hükümeti ile onu oluşturan devletler (states) arasındaki yetki dağılımını da düzenlemek için yazılı bir anayasaya gerek duymuşlardır. Bu anayasaya uyulmasını gözetmek için de yargıyı yetkili olarak kabul etmişlerdir. ABD’nde herhangi bir yargıç bir yasanın anayasa aykırılığına karar verebilirse de buna yapılacak olan itirazların en son karara bağlandığı merci en üst temyiz makamı olan Yüce Mahkeme’dir. 1803 tarihinde Yüce Mahkeme aldığı bir karar ile Anayasaya uygunluk konusunda da kendisini son temyiz mercii olarak tanımlamış ve o günden beri anayasa yargısı olarak da çalışmıştır.

Yarı Başkanlık – Fransa

Dördüncü ve son demokrasi tipi ise 1919 yılında, hem o tarihte Rusya’dan yeni ayrılarak bağımsız olan Finlandiya’da, hem de Almanya’da kurulan, ama 1958’den itibaren Fransa’da kurulduktan sonra daha çok Fransız Beşinci Cumhuriyeti ile anılan yarı-başkanlık sistemidir. Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti 1933’te Nazilerin iktidara gelmesiyle çökmüş, Finlandiya da 1999’da anayasasını değiştirerek Parlamenter rejime geçmiştir. Fransız Beşinci Cumhuriyeti bir Başkanlık ve Çoğunlukçu Parlamenter demokrasi kırması, melez bir uygulamadır. Halk hem devlet başkanını, hem de yasama meclisini seçmekte, meclisten çıkan bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan hükümet meclise karşı güvenoyu alarak sorumlu olmaktadır. Başkan Meclis’e karşı sorumlu olmamakla birlikte, Meclis’in çıkarttığı yasaları veto edebilmekte, Meclis’i feshedebilmekte, altı aya kadar olağanüstü hal ilan edebilmektedir.  ABD uygulamasında da Başkan’ın yasaları ve bütçeyi veto yetkisi olmakla birlikte, Meclisi feshedemez. Onun için yarı-başkanlık uygulaması, özellikle başkan ve yasama çoğunluğu aynı partinin elindeyse, bir başkanlık yönetimine dönüşmekte, başbakan ve bakanların esamisi pek okunmamaktadır. Ancak bunun tersi söz konusuysa, o zaman başkan ve başbakan ve bakanlar kurulu farklı politikalar izlemek istediklerinde çatışmaktadırlar. Bunu Fransızlar bir siyasal centilmenlik anlaşması olan cohabitation ile çözmelerine ve başkan yönetimi başbakan ve hükümetine bırakmasına karşın bunun hukuki bir garantisi bulunmamaktadır. Bu sistem hem Britanya’daki gibi çoğunlukçu demokrasi, hem de ABD’deki gibi başkanlık rejimi olarak işlemeye yaklaşmaktadır. Fransız siyaset bilimcilerinden Duverger bu sisteme bir çeşit seçilmiş krallık adını vermiştir. Başkan bazen mutlakiyetçi bir kral yönetimi, bazen de Britanya’daki gibi simgesel devlet başkanı yönetimi göstermektedir.  Yasama organı bir hayli güçsüzdür; yine de yargının bağımsız, tarafsız, dürüst ve ehil olarak çalışmasıyla hukuk devletine dayalı bir demokrasi uygulaması sürebilmektedir.

Bu dört demokrasi tipinin hepsinde de esas olan halkın halk tarafından ve halk için yönetimini sağlamaktır. Onun için seçmenin siyasal karar alırken olabildiğince şeffaf bir siyasal süreci izleyebilmesi, olabildiğince bilgiye kolay ve engelsiz ulaşabilmesi, farklı ideoloji, çıkar ve sermaye gruplarının yönettiği özgür basın ve medya kurumlarının haberlerini izleyebilmesi, fikirlerin özgürce ifade edildiği bir ortamda kararını oluşturması esastır. Bu tür seçimlerin demokratik dürüstlüğünden bahsedilebilir. Seçim yasalarının kampanya koşullarını tüm parti ve adaylar için eşit kıldığı bir ortamda yapılan yargı denetimindeki seçimlerde adil ve özgür bir sürecin oluştuğu kabul edilir. Bu tür seçimlere katılan ve gizli oy verip açık sayımla sonuçların ilan edildiği seçimler demokraside siyasal katılma ve siyasal temsilin kesiştiği kurumsal yapıyı oluştururlar. Siyasal katılma seçimle sınırlı olmayıp, toplantı, barışçıl gösteri, siyasal parti ve örgütlere üyelik, yetkililerle temas, görüşme, hesap sorma gibi eylemleri de içerir. Siyasal temsille birlikte siyasal katılma halkı yönetimde söz sahibi kılma, dâhil etme (inclusivity) araçlarıdır. Bunların yanı sıra çağdaş demokrasilerin tümünde siyasal muhalefetin özgürce, rahatça, hiçbir taciz, sansür, kısıtlama ve saldırıya uğramadan çalışması esastır.

Muhalefet demokrasi tanımının ayrılmaz temel parçasıdır. Muhalefetin olmadığı veya göstermelik olduğu ortamlarda demokrasi yoktur. Demokrasiler halkın karar almaya dahil edilmesini (inclusivity) ve beğenmediği siyasal kararları eleştirmesi, değiştirmeye çalışması (contestation) esasına göre çalışan rejimlerdir.  Bunun için de siyasal katılma, temsil ve muhalefetin büyük saygı ve itibar gördüğü ortamlarda demokrasiler çalışır.

Otoriter ve Totaliter Rejimler

Otoriter rejimler yukarıda saydığımız iki koşulun, halkın siyasal karar alma süreçlerine dâhil edilmediği, dışlandığı ve muhalefetin baskılandığı rejimlerdir.

Bu tür rejimler halkın yeterli bir kısmının oyunu alarak iktidar olan bir siyasal partiye dayansa bile, halkın ve halk için yönetimi olmayıp, halk tarafından bir azınlığın çıkarına hizmet eden bir yönetim biçimidir.  Bu rejimlerde siyasal katılma, iktidar tarafından seferber edilmediği zaman başkaldırı, siyasal temsil iktidardaki parti ve güçlere destek vermek için yapılan merasim ve muhalefet de fitne, fesat ve fücur olarak kabul edilmektedir.

Bu süreçlerin tamamen denetlendiği, halkın siyasal katılmasının sadece plebisit mahiyetindeki seçimlerde iktidara destek vermek veya iktidarı destekleyen miting ve nümayişlerde yer almaktan ibaret olduğu, temsilin de sadece iktidardakilere destek ve meşruluk temini için yapılmak zorunda olduğu ve en ufak muhalif sesin bastırıldığı uygulamalar ise totaliter rejimler olarak kabul edilirler.

Totaliter rejimler adlarından da anlaşılacağı gibi total, mutlak kontrol amaçlayan rejimlerdir. Herkes her dakika her ortamda gözlenmekte ve dinlenmektedir. İnsanların rüyalarını bile iktidarda olanlar belirleyecektir. Sovyetler Birliği’nde çocuklar anne ve babalarının evde konuştuklarını siyasal yetkililere rapor etmekle okullarında görevlendirilmişlerdi. Haber alma kaynaklarının tamamı denetim altında olacak, insanların birbirleriyle konuşmaları, dedikodu dahi yapmaları duyulmaksızın, denetlenmeksizin olmayacaktır. Otoriter rejimlerde, belki de siyasal gücün yetersiz olması dolayısıyla bir nebze mahrem hayat olsa da totaliter rejimlerde bu tür bir serbesti kabul edilmez. Teknik olarak belirtmek gerekirse, demokrasiler sivil toplumun çok güçlü olduğu, devletin buna saygı gösterdiği rejimlerdir. Totaliter rejimler ise sivil toplumun hiç olmadığı, kişinin hiçbir mahrem hayatı bulunmamasına özen gösterilen, her şeyin ve herkesin devletin denetiminde olduğu rejimlerdir. Totaliter rejimler bu yaklaşımlarını meşru kılan bir siyasal ideoloji ile yönetilirler. Otoriter rejimler ise sivil toplumun zayıf, devletin geniş bir alana yayıldığı demokrasi ile totaliter rejimler arasında kalan uygulamalardır. Bunların bir kısmında rejimi meşrulaştıran bir ideoloji de mevcut değildir; özellikle askeri darbe sonrası kurulan rejimlerin temel vurgusu siyasal istikrarı tesis etmek gibi dar kapsamlı ve geçici hedeflerdir.

Demokrasi için kişi özgürlükleri ve insan hakları ve onları koruyacak bağımsız, tarafsız, dürüst ve ehil çalışan yargı vazgeçilmez araçlar olurken, totaliter rejimler için bu değerler yerine faşizm uygulamalarında devlet, millet, kahramanlık; komünizm uygulamalarında da devrim, burjuva sömürüsünü sonlandırma, emperyalizmle savaş, proleterya ihtilali v.b. idealize edilirler.

Otoriter rejimlerse ideolojik değerleri itibarıyla türdeş değillerdir, ama muhafazakarlık, aile, din, spor (futbol) v.b. geleneksel pragmatik ideallere ve uygulamalara halkı özendirirler. Portekiz’deki otoriter rejimin diktatörü Salazar Portekiz’i üç “F” sayesinde yönettiğini iddia etmiştir: Fado (folklorik müzik), Futbol ve Fatima (din).

Yirminci yüzyıldan itibaren dünyadaki siyasal sistemlerin çok büyük çoğunluğu kitlesel siyasetin ürettiği ve dolayısıyla halka dayandığını iddia eden uygulamalar olmuşlardır. Bu açıdan en totaliter rejimler bile, örneğin Kuzey Kore veya eski Sovyetler Birliği halka dayandığını ispat için zaman zaman seçim yapmışlar, tek parti ve tek liste ile yapılan seçimlerde plebisit mahiyetinde destek temin etmişlerdir. Bugün çeşitli ölçüde kısıtlı rekabet koşullarında yapılan seçimlerle meşruluklarını ispat etmeye çalışan otoriter ve totaliter rejimler mevcut olup bunlara rekabetçi otoriterlik (competitive authoritarianism) adı uygun görülmektedir. Dolayısıyla, son yıllarda demokrasi modelleri istikrar kazanırken, çeşitli otoriter uygulama tipleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Burada sayılan rejim tipleri arasında en fazla çeşide sahip olanı otoriter rejimler olmaya devam etmektedir.

Sonuç

Buraya kadar yapılan anlatımdan ortaya çıkan görüntü aşağıdaki tabloda sunulmuştur. Bu tablodaki her hücrede gösterilen özellikler doğal olarak ideal bir ortamda söz konusudur. Görgül olarak dünyada ortaya çıkan uygulamalarda bu tablonun hücrelerini oluşturan veriler bir dereceye kadar mevcut olup, her zaman tam ve mükemmel olarak mevcut değillerdir. Onun için de demokrasi konusunda dünyada yapılan ölçümlerde, örneğin the Economist Intelligence Unit’in ürettiği Democracy Index’lerde demokrasiler tam demokrasi, defolu (flawed) demokrasi, melez rejimler ve otoriter rejimler olarak dört kategoride, tablodaki değerin derecesine göre sınıflandırılmaktadır.[5]

Tablo 1. Siyasal Rejim Karşılaştırmaları

Her anayasa değişikliği siyasal rejimi ve onun aracılığıyla sistemi de değiştiren uygulamalar olduğundan burada sıralanan üç temel rejim tercihi olan demokrasi, otoriter ve totaliter rejimlerden birisine daha yakın gelen bir içerikte olur. Yukarıda yapılan tanım, saptama ve olgusal betimlemelerini gösterdiğimiz Tablo 1’i bir rehber olarak kullanarak herkes Türkiye’de yapılacak olan 16 Nisan 2017 halk oylaması sonrasında ortaya çıkacak anayasanın ne içerikte olduğuna karar verebilir.

Bu bilimde karşılaşılan bir işlemselleştirme veya ölçme işlemidir. Bunun gizemli ve anlaşılmaz bir yanı olmadığı gibi, burada işlenen özelliklere bakılarak, yukarıda belirtilen hangi ideal tipe Türkiye’nin yapacağı anayasa değişikliği ile daha da yaklaşacağına her okuyucunun kendisinin karar vermesi de mümkün ve hatta kolay olduğundan bu hususta ayrıca bir çıkarsama yapmaya gerek duymuyoruz.

 

Ersin Kalaycıoğlu, Mart 2017
Sabancı Üniversitesi, Bilim Akademisi Üyesi

_______________________________________________________________________

Kaynaklar:

[1] Bu konudaki siyaset bilimi kuramlarına ilgi duyanlar için bakınız: İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, (Istanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, 1977), Ersin Kalaycıoğlu, Çağdaş Siyasal Bilim: Teori, Olgu ve Süreçler, (İstanbul: Beta, 1984).

[2] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek için bakınız Sabri Sayarı ve Hasret Dikici Bilgin, Karşılaştırmalı Siyaset: Temel Konular ve Yaklaşımlar, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi, 2014) ve Ersin Kalaycıoğlu ve Deniz Kağnıcıoğlu (der.) Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler, (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi, 2014).

[3] Robert Elgie, Semi-Presidentialism: Sub-types and Democratic Performance, (Oxford, London: Oxford University Press, 2011).

[4] Reinhard Bendix ve Seymour Martin Lipset (der.), Party Systems and Voter Alignments, (New York: Free Press, 1967) ve Lauri Karvonen, Stein Kuhnle (der.) Party Systems and Voter Alignments Revisited, (New York: Routledge, 2001).

[5] The Economist Intelligence Unit, Democracy Index, 2016.

Önceki İçerik22 Mart Dünya Su Günü!
Sonraki İçerikKan grubu nedir?
Ersin Kalaycıoğlu

Bilim Akademisi üyesi Ersin Kalaycıoğlu, 1977-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi (İ. Ü) İktisat Fakültesi Siiyaset Bilimi kürsüsünde doktor asistan, 1982 – 1984 yıllarında da İ.Ü Siyasal Bilimler Fakültesi’nde doçent olarak çalıştı. 1984 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’ne geçti ve 1989 yılında profesörlüğe yükseldi. 1991-2002 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2002’de Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi oldu. 2004-2007 tarihleri arasında Işık Üniversitesi rektörlüğünü üstlendi.

2007 yılından beri Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesidir.