Afet ve siyaset hakkında – Siyaset yapmanın zamanı mı?

Siyaset denildiğinde siyaset bilimcilerle konusu ve uzmanlığı dolayısıyla siyasetle ilgilenmeyenler arasında farklı algı ve kabuller olduğunu söylemek kimseyi şaşırtmayacaktır. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız toplumların siyasal hayatından bilinçli veya bilinçli olmadan geliştirdiğimiz bir siyaset algısı hepimizin zihninde yer etmiştir. Türkiye’de bu algı, birçok öğeyi içinde barındıracak bir biçimde, tarihten süzülerek oluşan bir siyasal kültür mirası veya tortusu olarak üremiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda siyaset olgusunu en etraflı araştıran çalışmalardan başlıcası olan Ahmet Mumcu’nun Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl eserinde gayet etraflı bir biçimde tartıştığı gibi siyaset ile katl (ölüm cezası içeren şiddet) bir arada ve birbirinin içine geçmiş bir biçimde hükümdarın mutlak iktidarının bir unsuru ve doğal sonucu olarak kullanılmıştır. Bu anlamıyla siyaset şiddet içerikli bir iktidar mücadelesi olup gayet yüksek bir riziko içeren bir etkinlik olarak kabul edilir. Kazanan devletin sahibi olurken kaybedenin ise ölümle cezalandırılması kaçınılmazdır; “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” ifadesi bunun popülerleşmiş bir anlatısını oluşturmuştur.

Oysa siyaset hakkında ilk yazılı kaynaklardan birisini oluşturan Aristo’ya göre siyaset, insan topluluklarının en yüce (sublime) uğraşı olup insanların sosyal, hatta siyasal hayvanlar (zoon politicon) olarak, topluluk olarak, devletler (polis) halinde yaşamalarını sağlayarak varlıklarını sürdürmeleri ve gelişmeleri için yapılan etkinliklerin adıdır. Aristo’ya göre siyaset olmadan insan türünün sürmesi mümkün değildir, çünkü insanlar tek başlarına uzun süre yaşayamayacak kadar güçsüz varlıklardır; sadece tanrılar ve yırtıcı, vahşi hayvanlar yalnız yaşayabilirler. Onun için insanlar devletler halinde örgütlenen topluluklar olarak var olmuşlardır. Yüzyıllar sonra klasik liberal düşüncenin kurucularından olan Thomas Hobbes insanın doğada özgür ama berbat, hayvani ve kısa (nasty, brutish and short) bir hayatı olduğunu iddia etmiştir. Bu hayattan hoş, hayvani olmayan ve uzun süren bir yaşantıya geçmek için özgürlüğünden feda ettiğini ve güvenlik içinde yaşamak için devlet örgütlenmesini gerçekleştirdiği savını ileri sürmüştür. Uzun yıllar sonra da siyaset sosyoloğu Max Weber devleti, insan toplulukları üzerinde meşru siyasal şiddet tekeline sahip olan yapı veya kurum olarak tanımlamıştır. İşte bir anlamda da siyaset bu meşru tekele sahip olmak için çeşitli bireyler ve gruplar, örgütler tarafından yapılan bir mücadele olarak algılanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyaset bilimciler siyaseti sadece devletle sınırlı olarak görmeyen, daha kapsamlı bir içerikte tüm insan toplulukları için geçerli olarak tanımlayacak bir öneri geliştirdiler. David Easton, The Political System (1953) adlı çalışmasında siyaseti toplumdaki değerlerin otoriteye dayalı olarak tahsisi (authoritative allocation of values) olarak tanımladı. Siyaset toplum için bağlayıcı kararlar alma meşru gücüne (yetkisine, authority) sahip olanlar veya kısaca yetkeler (authorities) tarafından servet, iktidar, aydınlanma (eğitim), esenlik (sağlık) vb. Değerlerin toplumun farklı kesimlerine tahsisiyle ilgili alınan bağlayıcı kararlardan oluşur. Kim, hangi niteliklerine göre, nasıl bir yöntemle toplum için bağlayıcı kararlar (ödül veya ceza ile desteklenmiş kararlar) almakla yetkilendirilmelidir? Yetkeler bağlayıcı karar alırlarken hangi kural, ilke, öncelikler ve nasıl bir yöntem izleyerek, (bir kişi tek başına, birkaç kişi görüşüp uzlaşarak, ittifak ederek mi, birçok yetke bir arada tartışıp oylayarak çoğunluğun tesisi ile mi) yol alacaklardır? Bu kararlar tüm açıları göz önünde bulundurmuş, yeterince hızlı ve etkili olarak uygulamaya konulmuş mudur? Bu kararların alınması sonrasındaki uygulama toplumda haksız yere ayrımcılığa neden olmakta, bazıları kayırılırken bazıları da düzenli olarak dışlanmakta mıdır? Bu ve benzeri soruların tümü siyasettir.

Dolayısıyla siyaset, günlük toplumsal hayatımızın her veçhesiyle, dikkatimizi çeken her türlü değerle ilgili olarak yetkelerin aldığı bağlayıcı kararlarla ilgili olan her şeydir. Siyaset bizatihi, sadece yalın olarak kendi başına iyi, kötü, yanlış, doğru, ahlâklı, ahlâksız, etik veya etik dışı, yüce, aşağılık ve benzeri nitelemeleri çağrıştıracak bir içerikte değildir. Üstelik siyasetin etkisinin en önemli olduğu alan da toplumun yaşantısı, kamu çıkarıdır. Siyaset olmadan toplumun bir kollektif bütün olarak (kamusal) çıkarını gerçekleştirmek olanaksızdır. Zaten bu da insanın, Aristo’nun tanımıyla zoon politikon olmasının, yani devlet içinde bir siyasal topluluk olarak yaşamasının doğal sonucudur. O zaman şimdi “siyaset yapma zamanı değildir!” türünden açıklamalar duyduğumuzda, siyaset bilimciler bu mümkün mü diye sormadan edemiyorlar.

İnsan toplumlarının siyasal yönetimi olarak demokrasi ve temsili demokrasi

Yine hepimizin ilk hocalarından olan Aristo’ya dönecek olursak, zoon politikon olarak yaşamak zorundayız, yoksa bu gezegende yok olup gideriz. Bu bir zorunluk, ama nasıl örgütleneceğiz ve nasıl bir arada yaşayacağız? Aristo bunun üç türlü olabileceğini ileri sürmüştür: Ya tek bir kişinin yetke olarak aldığı kararlara göre yönetileceğiz, ya birkaç kişinin yetke olarak alacağı kararlara göre yönetileceğiz, ya da çok sayıda kişinin yetke olarak üretecekleri kararlara göre yönetileceğiz.

Aristo kendi yaptığı gözlemlere dayanarak her üç tür yönetimin de ikiye ayrıldığını ifade etmiştir. Bir yetke sadece kendi şahsi çıkarını gözeterek yönetebilir, o zaman buna tirani (zulüm) demek doğru olur demiştir. Eğer tek yetke herkesin (toplumun, kamunun) çıkarını gözeterek yönetmeyi başarırsa buna monarşi demeyi önermiştir. Birkaç kişinin sadece kendilerini gözeterek yaptığı yönetime oligarşi, kamuyu gözeterek yaptığı yönetime de aristokrasi adını vermiştir. Çok sayıda kişinin katılarak ve sadece kendilerini gözeterek yaptıkları yönetime demokrasi, kamu çıkarını ve toplumdaki herkesi gözeterek yaptıkları yönetime de politi adını önermiştir.  Zamanla bu sınıflandırma bir kenara bırakılarak demokrasi – politi ayrımı da terk edilmiştir. Bir devletin hükümranlık alanında yaşayanların oluşturduğu halk topluluğunun tamamının kendi kendilerini ve yine kendileri için yönetimine demokrasi adı verilmiştir. Böylece en geniş tanımıyla demokrasi, Amerikan başkanlarından Abraham Lincoln’ün ifadesiyle, “halkın halk için halk tarafından yönetimi” olarak benimsenmiştir.

Burada dikkat edilecek olan husus, hiçbir ayrım yapılmaksızın halk olarak kabul edilen herkesin, yani uygulamada seçmen yaşındaki nüfusun tamamının çıkarı olarak kabul edilenin siyasal yönetimdeki yetkelerin kararlarıyla gerçekleştirimesidir. Burada bir kollektif çıkar veya kamu çıkarından söz ediyoruz. Seçmenin bir ırktan, cinsten, dinden, mezhepten, etnik kimlikten, toplumsal tabakadan, kentten veya kırdan olanının çıkarını aşan bir biçimde, tümünün çıkarının gerçekleştirilmesi için çalışan bir hükümet olarak tasavvur edilir demokratik yönetim. Ancak, burada bir açmazla karşılaşmamak olanaksız. Bugün bu halk birçok devlette büyük sayılara ulaşmış durumda. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında müthiş bir hızla artan dünya nüfusu bugün 8 milyarı aşmış bulunuyor. Aristo’nun araştırmalarında gözlemlediği 5 – 10 bin nüfuslu devletler (polis) artık mevcut değil. 1,4 milyar nüfuslu Hindistan, 340 milyon nüfuslu Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 274 milyon nüfuslu Endonezya, 214 milyon nüfuslu Brezilya, 125 milyon nüfuslu Japonya, 85 milyon nüfuslu Almanya veya Türkiye’yi göz önünde bulundururken,  bir de bunların yüzbinlerce kilometrekareye ulaşan yüzölçümleriyle birkaç zaman dilimine yayılmış bulunduklarını da anımsamakta yarar vardır.

Bu kapsamdaki halk toplulukları nasıl bir araya gelerek hareket edebilecek, binlerce farklı çıkarın yarıştığı bir ortamda tartışarak bir karara varabilecek ve bunları hayata geçirebilecektir? Bu açmazı ortadan kaldırmak için tüm seçmenlerin katılımıyla (seçimle) oluşan birkaç yüz kişiden oluşan bir temsilciler heyetinin (yasamanın) halktan aldığı vekâlet ve halkın tesciline dayanan meşrulukla yetke olarak kararlaştırdığı birincil kararlar (yasalar) veya yasama kararlarıyla yönetilmesi suretiyle bir temsili demokrasi uygulamasına geçilmiştir.

Bir temsil kurumu olarak siyasal partiler

Temsili demokrasinin çalışması için öncelikle her seçmenin oyunun eşit olduğu (bir kişi, bir oy ilkesi) esasına göre her temsilcinin çok benzer büyüklükteki seçmen gruplarını (seçim çevrelerini) temsil ettiği bir yasama meclisi kurulması söz konusudur. Böylece tüm halk, uygulamada seçmenler, eşit olarak temsil olunacak, her temsilci de yasama meclisinde tek bir oya ve diğer temsilcilerle eşit statüye sahip olarak hareket ederek siyasal kararların üretilmesine katkı verebilecektir. Aynı zamanda her temsilci, vekili olduğu halka (seçmene) hesap vermekle yükümlü olacaktır.

Ancak çağdaş yasama meclisleri çalışmaya başladıkları 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren belirli seçim çevrelerinde seçilen temsilcilerin o çevrelerdeki seçmenin değer, öncelik ve duyarlılıklarına daha hassas olmaya başladıkları ve onları daha büyük bir titizlikle yasama meclisinde savunmaya başladıkları görüldü. Örneğin, kırsal seçim çevrelerinden gelen temsilciler, ülkenin çok farklı coğrafyalarından gelseler de, benzer tarım politikaları ve sorunlarını dillendiriyorlardı. Zamanla bu kişiler yasama meclislerinde kendi aralarında daha sık toplanmaya, fikir teatisinde bulunmaya, ittifaklar kurmaya ve ortak hareket ederek bazı kararların alınmasında diğer temsilcilerden daha etkili olmaya başladılar. Böylece gruplaşmaya başlayan temsilciler yasama meclislerinin içinde hizipler (factions) oluşturdular. Örneğin, Britanya Parlamentosunda 18. yüzyılda kırsal bölgeleri temsil eden ve/veya çoğu büyük toprak sahibi soylular (aristokratlar) olan bu temsilciler Tory adıyla bilinen muhafazakârlar hizbini oluşturmuşlardı. Benzer olarak çoğu kentli seçmeni temsil eden sigorta, banka, sanayi, ticaret erbabı temsilcilerden oluşan ve Whig diye anılan liberaller hizbi de bunun karşısında oluşmuştu.

19. Yüzyılda bu hiziplerin üyeleri, Parlamento’nun toplandığı payıtaht olan Londra’da bir merkezi sekreterya tarafından koordine edilmeye başlandı. Bununla birlikte merkez-yerel örgütlenmeler, hem Parlamento içinde hem de dışında birbiriyle bağlantılı büyük ulusal örgütler haline dönüşerek siyasal partileri oluşturdular. Benzer süreçler, Atlantik Okyanusu’nun batı yakasında ABD ve Kanada’da ve Manş Denizi’nin doğusunda Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, İskandinav ülkelerinde de başlayarak siyasal parti örgütlenmeleri hem yasama içi partiler veya parti grupları, hem de yasama dışında merkezi ve yerel parti örgütleri olarak çalışmaya başladılar. Daha sonra siyasal parti örgütleri demokratik olsun olmasın, tüm halkın yönetme hakkı olduğunu kabul eden siyasal sistemlere yayıldılar.

Siyasal partilerin etkili bir biçimde örgütlenmeleri, çalışmalarıyla birlikte, seçim çevrelerinde bu örgütlere üyelikler oluştu, zamanla üyelik olgusu değer ve istikrar kazanarak kurumsallaştı. Bunun sayesinde siyasal partiler kendi düşünce, inanç sistemleri (ideolojiler) ve programlarını seçmene (halka) anlatma olanaklarını geliştirirken, seçmenleri de organize ederek seçim zamanları hem propagandalarında kullanmak üzere hem de kendilerine oy desteği temin etmek için seferber etmekte (mobilization) başarılı oldular.

Zamanla seçmen (halk) – temsilci ilişkisi doğrudanlığını kaybederek 20. yüzyıldan itibaren artan ölçüde seçmen (halk) – siyasal parti – temsilci ilişkisine dönüştü. Aynı zamanda kuşaktan kuşağa geçen bir siyasal parti tutma ve hatta o örgütlerle özdeşleşme, onlarla bir aidiyet ilişkisi içerisine giren bireyler ve hatta aile, klan, aşiret ve topluluklar oluştu.

Bu gelişmeler demokrasi için yeni bir açmaz oluşturdu. Büyük nüfus ve yüzölçümüne sahip olan ülkelerde siyasal katılma ve temsil olgusunu birleştiren seçimlerde, seçmenin seçtiği temsilcileri eliyle kendisinin etkisini yasama organlarında alınan bağlayıcı (siyasal) kararlarda görmesi kısmen siyasal partiler sayesinde oldu. Ancak bu olgu aynı zamanda sadece bazı siyasal çıkarları ve değerleri savunan bir siyasal partinin uzun süreli iktidarına da olanak sağlayabilir. Bu durumda toplumun geniş bir kesimi hatta çoğunluğu siyasal kararların alınmasında kendilerine olanak sağlanmadığı duygusuna kapılmaya başlamakta ve demokrasiye olan destek, inanç ve güvenleri de sarsılmaktadır. Burada partizan siyasal değer ve çıkarların sadece demokrasinin hedefi olan kamusal siyasal değer ve çıkarlardan ayrışmakla kalmadığı, onları tehdit ettiği ve onların gerçekleşmesini engellemesiyle karşılaşmanın söz konusu olduğu görülmüştür.

Seçim araştırmalarının önemli bir bulgusu hiçbir temsili demokraside seçimi kazanarak yasama meclisi çoğunluğunu elde eden siyasal parti veya partilerin, çok büyük istisnalar dışında hiçbir zaman halkın çoğunluğunu temsil etmemiş olduklarıdır: “Tüm hükümetler azınlık hükümetleridir”.[1]Cuzan, A.  G. (2015) “Five Laws of Politics,” PS Political Science and Politics, (July; doi: 10.1017/ S1049096515000165): 416.

Cuzan’ın 23 demokraside 400 seçimden derlemiş olduğu bulgulara göre demokratik ülkelerde bile seçimlere katılan seçmenin yarısından fazlası iktidara gelen siyasal parti veya partilere oy vermiyor ve iktidara gelen siyasal partilere oy verenler, herhangi bir demokratik seçimde, seçmenin ortalama üçte birine tekabül ediyor.[2]Cuzan, A.  G. (2015) “Five Laws of Politics,” PS Political Science and Politics, (July; doi: 10.1017/ S1049096515000165): 415. Seçim kanunlarının içerdiği oyu yasama meclisi sandalyesine tahvil etme denklemi nedeniyle bu partiler yasama organında çoğunluğa sahip olsalar bile onların seçmen (halk) arasındaki desteği ancak ortalama üçte bir kadardır.

Dolayısıyla, uzayan parti iktidarları bir seçmen (halk) azınlığının değer ve çıkarlarına hizmet eden bir yetkeler heyetinin yönetimiyle çoğunluk üzerinde bir azınlık tahakkümüne yol açacaktır. Bu durumda herkesin (halkın) çıkarına hizmet eden bir uygulama oluşmayacak ve demokrasi yozlaşarak bir tür otoriter diktaya dönüşecektir. Bunu önlemenin tek yolu seçimle iş başına gelen siyasal partileri düzenli aralarla yapılan seçimlerde, bir – iki seçimde bir değiştirmekten geçmektedir. Böylece farklı siyasal partiler ve onların savunduğu değer ve çıkarlar iktidara gelecek ve bir kuşak boyunca tüm seçmen (halk) en azından bazı siyasal karar ve uygulamalarda kendi tercihlerini görebilecek, demokrasiye olan güven, inanç ve destekleri sürebilecektir.

Sonuç: Siyaset yapmamak mı, partizanlık yapmamak mı erdemlidir?

Burada bir hususun daha altını kalın bir çizgiyle çizmekte yarar var. Demokrasi bir kurallar rejimidir. Bu kuralların bir kısmı yazılı olup, anayasa, meclis içtüzüğü ve seçim veya partilerin finansmanı yasaları gibi siyasal yasaları, seçim, siyasal partiler, çıkar grupları, yasama meclisi, yürütme, kamu bürokrasisi gibi kamu kurumlarının varlığı, çalışma esasları, yapısal tasarımları ve yasal çerçevesinden oluşur. Buna istenirse, bilgisayar terminolojisi kullanılarak, demokrasinin donanımı (hardware) da denebilir. Bir de demokrasinin yazılı olmayan ama genel kabul gören, yazısız kuralları (normları) vardır. Bunlara da istenirse demokrasinin yazılımı (software) denebilir. Demokrasinin yazılı kuralları ve yapısal kurumları kendiliklerinden işlemezler, onları çeşitli siyasal aktörler ve genel olarak seçmen ve siyaset erbabı davranışlarıyla çalıştırır. Bu davranış biçim ve biçemleri (üslupları) ve onların tekrarlanmasından oluşan örüntüler (pattern) siyasal kültürün temel unsurudur. Bu davranışları üreten de onları yapan siyasal aktörlerin zihniyet yapıları, varsayımları, siyaset görgü ve anlayışlarıdır. Demokrasinin çalışması ve erdemli bir rejim olarak halk için yönetimin gerçekleşmesi için siyasal kültür ve normlar kritik önemdedir. Örneğin, adil ve serbest (özgür) seçimlerde çoğunluk oyunu alan aday veya siyasal partinin iktidara gelmesi böyle bir kuraldır. Seçimi kaybeden aday veya siyasal partinin muhalefet adayına veya partisine iktidarı barışçıl olarak teslim etmesi de öyle. İktidar ve muhalefet partilerinin yarışması, tartışması veya çatışması demokrasilerde doğaldır; ama bu çatışma ve mücadele zaman zaman uzlaşma veya anlaşmaya dönüşerek kamu (halkın) çıkarının gereklerini yerine getirmesi de zorunludur. Genelde çatışan ama zaman zaman da kritik konularda anlaşarak yönetim demokrasi için elzemdir. Bu gerçekleşmeyecekse, halkın halk için yönetimi de olanaksız olacaktır. Onun için siyasal partilerin demokrasideki rollerine ve bu rolün ürettiği önemli bir zorluğa da dikkat etmek zorundayız.

Siyasal partiler temsili demokrasilerin önemli yapıları veya örgütleri olmakla birlikte, siyasal partilerin savundukları değer ve çıkarlar “özel” çıkarlar olup,[3]Parti kavramı İngilizce veya Fransızca’da “kısım” (part) kavramından türemiştir. Bir bütünün bir kısmı veya parçası olan bir örgüt veya yapı anlamındadır. Tarihi süreçte siyasetin her zaman ve evresinde var olan evrensel bir yapı olan hizip (faction) yapısından türemişlerdir. Onun için ortaya siyasal partiler ilk ortaya çıktıkları zamanlarda bunların hizipler gibi bazı özel ve habis çıkarların örgütlenmesi oldukları düşünülerek bu akıldan çok tutkuya dayanan örgütlenmelere olanak verilmemesi için direnişle karşılaşmışlardır (Bakınız Sartori, G. (2005) Parties and Party Systems: A Framework for Analysis (ECPR): 6 -10). Zamanla partilerin bir yönetim aracı olarak çoğulcu siyasal ortamlarda mevcudiyetinin, muhalefet fikrinin de genel kabul görmesiyle birlikte, hizipten farklı ve genel halk çıkarıyla uzun dönemde bağdaşabileceği kabul edilmiş ve siyasal partilerin hem siyasal katılma hem de temsili hayata geçirebilecek temel kurumlar olabilecekleri düşüncesi kabul görmüştür. aksi ispatlanmadığı sürece sadece bir azınlıktan ibaret olan, onlara oy ve destek verenlerin değer ve çıkarlarını temsil ederler. Dolayısıyla partizan söylem ve propaganda demokratik siyasetin ereği olan halkın (kamusal) çıkarı ile her zaman bağdaşmaz ve onun yozlaştırılmasına neden olabilecek bir içeriktedir.

Ülkemizde sık sık duyduğumuz “siyaset yapmamak” tabiri “partizan siyasal söylemler kullanmamak” anlamındaysa, önemli bir demokrasi savunusu ve ikazı olabilir. Oysa herhangi bir değerin paylaşımı hakkında konuştuğumuz andan itibaren siyaset yapmakta olduğumuzun da bilincinde ve farkında olmalıyız. İmar yasası nasıl değişecektir? Emlak vergilerinin oranı ne olmalıdır? Piyasa ekonomisi mi, devletçilik mi daha önemlidir? Sağlık hizmeti kamu tarafından mı, yoksa özel sektör tarafından mı sağlanmalıdır? Eğitim içeriğinde ne kadar bilimsel ne kadar dini konular işlenmelidir? vb. soru ve konulara değinildiği andan itibaren toplumda değerlerin tahsisi ve bu konuda siyasal yetkelerin aldığı bağlayıcı kararlar, en azından ima yoluyla, tartışmaya dahil edildiği için siyaset hakkında konuşmakta olduğumuz yadsınamaz bir gerçektir.

Bu konular, yurttaşlık duygularıyla bezenmiş olan kişiler için gayet doğal tartışma ve görüşme konuları olacağından, özellikle demokraside günlük hayatın kaçınılmaz bir parçası, hatta mütemmim cüzüdür. O zaman söz konusu olan, partizan (özel) çıkarların savunulması ve çoğunluğa dayatılmasıyla, özellikle çağdaş demokratik bir ortamda, değer tahsisi konularında özgürce tartışmak anlamındaki siyaset arasındaki farktır. Özellikle kamusal değerlerin zedelendiği, tehdit altında olduğu afetlerde partizanlık yapılarak bazı özel çıkarların savunulmasına tepki göstermek doğaldır; ancak aynı ortamlarda kamusal değerleri ve çıkarları savunmak da hem gerekli, hatta zorunlu olduğundan siyaset hakkında konuşmak da gerekli, zorunlu ve hatta erdemlidir. Afet zamanlarında kamusal değer ve çıkarları partizan özel çıkarların aşındırmasından ve yozlaştırmasından koruyalım, ama bunu yapmanın en önemli yolunun da siyasetin kamusal değerlerini savunmak ve ilerletmekten geçtiğini de hatırlayarak yapmak zorunda olduğumuzu unutmayalım.

Ersin Kalaycıoğlu (Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi, Bilim Akademisi)


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Cuzan, A.  G. (2015) “Five Laws of Politics,” PS Political Science and Politics, (July; doi: 10.1017/ S1049096515000165): 416.
2 Cuzan, A.  G. (2015) “Five Laws of Politics,” PS Political Science and Politics, (July; doi: 10.1017/ S1049096515000165): 415.
3 Parti kavramı İngilizce veya Fransızca’da “kısım” (part) kavramından türemiştir. Bir bütünün bir kısmı veya parçası olan bir örgüt veya yapı anlamındadır. Tarihi süreçte siyasetin her zaman ve evresinde var olan evrensel bir yapı olan hizip (faction) yapısından türemişlerdir. Onun için ortaya siyasal partiler ilk ortaya çıktıkları zamanlarda bunların hizipler gibi bazı özel ve habis çıkarların örgütlenmesi oldukları düşünülerek bu akıldan çok tutkuya dayanan örgütlenmelere olanak verilmemesi için direnişle karşılaşmışlardır (Bakınız Sartori, G. (2005) Parties and Party Systems: A Framework for Analysis (ECPR): 6 -10). Zamanla partilerin bir yönetim aracı olarak çoğulcu siyasal ortamlarda mevcudiyetinin, muhalefet fikrinin de genel kabul görmesiyle birlikte, hizipten farklı ve genel halk çıkarıyla uzun dönemde bağdaşabileceği kabul edilmiş ve siyasal partilerin hem siyasal katılma hem de temsili hayata geçirebilecek temel kurumlar olabilecekleri düşüncesi kabul görmüştür.
Önceki İçerikDeprem bölgesinin ülke ekonomisindeki yeri
Sonraki İçerik6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinin ekonomik etkisi
Ersin Kalaycıoğlu

Bilim Akademisi üyesi Ersin Kalaycıoğlu, 1977-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi (İ. Ü) İktisat Fakültesi Siiyaset Bilimi kürsüsünde doktor asistan, 1982 – 1984 yıllarında da İ.Ü Siyasal Bilimler Fakültesi’nde doçent olarak çalıştı. 1984 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’ne geçti ve 1989 yılında profesörlüğe yükseldi. 1991-2002 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2002’de Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi oldu. 2004-2007 tarihleri arasında Işık Üniversitesi rektörlüğünü üstlendi.

2007 yılından beri Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesidir.