“Bilim Akademisi Portreler” söyleşi dizisinin ikinci konuğu, Bilim Akademisi onur üyesi, felsefe profesörü İoanna Kuçuradi. Kuçuradi ile 11 Temmuz ve 1 Ağustos 2021 tarihlerinde iki ayrı yüz yüze görüşme yaptık. İlk görüşmeyi Maltepe Üniversitesinin bahçesinde, diğerini Kuçuradi’nin Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi’ndeki geniş ofisinde gerçekleştirdik.
“Geriye dönüp baktığımda, beni felsefeye götüren büyük olasılıkla değerlendirme göreliliğidir.” diyor İoanna Kuçuradi: “Aynı şeyin farklı insanlar tarafından farklı değerlendirilmesi ve hepsinin de doğru olduğunu iddia etmesi! Olmaz böyle şey diyordum. Ondan sonra teorisini yaptım.”
Kuçuradi, ilk-orta-lise ve lisans öğrenimini İstanbul’da yaptı. İstanbul Üniversitesindeki lisansını bitirdikten sonra aynı üniversitede Takiyettin Mengüşoğlu’nun yanında aday asistan olarak çalıştı. Asistanlığının asaleti tasdik edilmeyince İstanbul Üniversitesinden ayrıldı, Erzurum’a gitti. 1965’te başladığı Atatürk Üniversitesi’nde üç yıl çalıştı. 1968’de Erzurum’dan ayrılıp Hacettepe Üniversitesine geldi ve yeni kurulan felsefe bölümünün başına geçti. 37 yıl çalıştığı Hacettepe’den emekli oldu ve 2006’da Maltepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde öğretime başladı.
Türkiye’de felsefenin akademide ve kamusal hayatta kurumsallaşmasında büyük katkısı olan İoanna Kuçuradi’yi kendinden dinliyoruz.
“Çocukken oyun oynadığımı hatırlamıyorum”
Aile tarihine ya da geçmişe hiç meraklı değilim doğrusu. Annem Çorum doğumlu, o dört yaşındayken bütün aile İstanbul’a gelmiş, çünkü oradan ayrılmak, göç etmek zorunda kalmışlar. Babam İstanbul doğumlu, ailesi Sakız Adasından gelmiş. Ben 4 Ekim 1936’da İstanbul’da dünyaya geldim. Doğduğumda ailem Taksim’deki Alman Hastanesinin karşısında bir apartmanda oturuyormuş. Binanın yanına okul yapılınca o daireden çıkmak zorunda kaldık. Parmakkapı Sokak’ta bir yere taşındık. Oradan da Tepebaşı’na geçtik. Ben evden ayrılana kadar bu üç yerde, Taksim ve çevresinde yaşadık.
Çocukken Taksim’de bir bahçeye götürürlerdi, orada çocuklarla ne oynuyorduk bilmiyorum. Kendimi oynarken hiç hatırlamıyorum. Okul öncesi dönemle ilgili pek bir şey hatırlamıyorum. Okula gitmeye başladıktan sonrasıyla ilgili parça parça anılar var.
“El çırptım ceza aldım”
Bizim okulda zeytin ağaçları vardı. Okula gittiğimiz ilk gün yere düşen zeytinleri topladık çocuklarla. Öğleden sonra bir boş saatimiz vardı, o zaman buna “müzakere” derlerdi. Arkadaşım bu zeytinlerle ilgili bir şey söylemişti, ben de elimi çırpmıştım. Başımızda öğretmen olmayan biri vardı, gözetmen gibi, ceza olarak beni ayağa kaldırdı. Okula gittiğim ilk gün ceza aldım. Sonradan annem anlattı, bu olay yüzünden okula gitmek istememişim. Sonra düzeldim. Bir de şunu hatırlıyorum; o korkudan herhalde, hep kollarım bağlı oturuyordum. Bir gün başka bir öğretmenimiz geldi. “Neden böyle kıpırdamadan oturuyorsun?” diyerek kollarımı açtı. Bunlar ilkokul birinci sınıfta oldu. Bunlar bana öğretmenliği, bir öğretmenin neler yapmaması gerektiğini öğretti.
“İstanbul beni istemeyince Erzurum’a gittim”
İstanbul Üniversitesini bitirince hocam Takiyettin Mengüşoğlu, beni asistan olarak aldı. Ama 147’lerden[1]147’ler olayı, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından kurulan askeri yönetimin 147 öğretim üyesini üniversitelerden ihraç etme kararıdır. olduktan sonra, onun asistanı olduğum için oradaki diğer hocalar beni istemediler. O zamanlar “aday asistan” diye bir statü vardı. Bir yıl boyunca asaletimi tasdik etmedikleri için ayrıldım. Sonra hocam geri geldi, beni almak istedi yine olmadı. Sınava girdik; bir hoca yüz verdi, başka bir hoca sıfır verdi. Bu gibi şeyler oldu. Ben alışkınım, böyle şeyler oluyor, ama etkilememesi gerekiyor insanları.
Coğrafya bölümünden bir hocamız Erzurum Üniversitesinde dekandı. Oradan bir yazı geldi, felsefe bölümüne hoca arıyorlardı. “Hocam ben gideyim.” dedim. “Seni göndermem.” dedi. Bir hafta sonra buluştuğumuzda “İstiyorsan yazayım İsmail’e.” dedi. İsmail Yalçınlar, sağ olsun. Yaşıyor mu bilmiyorum, yıllardır görmedim.[2]İsmail Yalçın, 1915-2003.
1965’te, bir çanta bir yatakla gittim Erzurum’a. Ailem gitmemi istemedi ama bir şey de demedi.
Doğu’da çalışmakla Batı’da çalışmak arasında bir fark görmedim. Yeni bir üniversite eleman arıyor, insanlar pek rahat gidemiyorlar oraya; ben gideyim, diye düşündüm. Şaşıranlar oluyordu tabii, Batılı, şehirli, üstelik de gâvur! Ben bir fark görmüyordum. Memnundum gitmekten, orada Türkiye’yi öğrendim. Öğrenciler beni çok seviyorlardı; bu da bazılarına batıyordu tabii.
Hacettepe Yılları: “Seni Başkan Yaptık”
Ben gittiğimde, Erzurum’da rektörümüz rahmetli Osman Okyar’dı. Osman Bey iyi bir iktisatçıydı. Babası Cumhuriyet’in kurucularından. Hacettepe’den gelmişti. Ben de ebediyen Erzurum’da kalacak değildim. Hacettepe’ye gitme fikrini Osman Bey verdi. Ben de ona “Yapabilir miyim?” diye sordum. Hatta kalktı eve geldi, “Yapabilirsin.” dedi, o çünkü dönmüştü Hacettepe’ye. 1968’de Hacettepe’ye gittim.
O sıralar Emel Doğramacı dekandı. Bir gün koridorda karşılaştık. Dedi ki “Felsefe Bölümünü kurduk, seni de başkan yaptık. Çalış.” Benim haberim olmadan!
Erzurum, Hacettepe, Maltepe… her yerde aynı işi yaptım. Benim için aynıdır, fark yok.
O zaman Hacettepe’de rektör İhsan Doğramacı’ydı. İhsan Bey, bir şey yapabilen insanlara müthiş destek veriyordu. Ben istemeden destek vermişti her işte. Yayınlar yaptık, onları nasıl yaptık? Meteksan basıyordu. Çağırdı dedi ki “İoanna ne getirirse basın.” Ama parasını arkadan veriyordu. Yani bu olmasa onları hemen basamazdık. İş yapanı çokça desteklerdi. Çok çatılır İhsan Hoca’ya ama çok olumlu şeyler yaptı. Kaliteden çok iyi anlıyordu. Kendisinin dışındaki alanlarda kalitenin kokusunu alıyordu.
Bir felsefe bölümü nasıl olmalı?
Sıfırdan bir bölüm kurarken bu iş nasıl yapılır, diye Amerika’daki, Avrupa’daki bazı üniversiteleri inceledim. Ama Türkiye’nin de koşullarını düşünerek kendi bildiğimi yaptım.
Üniversite programı ne demek? Bir üniversite programı imkân tanımalı, çünkü kimin geleceği belli değil. Dolayısıyla olabildiğince felsefeyle ilgili imkânları tanıtmalı. Ve biraz da, alanların önem sırasına göre bir düzen kurmak istedim. Mesela kimi programlar sadece felsefe tarihi üzerinde kurulu. Felsefe tarihi de olur ama esas olan problemle uğraşmak. Felsefe bize problem görmeyi öğretmeli. Nedir problem? Bir aykırılık. Ama neyin neyle aykırılığı? Hoşumuza gitmeyen şeyler değil de, değerler konusunda bir aykırılık. Bize öğretilenle, kendi gördüğümüz ve böyle olmayan bir şeydir bir problem. İşte bu bakışı kazandırabilecek bir program yapmaya çalıştım. Lisans sonrasından başladık. Birkaç arkadaşım yetişti, ders verecek duruma geldi de ancak ondan sonra lisans öğrencisi aldık.
YÖK
YÖK 1981’de kuruldu. Aslında öyle bir kuruluşa ihtiyaç vardı. Ben bunu bizzat yaşadım. İstanbul Üniversitesini Hegel dersi görmeden bitirdim. Hocalar hangi konuda araştırma yapıyorlarsa o konunun dersini veriyorlardı. Oysa bir üniversite programında önce öğrenciyi düşüneceksiniz. Tabii ki hocaların araştırma yapması ona zaman ayırması çok önemli. Ama üniversitenin ilk görevi bana sorarsınız öğrenci için bir şey yapmak. YÖK de böyle bir şey istiyordu.
O zaman Türkiye’de dört felsefe bölümü vardı: İstanbul, Ankara Dil Tarih, Hacettepe, Ege Üniversitesi. YÖK ders programları topladı, benim Hacettepe’de uyguladığım programı diğer okullara örnek olarak gönderdi. Zorunlu ve seçmeli dersler vardı ve bütün felsefe alanlarını az ya da kapsıyordu. Herkes kızmış, “YÖK İoanna’nın programını bize gönderdi.” diye. Böyle bir protesto oldu.
Biliyorsunuz YÖK pek sevilmiyor, oysa ben YÖK’ün önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii ki sınırları içinde kalarak. Kuruluşunda şimdikinden iyiydi bana sorarsanız. Bir düzey tutturmak istiyordu. Dünya ölçütleriyle bir iş yapalım istiyordu. Bizim istediğimiz bu ve bu çok yerinde bir şey. Pek hatasını hatırlamıyorum o dönemden. Ama şu var: “Karışma” insanları rahatsız etti. Tabii ki eğer bir amaç için oradaysan, o amacı gerçekleştirecek şekilde iş yapman gerekiyor. O zaman müdahale de olur. Bu akademik özgürlüğe aykırı değildir. Akademik özgürlük, benim söylediğim sizin hoşunuza gitmiyor diye beni uğraştırmamak, benim işime son vermemektir. Ben karşı olabilirim o fikre ama o da bir fikirdir. Çocuklar bazen şaşırıyor, “İlla benim düşündüğüm gibi olsun.” denmez eğitimde. Benim dediklerimin doğru olduğundan hiç şüphem yok ama iş bende bitmiyor. Herkesin kendi kafasıyla düşünmesi gerekiyor.
Maltepe’ye geliş
Yıllardır beraber çalıştığımız Betül Çotuksöken hoca vardır, İstanbul Üniversitesinden sonra buraya (Maltepe Üniversitesi) geldi. Ben emekli olurken “Gel bize.” dedi. Hemen gitmedim ama Betül burada, benim de öğrencim olan Prof. Sevgi İyi burada… Ayrıca hep şunu söylerim; henüz karar vermemişken Cumhuriyet’te üniversitemizin kurucusu Hüseyin Bey’le [Şimşek] yapılan bir söyleşiyi okumuş, çok olumlu bir izlenim edinmiştim. Bunlar hep etkili oldu, 2006’da geldim. Felsefe Bölümü var ama ben esas olarak İnsan Hakları Merkezi ve İnsan Hakları Programını yürütüyorum, Felsefe Bölümünde sadece ders veriyorum.
“Neden felsefe seçtim?”
Geriye dönüp baktığımda, beni felsefeye götüren şey büyük olasılıkla değerlendirme göreliliğidir. Aynı şeyin farklı insanlar tarafından farklı değerlendirilmesi ve hepsinin de doğru olduğunu iddia etmesi. “Olmaz böyle şey.” diyordum ve ondan sonra teorisini yaptım. Bu yaptığım şeye çok önem veriyorum. Önemlidir, çünkü yaşamda çok işe yarıyor. Bu konuda kafalarımız açıklık kazanırsa yaşamımız başka türlü olabiliyor.
Ben üç türlü değerlendirme görüyorum: İkisi ezbere, biri de doğru ya da yanlış değerlendirme. Yanlış değerlendirmeyi bile ezbere değerlendirmelerden ayırıyorum. Genellikle insanlar ne yapıyor? Ya bir şeyi beğeniyor, iyi-kötü diyor; yani kendisinin işine yarıyorsa iyidir, tersine yaramıyorsa, ya da bir çıkarını engelliyorsa kötüdür. Ben buna “değer atfetme” diyorum. Yani bir kişinin kendi ilişkisinde bir şeye bir değer atfetmesi.
İkinci gördüğümüz değerlendirme tarzı, hazır değer yargılarıyla değerlendirmek. Gruptan gruba farklı olan ve aynı grup içinde değişen belirli kültürel değer yargıları, iyiler-kötüler açısından değerlendirme. O zaman ne oluyor? Bir akıl yürütme: Yalan söylemek kötüdür, Ahmet de yalan söylemiştir. Ahmet kötüdür…
Sözünü tutmak iyidir
Ben şimdi bir örnek veriyorum, kim okudu kim okumadı bilmiyorum, “Becket ya da Tanrının Onuru” piyesinde bir hikâye var: Becket çok yoksul bir aileden gelmektedir ve kendi yetenekleriyle yükselir. Kralın mührünü taşır. Aynı zamanda kralın kendisinden daha kuvvetli gördüğü ve kıskandığı tek insandır. İkisi birlikte Saksonya’ya giderler. Saksonya anlaşılan o dönemde yoksul bir yer, Becket’in de memleketi. Becket orada esir düşmüş bir kızı kurtarmak ister. Bu arada kralla ikisi birbirlerine söz vermişlerdir: “Benim neyim varsa senin, senin neyin varsa benim.” Saraya döndüklerinde kral, Becket’in sevdiği esir prensesi ister. Becket de sözünde durur ve prensesi gönderir. Prenses kralın yanına gidince intihar eder. Sözünü tutmak iyi midir, diye soramayacağım tabii. Bunu bir ezber örneği olarak veriyorum. Tabii ki sözümüzde durmamız gerekiyor. Ama “sözünde durmak iyidir.” yargısı da ezbere bir değer yargısıdır.
“Değer yargısı değil, değer bilgisi”
Bir de doğru değerlendirme imkânı vardır. Doğru değerlendirmeyi genel olarak ele alamayız. Ama yine de üç adımını sayarsak: anlamak, benzerleri arasında yerini (değerini) belirlemek, ondan sonra da değerliliğini, değersizliğini, doğruluğunu, yanlışlığını belirlemek. İşte bunları biliyorsak doğru değerlendirme yapabiliyoruz ama her zaman değil. Bazen pratik bilgi eksikliği yani durum hakkında bilgi eksikliği olunca yapamıyorsun. Teorisini yapan benim için bile böyle. Ama şu fark oluyor, yapamadığının farkındasın. Oysa insanlar doğru değerlendirme yapamadıklarının farkında olmuyorlar.
Değer yargılarıyla bakmayacaksınız. Değer yargılarıyla bakarsanız ancak ezbere değerlendirirsiniz. Tesadüfen denk gelebilir, o kadar. Yani değer yargılarıyla bakmayacaksınız, değer bilgisiyle bakacaksınız.
Felsefe ve edebiyat
Edebiyat eserleri değer eğitimi için son derece elverişlidir, çünkü örnek oluyor edebiyat eserlerinde. Ders verirken beraber bakılacak ortak örnekler gerekli. Edebiyat eserinde arka planıyla birlikte bir olay görürüz. Ama değerli eylemlerde bulunan örnekler o kadar da çok yok edebiyatta da.
Ben Güngör Dilmen’in piyeslerini çok önemli bulurum, hep takılırdım kendisine, “Hep ihtiraslı, tutkulu kahramanlar yazıyorsun.” diye. “Benim istediğim gibi bir kahraman yaz.” derdim, o da “Sen anlat ben yazayım.” diye cevap verirdi. Hiç unutmuyorum Güngör’ü, Güngör’le bu konuşmalarımızı.
Bir iki kahramanım var. Biri, Camus’nün “Veba” romanındaki Doktor Rieux. Bir durumun nasıl doğru değerlendirileceğine onu örnek veriyorum. Nasıl yapıyor bunu? Önce adını koyuyor. Arkadaşı Castel geliyor diyor ki “Ben birçok yerde vebayı gördüm.” O tereddütlü, hemen söylemiyor ama ölen fareleri ve başka birkaç şeyi bir araya getiriyor. Yani bir durumun belirtilerini tespit ediyor ve adını koyuyor, “İşte bu vebadır.” diyor. Değerlendirme, doktorların bir hastalığı teşhis etmesine çok benzer. Bir doktor teşhiste ne yapıyorsa, bir durumun ortaya konmasında da aynı şey yapılır.
Kant ve Camus
Etik konusunu, değerler konusunu çalışırken Kant ve Camus’den çok şey öğrendim ama bana yetmedi. Kant, “İyilik için iyi olmayı istemek önemli.” diyor, bu çok önemli. İstemekle ilgili söylediği aşılamayacak bir şey. Sonra, onun ifadesiyle söyleyeyim, “Öyle eyle ki kendini ve başkasını yalnızca araç olarak değil amaç olarak göresin.” diyor. Bu çok önemli, her zaman her eylemimizde söz konusu. Kant’ı çok sert bulanlar var, oysa hiç değil. Çünkü “yalnızca” diyor. Ne demek? Yani sen birine bir şey yaparken sana bir şey dönsün diye yapma. Ben çok basit bir ifadeyle böyle diye getiriyorum. Ama dönmesine de bir engel yok. Sen bir şey beklemeden yaparsın ama dönerse de kabahat değil. Bunu kaçırıyorlar insanlar.
Sonra Camus bunun üzerine durum değerlendirmesini koyuyor. Camus “Veba”da şöyle bir cümle kullanıyor; “İyiyi isteme de kötüyü isteme kadar zarar verebilir.” Ben de “İyiye ya da kötüye karar verirken değer bilgisiyle aydınlanmalıyız.” diyorum. İyiyi isteme, değer bilgisiyle aydınlanmamışsa kötüyü isteme kadar zarar verebilir.
“Kendini tutmayı öğrenmek lazım”
Maltepe Üniversitesinde dördüncü sınıf öğrencilerine ders veriyordum. Bir delikanlı çıktı, biraz sonra geldiğinde elinde iki şişe su vardı. Birini içti, diğerini arkadaşına verdi ve arkadaşı da içti. O sırada bir şey demedim. Ders sonunda, “Ben bundan sonra derste biberon görmek istemiyorum. Nedenini merak ediyorsanız gelecek derste sorun, anlatayım.” dedim.
Tüketim toplumu bize ihtiyaç yaratıyor ve olur olmaz yerlerde bir şey istiyoruz. Temel ihtiyaç vardır ve tabii ki onlar çok önemlidir ama olan ihtiyaçlarla duyulan ihtiyaçlar farklı. Olan ihtiyaçlar, gerçekten ihtiyaçtır ama duyulan ihtiyaçları biz yaratıyoruz. Dolayısıyla kendini tutmayı öğrendiğimiz zaman o ihtiyacı duymayız artık. Bu insan öldürmeye kadar gidiyor.
Şu örneği çok veririm: Cinayet masasında bir polis öğrencim, cinayet işleyenlerin o anı hatırlamadıklarını söylüyor. Büyük bir olasılıkla birçoğu için doğrudur. Yani o anda kendini tutsa başka şeyler olur ya da daha önceden kendini tutsa o hale gelmez. Şimdi öfke kontrolü diyorlar. Öfkeye hakim olmayla olmuyor. Bazı şeylere kişinin kendini isteyerek alıştırması gerekiyor. Bu mümkün.
“Özgürlük yanlış anlaşılıyor”
Özgürlük bize başkasına zarar vermemek şartıyla istediğini yapmak olarak öğretiliyor. Hayır, özgürlük bu değil. Tipik bir örnek bugün pandemi sebebiyle gördüğümüz protestolardır. “Bu beden benim.” diyerek yürüyorlar. O beden senin ama senin bedeninde olan başkasına da geçiyor. O bağlantıyı bile kuramıyorlar. O zaman özgürlüğün ne olduğunu çok iyi öğretmek gerekir ve bu ilkokuldan başlar. Adına belki felsefe dersi demeden ama düşündürerek ve buldurarak.
1990’lı yıllardan beri Türkiye Felsefe Kurumu’nun çocuklar için bir felsefe birimi var. Ulusal düzeyde olimpiyatlar düzenliyoruz, kazananı uluslararasına da gönderiyoruz. Kurslar yaptık okullarda. Hatta ilk denememiz bir arkadaşımız tarafından bir Çocuk Esirgeme Kurumunda oldu.
Öğrencilerim ve öğrencileri
Benim odamda bir resim var. Bir gün Almanya’dan bir telefon geldi. “Hocam ben Almanya’da yaşıyorum. İstanbul’a geleceğim, sizi ziyaret etmek istiyorum. Abim sizin öğrencinizdi. Ben de sizi Hacettepe’de görmüştüm.” dedi, geldi ve bahsettiği resmi getirdi. Lise öğrencisiyken bir resim yapmış, ben de “Çok güzel resim yapmışsın.” demişim ona. Dedi ki “Ben size nasıl vermedim bu resmi o zaman, ama sakladım, şimdi getiriyorum.” Ondan sonra resim ve heykel yapmaya başlamış ve o yolda devam etmiş. Böyle öğrenciler hep geliyor. Hatta öğrencim olmayan arkadaşlarını da getiriyorlar. Bazen de öğrencilerimin öğrencileri gelir.
Türkiye Felsefe Kurumu nasıl kuruldu?
1974’te Türkiye Felsefe Kurumunu kurduk. Cumhuriyet’in yüzüncü yılı için bir program hazırlıyoruz, 2023’e. 2024’te de biz 50 yaşımızı kutlayacağız. Uzun ömürlü bir kurum oldu. Tabii bu türlü bilimsel kuruluşlar çok önemli ülkede.
17. Dünya Felsefe Kongresi Varna’da toplanmıştı. İlk fikir orada geldi galiba. Asistanlarımız Oruç Aruoba ve Zeynep Aruoba ile gittik, bir kişi daha vardı. Her ülkenin bir standı vardı, Türkiye’nin yoktu, çünkü dernek yoktu, kimse temsil etmiyordu. Dedim ki “Türkiye’ye gidince bu işi yapacağız.” Ve dönünce yaptık. Takiyettin Bey, Suat Sinanoğlu, Nusret Hızır, Oruç, Zeynep, Füsun ve ben kurucu üyeleriz. Şimdi sadece Füsun ve ben kaldık, diğerlerinin hepsini yitirdik. Böyle kuruldu ve benim inadımla bugüne geldik. Artık oturdu epey. Arkadaşlarla iş görüyoruz, çalışıyoruz ama ilk yıllarda benim inadımla gitti.
Sosyal hayat
İş dışında görüştüklerim yine iş arkadaşlarımdı. Fazla da yoktur. Ya da bir şekilde bir iş yaptığımız, iş bitince de devam eden dostluklar oluyor. İş dışında çok hayatım yok ama konuşmayı da sevmiyorum. Özel hayatım kimseyi ilgilendirmez.
Nitelikli felsefe, “uydur uydur felsefe”
Şimdi asıl meselemiz nitelikli felsefeyle “uydur uydur felsefe” arasındaki farkı görmek, göstermek. Şunu çok iyi görüyorum: Felsefeyle ilgilenenler en önemli şeyle en önemsiz şeyi aynı ilgiyle dinliyorlar. Yani kalite farkı yapamıyorlar. Bunu nasıl geliştiririz onu düşünüyorum, çok fazla yol bulamıyorum doğrusu. Zaman istiyor, başka çare yok. Eğitimi düzgün yapmak lazım, sadece kamuya yaptığımız işlerle bu kolay kolay değişmiyor. Yeni nesillerin getireceği bir şeyler olması gerekiyor.
İnsan hakları
İnsan hakları, değer korumaya yönelik ilkelerdir. İnsanca yaşayabilmenin objektif koşullarını ortaya koyar ve ona ilişkin talepler getirmeye çalışır. Etik de bu insanca yaşamanın öznel koşullarını… İkisi birbirini tamamlıyor ama etiğin alanı daha geniştir tabii.
Ben insan haklarını etik ilkeler olarak görüyorum. Yani yapıp ettiklerimizi belirlemesi gereken ilkeler. Ve etik ilkeler olduğu için, değer konularıyla ilgili olduğu için hukukun temelini oluşturmalı. Dolayısıyla devletin temelini oluşturmalı. Hukukun öncüllerini oluşturmalı. Ne demek?
Hukukun türetilmesinde, o zincirde muhakkak hesaba katılmalı. Bu henüz olmuyor. İnsan hakları anayasalarda yer alıyor ama gerektirdiği yasalar ve gerektirdiği kurumlar yok ya da varsa tesadüfen var. Mesela şunu örnek veriyorum: TOKİ gibi bir kurum niçin kurulmuştur? İmkânları daha dar olan insanların barınma hakkının korunması için. Et ve Balık Kurumu ne için? Daha dar gelirli insanların sağlıklı ve temiz gıda alabilmeleri için. Bunlar kurumdur. Bana sorarsanız bunlar anayasal kurumlar olmalı. İnsan Hakları Kurumu henüz anayasaya konmamıştır, oysa bir anayasal kurumdur. Adı şimdi İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumudur. Anayasada yer alması gerekiyor oysa kaç yıldır yok. Anayasanın değiştirilmesinden söz ediliyor ama hiç kimse buna dokunmuyor. Dikkatli bir ifadeyle anayasaya girmesi gerekiyor, anayasal bir kurum olması gerekiyor.
On adalet bakanıyla on yıl insan hakları eğitimi
Birleşmiş Milletler 1995 – 2004 arasını “İnsan Hakları Eğitim On Yılı” ilan etti ve bütün ülkelerde eğitim programları yürüttü. Türkiye’de konuyla ilgili bir şey yapılmadı. O zaman Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk idi. Bir televizyon programında tesadüfen bir araya geldik. Bakana, “Bana soruyorlar, ne zaman komisyon kuracaksınız?” diye sordum. Mayıs veya nisan ayıydı. Bir şey demedi ama haziranda kurdu, beni başkan yaptılar. 2005’e kadar çalıştık ve önemli şeyler yaptık. Epey iş yaptık bu eğitim konusunda birçok ilde. Bir ekibimiz vardı, yedi günlük bir program yapıyorduk. Benim de Avrupa’yla kavgam buydu. Onlar eğitimi bir buçuk günde yapıyorlardı. Bir buçuk günde ne öğretebilirsin? Bir hafta bile az ama iyi hazırlanmış yedi günlük bir programımız vardı. Ve o ekiple birkaç yerde dolaştık. Ve açılışına da bakanlar geliyordu. 10 bakanla çalıştım, hepsi çok iyiydi. Sonuncusu hariç, o dediğimi yapmıyordu, ihmal ediyordu.
Polisler çok kızılan bir grup. Onlar da insan ama. Güven kurulunca dersler çok rahat geçiyordu, hiçbir sorunumuz olmuyordu. Bir örnek vereyim: Diyarbakır’da bölge kaymakamlarına eğitim yapacağız. Bir de geldiler ki çekim yapacaklar. “Kim getirdi bunu?” dedim. İçişleri Bakanlığının kamerasıymış. Tabii biz bakanlıkla birlikte gidiyorduk, ben tek başıma gitmiyordum, onların da temsilcileri vardı.“Bu gitsin.” dedim ve gitti. O kadar memnun oldu ki sınıftakiler. Zaten insanlar gölgesinden korkuyor, şimdi o kaymakam nasıl rahat konuşacak? Bizim amacımız, o kaymakam konuşabilsin, kafasındaki problem gitsin.
2005’te komisyondan ayrıldım, çünkü bir şeyler söylüyorum, istiyorum olmuyor, aylarca bekliyor. Daha önce hemen oluyordu.
Hukuk ve insan hakları
İnsan Hakları konusunda çalışırken Hacettepe’de İnsan Hakları Merkezini kurduk ve İnsan Hakları Programına başladık. Hacettepe bugün tek İnsan Hakları doktorası yapılabilecek yerdir. 2008’den beri yüksek lisans da var. Şimdi burada, Maltepe’de de doktora programı yapmak istiyoruz ama YÖK henüz izin vermedi.
Benim çabam, insan haklarını hukukçuların tekelinden kurtarmak. Hukuk işin bir tarafıdır ve hukuk genellikle ihlal olduktan sonra devreye girer. Biz ihlal olmasın istiyoruz. Yani eğitimi, insan hakları ihlali olmasın diye yapıyoruz. Tabii ki telafi de olsun ama en iyisi hiç ihlal olmaması.
Felsefe ne işe yarar?
Felsefe günlük yaşamda çok işimize yarar, zaten yaramalı da. Yoksa niçin yapıyoruz? Her işte, her meslekte böyle. Felsefe en çok da insanlar arasındaki ilişkilerde işe yarar. Hatta tam yeri orasıdır. İnsanlarla ilişki kurarken, her zaman beceremesek de doğru değerlendirme yapmaya çalışmak zorundayız. İşte o zaman şunu da görüyoruz, sadece doğru değerlendirme yetmiyor. Aynı zamanda değer bilgisi de gerekiyor. Çünkü iyi bir cinayet de doğru bir değerlendirme ile planlanır. Doğru değerlendirmenin üzerine ek bilgiler gerekli.
En önemli karıştırmalardan biri, (bununla çok uğraşıyorum ben) değerleri, değer yargıları ve bir şeyin değerini karıştırmaktır. Bir şeyin değerini değerlerle karıştırdığınızda o zaman iyi de bir değer oluyor. Bana sorarsanız iyi kötü birer değer değildir. İyi kötü dediğimiz şey değer yargılarının yüklemleridir. Kant çok farklı bir tanım yapıyor: “İyi, iyiyi istemektir.” diyor. Ama iyiyi istemek ne demek? Yani o da yetmiyor. İnsanca yaşamak için Kant’ın dediği gibi iyiyi istemek şarttır. Ama yetmiyor çünkü iyi niyet de bizi çok yanlış yerlere götürebiliyor. Başka bilgiler de gerekli, ki bunun başında doğru değerlendirme ve etik değerler bilgisi geliyor. Bunlar öğrenilecek şeylerdir. Kimisi öğrendikten sonra 10 üzerinden 5 başarır, kimisi 10 üzerinden 7 başarır ama sonuçta öğrenilir. Mesela okullarda değerler eğitimi yapılsın dedik. Doğru dürüst yapmak gerekiyor, 20 dakikalık konferansla değerler öğrenilmez.
Yıllar önce Milliyet’te yaptığım bir söyleşide “Bana iki sınıfta felsefe dersi verin, iki yıl ders yapalım, yirmi yıl sonra farkı siz ölçün.” demiştim. Önce öğretmenleri yetiştirmek gerekir tabii. Bu tür eğitimde öğretmen çok önemli. Bir kere kendisi bu konuda rahat olacak ki çocuklara aktarabilsin, gösterebilsin, onların da görmesini sağlasın. Çünkü bir şeyi kendi gözünle görmezsen işe yaramaz, kendin göreceksin. Eğitimi şöyle görüyorum: “Oraya bak.” diyeceksin ama orada ne göreceğini söylemeyeceksin. Kendisi görsün çünkü ben söylersem ezberlenir.
Temel insan hakları nelerdir?
Etiğe en yakın belge İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. Bildirgeler bağlayıcı değildir ancak onların da manevi bir gücü vardır. Bildirgelerle ceza veremezsiniz. Ondan sonra muhatabı devlet olan belgeler hazırlanıyor. Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi bağlayıcıdır, imza atanlar yerine getirmezse yaptırımlar da olabiliyor. Ama onlarda da problem vardır.
Bu belgeler hala kompromilerle (uzlaşma) oluşturuluyor, arkadan protokollerle halledilmeye çalışılıyor ama protokolü imzalamamış olanlar aynı şeye devam ediyor. Tipik bir örneği; Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 6. maddesi yaşama hakkıyla ilgilidir. Önce yaşama hakkını anlatıyor, arkasından ölüm cezasının olduğu ülkelerde 18 yaş altını, gebe kadının vs. öldürülemeyeceğini yazıyor. Bu bir protokolle halledilmeye çalışıldı.
1988’de Kanada’da bir toplantıda bunu gündeme getirmiştim. Birleşmiş Milletler Temsilcisi “Bir protokol mü yapalım?” dedi. Dedim ki “Bunlar kutsal kitaplar değildir, değiştirilebilir.” Ama kaygılar var, zor imzalanıyor. Devletleri bir araya getirmek kolay değil. Kaygıyı anlıyorum tabii, ama bunları göz önünde bulundurarak ne yapmak gerekir? Belgeye koyarken “ölüm cezasının olduğu ülkelerdeki gibi” bir kompromi koyalım mı yoksa başka bir şey yapılabilir mi? Bunlar üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim protokolü imzalayanlar artık imzasını geri alamaz. Uluslararası anlaşmaların temelinde bu var.
“Ceza korkutmaz, ölüm cezası bile korkutmuyor”
Cezayla korkutmak hiçbir işe yaramıyor. Tipik örneği ölüm cezasıdır. ABD’de eyaletlerden 24’ü ölüm cezasını kaldırdı, suçlar artmadı. O bir önyargı.
2010’da Ölüm Cezasına Karşı Uluslararası Komisyonun kuruluşunda yer aldım. Önemli işler yapıyor bu komisyon. Bu fikir eski Zapatero’nun (2004-2011 İspanya Başbakanı) kafasından çıktı. Hatta o zaman bizim başbakanımız da (Recep Tayyip Erdoğan) katılıp destek verdi. Özellikle Güneydoğu Asya ülkelerinde, Afrika ülkelerinde… Hâlâ yeteri kadar başarılı olamadığımız yer ABD’dir. Hâlâ çalışıyorum ama şimdi pandemi sebebiyle ancak uzaktan iş yapıyoruz. Geçen gün bu yılın toplantısını yaptık.
Ölüm cezasının kaldırılmasını teşvik ediyoruz. Bir gazeteci arkadaşımız ve benim dışımda üyelerimizin çoğu eski devlet başkanları. İsviçre’nin Filipinler’in, Haiti’nin eski devlet başkanları var. Ülkelerin yöneticileriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla bire bir konuşuluyor. Çok iyi bir sekretaryamız var. Moğolistan’da ölüm cezasını kaldıran başkan var aramızda. Meclis pek gönüllü değildi, bizim de desteğimizle sonunda başardı ve şu anda üyemiz.
Editörlüğünü yaptığım “The Death Penalty: Justice or Revenge / Ölüm Cezası: Adalet mi, İntikam mı?” diye bir kitap basıldı. Orada bir bölüm, çeşitli bölgelerdeki durumu en son haliyle yansıtıyor. Bu konu önemli çünkü ölüm cezasına çarptırılmış, sonra da suçsuz olduğu anlaşılmış bir eski mahkûmla konuştuk. Bunlar çok hayatın içinden şeyler. O imzalayanlar nasıl değişti, anlatıyor. Ondan sonra da bu konuda düşüncelerini ve yapılması gerekenleri anlatan Federico Mayor’un (eski İspanya bakanı) bir yazısı var.
Ölüm cezası, yaşama hakkının ihlalidir. Ben derste bunu okuturken başta çocuklar “Hocam ben ölüm cezasından yanayım.” diyor. Olabilirsin. Ama yaşama hakkının ihlali mi, değil mi? İhlalidir. O kadar.
İnsanlar bazı şeylerin farkına varınca kendiliğinden değişiyor. Bu çocuklar sömestrin sonunda “Artık değilim hocam.” diyorlar.
İnsan haklarını etik ilkeler olarak görürsek, bir insana ölüm cezası vermek ondan çok kendimizle ilgili bir sorundur. Yani ben bir insanın ölümüne neden oluyorum. O, bir insanı öldürdü diye cezalandırıyoruz ama ben de aynı şeyi şeyi yapıyorum. Karşımızdakinden çok kendimizle ilgili bir konudur. Etik ilkeler olarak gördüğümüzde; sadece muamele görme değil, muamele etme ilkeleri olarak da görürsek, kaçınılmaz bunu görmek.
“Temel hak ve özgürlük denmez”
Kullanılan genel ifade temel hak ve özgürlüklerdir. Ancak belgelere baktığımızda düşünme özgürlüğü hakkı diyor. Yani özgürlük bir hak olarak görülüyor. Hakka paralel bir şey değil de, bir hak olarak görülüyor. Buna dikkat ettiğimiz zaman özgürlükler konusunda belki başka sonuçlar çıkarabiliyoruz. Özgürlükler genellikle belgelerde negatif kavramlardır. Ne demek negatif kavramlar? Bir dokunmama isteği var. Ben şöyle dile getiririm: Canlarının istediğini yaparken değil de insansal olan haklarını geliştiren bir etkinlikte bulunurken dokunulmamasını söylüyor. O dokunulmama bir haktır.
Özgürlüklerle ilgili yaygın bir anlayış var: Başkasına zarar vermeden istediğini yapmak. Kendine de zarar verebilirsin ama. Bunun tipik bir örneği; dünyanın her tarafında mitingler yapılıyor “Bu beden benimdir.” diyor. Evet bu beden senindir ama Covid-19’u sen başkasına da geçireceksin. Başkasına zarar vereceksin.
Devletler vatandaşlarını korumalı. Yani kendisini de korumalı. Bir insan intihar etmek istiyorsa ve biz buna şahit oluyorsak intihar etmemesi için ikna etmeye çalışırız herhalde ya da yakalarız, tutarız. “Git güzelce intihar et.” demeyiz kimseye, değil mi? İşte özgürlük bu anlaşılma biçimiyle; intihar edeni intihar etmek istiyorsa bırak, demek oluyor. Yani kişinin aktif yanı düşünülmüyor.
Etik, genellikle başkasıyla ilişkileri anlatıyor ama kendimizle ilişkimiz de çok önemlidir. Kendimizle ilişkimize bağlı olarak birçok şeyi yapıyoruz ya da yapmıyoruz.
Benim filozoflarım
Diğerleri önemsiz demek istemiyorum ama benim çok önemli gördüğüm felsefeciler Platon, Aristoteles, Kant, Schopenhauer, Nietzsche ve 20. yüzyılda Nicolai Hartmann.
Platon’da neyi görüyoruz? Mesela Sokratik metodu çok güzel görüyoruz. Sokrates’in nasıl hocalık yaptığını, bir tanımın nasıl yapılacağını, tanımdan ziyade bir fikrin nasıl kavramlaştırılacağını görüyoruz. Menon Diyaloğu hazinedir bu bakımdan. Bunu ve bu gibi şeyleri öğreniyoruz.
Aristoteles’te ne öğreniyoruz? En önemlilerinden biri, var olanın çeşitleridir. Bir tek çeşit olmadığıdır. Bugün bir sürü sorun; var olanları tek türe indirgemek sadece gerçek saymak. Örneklerini bugün yaşıyoruz. Birisi çıkıp diyor ki “Ben zelzeleyle konuştum, korkmayın.” Öbürü diyor ki “Çocuğunun kafasında cin var, bir delik aç ki cinler çıksın.” Anne de bunu yapmaya hazırlanıyor. Bunlar nedir? Fikirlerin gerçek sayılması. Ama fikirlerin de çeşitleri vardır. Adalet de bir fikirdir, insan hakları da bir fikirdir, ama şeytan da bir fikirdir.
Kant’a göre eylemin değerini sağlayan, temelindeki istektir. Bir ayrım yapıyor, çok önemli. Bir şeyi ödevden dolayı yapmak bir de ödeve uygun yapmak. Ne demek bu? İnsanlar eylemlerinin çoğunu, birine bir şey yaparken ona değil de kendilerine bir şey dönsün diye yapıyorlar. Görünüşte ikisi de aynıdır, aynı şey yapılıyor görünüşte. Ama kendisine bir şey dönsün diye dürüst davranan ile insana yakışır diye, insanca davranmanın böyle olması gerektiği için dürüst davranan, aynı şeyi yaptıkları halde biri değerli bir eylemde bulunuyor, öbürü değersiz bir eylemde bulunuyor.
Schopenhauer ilk defa bilinçli bir şekilde insan – kişi ayrımını yapıyor. Çünkü insan fenomenleri başka, kişi fenomenleri diyebileceğimiz fenomenler başka. Bu ayrımı yapıyor. Teorisini, kurduğu sistemi bir kenara bırakırsak, insanlarla ilgili gözlemleri ve bu gözlemlere dayanarak getirdikleri önemli. Bir görüşü var, “kişiliği aşmak” diye bir şey. Kişi olmayı aşmak dediği şey. Bu ne demektir? İnsanlar genellikle çıkarları için bir şeyler yapıyor. İnsanlar arasındaki fark, istemesiyle bilgisi ilişkisinde çıkıyor. İnsanların çoğu bilgilerini istemeye tabi kılıyor. Yani istedikleri ağır basıyor. Bir de tekleşme ilkesi dediği, yani kendini tek başına kişi olarak merkeze almayı aşmak. O zaman da seven insan çıkıyor, adil insan çıkıyor ve istemesini çeşitli derecelerde susturan insanlar çıkıyor.
Bir de -ben üçüncü bir tip olarak diye düşünüyorum- sanatçılar var. Ona göre sanatçılar gidip gelen kişiler. Kendi istemlerini susturduğu zaman yaratıyor, ondan sonra eski yere dönüyor. Yani çıkarcı olup da iyi bir sanatçı olmak mümkün diye bir sonuç çıkıyor buna göre. Enteresan bir şeydir. Ayrıntılarda da yaşamla ilgili çok önemli gözlemleri vardır.
Nietzsche de benzer nedenlerden dolayı önemli bana göre. Çağının ahlâkı üzerinde duruyor. Üç türlü ahlâktan söz ediyor; hepsi de ezbere tabi. Bir de insan tipleri ayırıyor. Biri “sürü insanı,” buna “çoğunluk” da diyor. İkincisi sürüden kopup “özgürleşen” ama özgürleştiği zaman ya kendi kabuğuna çekilen ya kırıp döken ya da yaratıcı olma yolunda yürüyen insanlar. Onu da aştıktan sonra, ki Zerdüşt’te onu çok açık görüyoruz, “yaratıcı” insan çıkıyor ortaya, yaratıcı kişiler oluyor.
Bilgi nesnesinin canlandırılması
Felsefede en önemli ihtiyaçlardan biri epistemolojide kaybolan bilgi nesnesinin yeniden canlandırılması. Ve bu, postmodernizmle büsbütün uca gitti.
Bilgi olan önermelerin bir nesnesi vardır. Ne demek? O önermeyi ortaya koyandan bağımsız, hakkında olduğu bir şey vardır bilgi önermelerinde. İşte bu yok, kayboldu. İnsanlar sanki bu yokmuş gibi tartışıyorlar. Yani olana bakamıyorlar. Dolayısıyla en önemli şey bilginin nesnesinin canlandırılması, yeniden gündeme gelmesi. Bu problem ilgimi çekiyor.
“Çok kültürlü toplum kavga ediyor”
Hazır bir norma göre akıl yürütmeyle değerlendirme yapmak, ezbere değerlendirme yapmak oluyor. Bunlar da genellikle kültürel normlar. Şu anda çok kültürlü toplum deniliyor ya, bunun da yarattığı çok önemli bir sorun var. Ne demek istiyorum? Farklı değer yargılarıyla bakan gruplar var ama aynı mekânda oturuyorlar ve birbiriyle didişiyor tabii. Yani çok kültürlü toplum, çoğulculuk derken de bana sorarsanız bir yanlışı bir yanlışla düzeltmeye kalkışmaktır. İnsanlara ayrımcılık yapmamak gerekir. Ayrımcılıktan dolayı bunu bir çözüm olarak görüyorlar ama bunun başka sıkıntıları vardır. Çok kültürlü toplum kavga ediyor, çünkü birinin iyi dediğine öbürü demiyor ve aynı mekânda bulunuyorlar.
Bilim Akademisi
Bilim Akademisi kurulunca bana haber verdiler, “Seni onursal üye yaptık.” diye. Öncesinde TÜBA’da olup biteni biliyordum tabii. Bazı kurumlar var ki onun yerini başka kurumlar almamalı. O önemli bir işlevi görüyor.
Bana sorarsanız bilim akademileri çok önemli. Akademilerde bazı ölçütleri koruma görevi var. Bugünkü dünyada üniversiteler beceremiyorsa, akademilerin bu düzeyi koruma işlevi olmalı, derim.
Üniversitenin amacı
Üniversitelerin düzeyi çok düştü. Yalnız bizde değil, dünyanın her tarafında. Ama bu düzeyi korumaya çalışan bazı üniversiteler var.
Amacı ne üniversitenin? Üç amaç deniyor, doğrudur, ama en başta öğrencidir. Öğrenci ilk plandadır bana sorarsanız. Öğrencinin iyi yetişmesi ne demektir? Bir program alanın imkânlarını tanıtmalı. Çünkü biri buna ilgi duyacak, öbürü başka bir şeye ilgi duyacak. Bunlar yapılmıyor genelde.
Bütünlüklü ve ilişkili düşünmek epey yitirildi. Ben bilgisayarı suçluyorum. Modüler kafalar oluşuyor. Yani sırası ve bağlantısını düşünmeden yan yana diziyor. Bu çok zararlı bir şey bana sorarsanız. Bütünü görmek, ilişkileri görmek çok önemli.
İkincisi tabii araştırma. Özellikle lisansüstü çalışmalarda araştırmayı öğrenmek var. Ama araştırmayı ankete indirgemek değil. Bugün çok yaygın bir durum var; bir anket yapılıyor ve bu araştırma oluyor. Hayır, araştırma çok daha ciddi bir şeydir. Anket niçin yapılır? Bir problemi saptadığında onun geçici cevabını temellendirmek için -bazı alanlarda, her yerde değil- bir anket yapıyorsun. Onun da ölçütleri var. Kaç kişi, kaç oluyor? Bunların hepsinin bilimi vardır, ben anlamıyorum bu işlerden, çünkü o türlü araştırmayı ben çok fazla ciddiye almıyorum.
Üçüncüsü de kamuya açık işler yapmak. Birçok konuda kamuya ışık tutmak. Bu da bana sorarsanız üniversitelere düşen bir şey. Bunu şu anda sivil toplum kuruluşları yapmaya çalışıyor ama olur olmaz yapıyorlar. Ben hep şunu söylerim; her şey herkese açık olmalı. Ama bir işin yapılması için belirli bir boy istiyor kişilerde. Kişiler, önce boylarını uzatsın ondan sonra işe girsinler. Bu olmadıkça hepsinin düzeyi düşüyor.
Editörler: Zeynep Güven Ünlü, Emre Zeros
İoanna Kuçuradi, 2016’da düzenenlenen 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı seçildi. TÜYAP, İoanna Kuçuradi’nin hayat hikâyesini Faruk Şüyün’ün editörlüğünde kitaplaştırdı. Bu yazıdaki bazı fotoğraflar ve bilgiler, İnatla ve Umutla İnsan ve Değerleri Peşinde İoanna Kuçuradi kitabından alındı. Faruk Şüyün’e ve TÜYAP’a teşekkür ederiz.
Notlar/Kaynaklar
↑1 | 147’ler olayı, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından kurulan askeri yönetimin 147 öğretim üyesini üniversitelerden ihraç etme kararıdır. |
---|---|
↑2 | İsmail Yalçın, 1915-2003. |