Üniversitenin ana işlevleri doğrultusunda üniversite reformu

Akademiya‘nın, Türkiye’de hayal ettiğimiz bir üniversite sistemi ve araştırma ortamı için gerekenleri ve bunları nasıl hayata geçirebileceğimizi ele alan, yapıcı bir tartışma platformu olmasını amaçlıyoruz. Akademiya yazılarında yer alan fikirler yazarlara aittir.[1]Eğer üniversite öğretim üyesi/araştırmacıysanız 1200 kelime altındaki yazılarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz. Diğer Akademiya yazılarına yanıt yazabilirsiniz.  En fazla bir adet şekle veya tabloya yer verilebilir. Temel referanslar eklenmelidir. Gelen yazılar Bilim Akademisi üyelerinden oluşan bir kurul tarafından değerlendirilecek ve Sarkaç editörleri tarafından yayına hazırlanacaktır.



Herhangi bir şeyi düzeltmeye soyunmadan onunla tam ne amaçladığımızı kuşkusuz iyi bilmek gerekir. Üniversitenin ne işe yaradığını açıklamakta onu yargı düzeniyle kıyaslamayı uygun buluyorum.

Yüzyıllık Cumhuriyetimiz çok alanda başarılı oldu. Bunun yanında karnemiz iki alanda pek başarılı değil diye düşünürüm. Bunlardan birincisi yargı, ikincisi üniversitelerimizdir. Bu iki kurumun ortak paydası, insan aklının en üst değer olduğu bir ortamda, doğruya saygı, onu
aramak, saptamak ve korumaktır.  Yargı, işlev açısından, görece tutucudur. Yol gösterici olan hukuk, kodifiye olmuş bir gelenek, görenek ve içtihatlar ürünüdür. Diğer bir
deyişle hukuk toplumca veya uygarlıkça kabul edileni korumaya çalışır, ancak toplumun değerleri değiştikçe, hukuk ve yargı da değişir.

Üniversitenin olma nedeni ise oldukça farklıdır. Üniversite de bir yandan güncel ve geçerli doğruya saygılıdır, onu yayar, ancak ondan öte sürekli olarak bu doğrunun ne kadar gerçek olduğunu sorgular. Hatırlatayım. Doğru, kural olarak, görece olup, daha evvelden kararlaştırılmış bir norma, standarda uygunluğu belirtir. Gerçek ise doğru denilen normun
doğaya veya sosyal olaylara, onların özel koşullarına göre değişebilen, uygunluğudur. Gerçeğe, bu açıdan bir üst doğru da diyebiliriz. Bu açılardan ve faydacı bir telaşla baktığımızda yargı, düzeni korur.

Üniversite ise daha iyi bir toplum ve düzen peşindedir. Üniversiteler, geleneksel olarak, üç ana görevle yükümlüdür diye düşünülür: I. Üst düzey meslek eğitimi vermek; II. Bilimsel araştırma yapmak; III. Topluma, özellikle onu yönetenlere, sıkışık durumlarda danışmanlık hizmeti vermek. Ancak doğruyu ve gerçeği sürekli sorgulayabilmek her babayiğidin harcı değildir. O nedenle üniversitelerin, pek üzerinde durulmayan bir görevi daha vardır. O da üniversitenin toplumun sivri akıllılarına bir barınak oluşturmasıdır. Öyle ya, yerleşik gerçekle pek barışık olmayıp devamlı olarak onu sorgulamak, bir miktar sivri akıllılık gerektirir. O nedenle de gerçek bir üniversite zaman zaman toplumun ve özellikle onu yönetenlerin huzurunu kaçırır. Hatta kimi durumda bu sivri akıllılar işi vatana ihanete kadar götürebilirler.

II. Dünya Savaşından sonra atom bombası sırrını Sovyetlere veren ünlü Cambridge Beşlisi olayı buna bir örnektir. Söz konusu vatan hainlerine yakıştırılan isim hepsinin Cambridge Üniversitesi mezunu olmalarındandır. Yaptıklarını faşizme karşı dünyayı savunuyorduk yolunda bir gerekçeyle savunmuşlardır. Cambridge Beşlisi olayıyla ilgili iki gerçeğe daha dikkatiniz çekmek isterim. 1. İngilizler Cambridge Üniversitesini komünist yetiştiriyor diye YÖK benzeri bir uygulamayla zaptu – rapta almayı düşünmemiştir; 2. Hatta II. Dünya Savaşını Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kazanmıştır diyenler dahi vardır. Doğrudur,
Almanların ünlü ENIGMA şifre makinasının şifresini çözen matematikçiler; Alman denizaltılarının yerini saptayabilen SONAR sistemini mükemmelleştiren fizikçiler/mühendisler; ilk antibiyotik olan penisilini geliştirip savaş sırasında yaralı askerlerde kullanılabilmesini sağlayan biyologlar/hekimler ve nihayet savaşın, bu kez ülkeleri hesabına çalışan çok başarılı casusları hep bu üniversitelerden yetişen veya oralarda barınabilen sivri akıllılar arasından çıkmıştır.

Üniversitelerin, şaşmaz şekilde gerçeğin peşinde olmak işlevleri, özeleştiri kurumunu, bir yerde acımasız olarak, diri tutmak yükümlülüğünü doğurur. Özeleştiri ise Aydınlanmanın ve dolayısıyla da modern üniversitenin en önemli yapı taşlarındandır. Teslim edelim ki ülkemiz üniversitelerinin en önemli eksiklerinden biri de özeleştiri yoksunluğudur.

Konuyu yakın, hatta biri çok yakın, üniversite tarihimizden iki örnekle biraz daha açayım. Çok da haklı olarak yakınıp durduğumuz 1982 Anayasası, 1981 YÖK’üyle üniversitelerimizin susturulmasından sonra geldi. Kısa bir süre sonra da bu susturulmuş üniversitelerin en köklüsü, maalesef İstanbul Üniversitesi, benim üniversitem, bütün bu olan bitenin baş sorumlusuna fahri doktora, hem de hukuk doktorası verdi. Gerçek bir üniversiteden buna bir feryat kopması gerekirdi, olmadı. Hadi bu salt korku sonucu gerçekleşmiş bir büyük ayıptı. Ancak oldukça güncel, ibretlik ve bu kez fahri olmayıp doğrudan akademik bir doktora öyküsü daha var. Boğaziçi Üniversitesi’nin hâlâ süren onurlu direnişine
büyük saygım, ilgili başka bir gerçeği dile getirmeme engel olmamalı. Söz konusu üniversitenin bundan bir evvelki rektörü, atanma yöntemi kadar, doktora tezinin aşırma dolu olduğu iddialarından dolayı da büyük tepki aldı. Ancak bu rektöre doktora unvanını veren de aynı üniversitenin hocalarıydı ve bu konuda aynı hocalardan ne bir ses ne de bir nefes çıktı. Teslim edelim. Özeleştiri önemli bir eksiğimizdir ve maalesef herhangi bir hukuk düzenlemesi, örneğin bir anayasayla, aydının özeleştiri yükümlülüğü sağlanamaz.

Yaklaşan seçimler ve umutla beklediğimiz yönetim değişikliğinden sonra üniversitelerimize de çeki düzen verilmeye çalışılacağı açık. Söz konusu düzenlemede özetle üç noktaya dikkat edilmesini dilerim.

  1. Bu kötü günlere sadece çıkarcılıkları gözlerini döndürmüş politikacılar, haris müteahhitler, kaçakçılar, dinbazlar ve yanlı yargıçlar nedeniyle gelmedik. Osmanlı’nın düzgün bir üniversitesi yoktu ve ısrarla altını çizerim ki bu üniversitesizlik Osmanlı’nın önemli çöküş nedenleri arasındaydı. Yüzyıllık Cumhuriyetimiz düzgün üniversiteler kurmaya soyundu ancak toplumca doğruya, gerçeğe ve özeleştiriye tahammülsüzlüğümüz zaten zor bir işi daha da zorlaştırdı. Tam tek tük üniversitelerimiz filiz veriyordu, son 40 yıl (tüm Cumhuriyet süresinin yarısından az kısa bir süre) bu yeşeren filizleri kurutmakla geçti. Aynı 40 yılın ikinci yarısı ise tam bir yozlaşma dönemi oldu. Üniversitelerimiz uzun yıllar bir yandan meslek okullarından farksız işlev gördüler, bir yandan da eşit derecede önemli bir diğer amaçlarının kesinlikle kuvvetli bir özeleştiri boyutu da içeren birey sorumluluğuna sahip, demokrasiye saygılı ve nihayet hem doğru hem de gerçek peşinde koşan aydınlar yetiştirmek olduğunu unuttular. Kısacası içimize sindirelim. Üniversitelerimiz hiçbir evrede pek iyi olamadı. İşleri düzeltmek yolunda bugün örnek alabileceğimiz uygulamalar geçmişimizde de çok az.
  2. İyi bir üniversiteye kavuşmanın yolunun öncelikle iyi bir ilk ve orta eğitimden geçtiği saplantısından kurtulmamız gerekir. Diğer bir deyişle üniversite reformu ilk ve orta eğitimden başlamaz, doğrudan üniversiteden başlar. Örnek mi vereyim, hangi kıstasla bakılırsa bakılsın Japonya veya Finlandiya’nın ilk ve orta eğitimde başarıları ABD’nin çok üzerindedir, buna karşın bilim üretmekte ABD üniversitelerine pek yaklaşamazlar. Nesiller boyu hele önce üniversite öncesini düzgün kılalım, üniversite de kendini düzeltir tembelliğini ve yanlışını yaptık. Düzgün bir üniversite kurmanın yolu öncelikle demin söz ettiğim toplumun sivri akıllılarını kurulacak üniversiteye cezbetmekten, onları orada barındırabilmekten geçer.
  3. Üniversite konusunda Batı üniversitelerini örnek almamız doğaldır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken son yarım yüzyılda Batı üniversitelerinde de çok olumsuz gelişmeler olduğudur. Neoliberal akımlar sadece ekonomiyle sınırlı kalmamış, yönetim üniversitesi (managerial university) diye bir kurum ortaya çıkmıştır. Yönetim üniversitesinden kastedilen üniversitenin ana çıktısının piyasa değeri olan, yani satılabilir ürünler olmasıdır. Üzülerek izliyorum ki böyle bir üniversite çıktısı ülkemizde üniversite reformu planlayıcıları tarafından hemen benimsenmiş ve Millet İttifakı’nın Mutabakat Metnine de girmiştir. Üniversiteden öncelikle satılabilir ürünler beklemede en az üç ayrı sorun vardır:

i. Satılabilir ürün üretmek bilimin değil teknolojinin işidir.
ii. Üniversitede çalışan bilim insanlarınca erişilen yeni bilgi veya buluş da satılacak bir üründür diye düşünülebilir. Ancak dürüst bir bilim insanı ulaştığı yeni bilgi veya buluşu bir an evvel meslektaşlarıyla paylaşmak sorumluluğunu da taşır. Halbuki ana amacın ticari olması, son aşamada, şaşmaz bir şekilde değinilen paylaşıma ve dolayısıyla bilimin gelişmesine engel olur.
iii. Üniversitenin çok önemli bir bileşeni olan sosyal bilimlerde satılabilir piyasa değeri olan buluşlar yapmak hemen hemen imkansızdır.

Bu üç önemli nedenle de günümüzde Batı’nın saygın üniversitelerinde yönetim üniversitesi modeli giderek sorgulanmaya başlanmıştır. Günümüzde gittikçe güç kazanan Açık Bilim (Open Science) akımı bu sorgulamanın bir parçasıdır. Buradan giderek Üniversite reformu planlayanların Batı’dan örnek alırken Batı üniversitelerinin güncel değil 40-50 yıl öncesine
bakmaları sanırım daha yararlı olacaktır.

Özetle, planlanan üniversite reformunun gerçekten etkili olabilmesi için YÖK kalksın/kalkmasın, rektörler seçimle/atamayla gelsin, devlet/vakıf üniversiteleri tartışmalarının ötesinde de çok önemli ve maalesef üzerinde durulmayan ana sorunlar vardır. Arzulanan kapsamlı bir reformun başlangıç noktası belki de, ülkemiz bilim insanlarınca toplum önünde yapılacak dürüst bir özeleştiri olmalıdır. Ondan sonra da, bıkmadan, usanmadan, gerçek bir üniversitenin ne olduğu topluma anlatılmalıdır. Meslek
okullarını topluma üniversite diye sunmak aldatmacasına artık elbirliğiyle son vermeliyiz.

Hasan Yazıcı
Bilim Akademisi üyesi


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Eğer üniversite öğretim üyesi/araştırmacıysanız 1200 kelime altındaki yazılarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz. Diğer Akademiya yazılarına yanıt yazabilirsiniz.  En fazla bir adet şekle veya tabloya yer verilebilir. Temel referanslar eklenmelidir. Gelen yazılar Bilim Akademisi üyelerinden oluşan bir kurul tarafından değerlendirilecek ve Sarkaç editörleri tarafından yayına hazırlanacaktır.
Önceki İçerikBu Ay Gökyüzü: Mart 2023
Sonraki İçerikMoore Yasası ve sonrası: Endişelenmeli mi yoksa heyecanlanmalı mıyız?
Hasan Yazıcı

Bilim Akademisi üyesi Hasan Yazıcı, 1963’de Robert Kolej (lise), 1969’da İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirmiştir.  1969-74 yılları arasında  ABD’de iç hastalıkları ve romatolojide uzmanlaşmıştır. 1977’de İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde Romatoloji Bilim Dalını kurup 2012 yılında İstanbul Üniversitesinden emekli olmuştur. Halen Academic Hospital (İstanbul) serbest hekimlik yapmaktadır.

Ana araştırma alanları Behçet sendromu, klinik araştırma metodolojisi ve bilim etiğidir.

2011’de Amerikan  Romatoloji Derneği (ACR) Master ünvanını, 2012’de de Avrupa Romatizmayla Savaş Ligi (EULAR) Üstün Hizmet Ödülünü almış, TÜBA  Bilim Ahlakı Komitesi ve İÜ Etik Kurulu kurucu başkanlıklarını yapmıştır.