Bilim Akademisi üyesi Tekin Dereli ile 3 Ağustos 2024’te gerçekleştirilen bu söyleşi, Derya Gürses Tarbuck tarafından sürdürülen bir sohbet dizisinde yer aldı. “Herkes İçin Bilim” söyleşileri üç senedir, yaz aylarında Müze Gazhane’de gerçekleştiriliyor. Bilim Akademisi üyelerinin de katıldığı bu söyleşilerde, bilim insanlarının araştırma, çalışma alanlarına, kişisel hayatlarına ışık tutan soruların yanıtları ve Türkiye’nin akademik geçmişini aydınlatan ayrıntılar yer alıyor. “Herkes için Bilim” söyleşilerinden bazılarını kapsayan bir de video arşivi mevcut. Tekin Dereli ile yapılan bu söyleşinin kaydı ise, yazılı olarak sadece Sarkaç’ta yer alıyor. Sarkaç’ta daha evvel, iki isimle hayata geçirilen Bilim Akademisi Portreler dizisinin de parçası olarak gördüğümüz bu söyleşinin Sarkaç yayınlanıyor olmasından, arşimizde yer alacak olmasından mutluluk duyuyoruz.. Söyleşi metninin burada yayımlanmasına izin veren Bilim Akademisi üyesi Tekin Dereli’ye ve “Herkes için Bilim” söyleşi dizisini gerçekleştiren Derya Gürses Tarbuck’a işbirliği için teşekkür ederiz.
Derya Gürses Tarbuck: Konuğumuz Tekin Dereli ilk Fen Lisesi öğrencilerinden birisi. Akademik eğitiminiz Ankara Fen Lisesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gelişmiş. Her iki kurum da sizin kuşağınız için çok önemli işler başarmıştır. Bu kurumlar sizin teorik fizik çalışmalarınızı nasıl şekillendirdi?
Tekin Dereli: Rasyonel bir düşünce ile olağan sayılması gereken bilimsel kariyerim Türkiye’de bir istisna olarak görülüyor. İlk ve orta öğretimimi devlet okullarında tamamladım. Hatta liseyi parasız yatılı okudum. Halbuki sosyal çevremdeki arkadaşlarım gibi kolejlerde okuyabilirdim. Üniversite eğitimimin tümünü doktora derecesi dahil Türkiye’de aldım. Daha sonra genç bir öğretim üyesi olarak yurt dışındaki önemli bilimsel araştırma kurumlarına gidip kendimi oralarda kanıtladım. Ülkemizde çoğunlukla bunun tersi olur. Doktora için yurt dışına gidilir, doktora tamamlanınca Türkiye’ye dönülür ve kalınır. Halen genelde bu böyledir.
Ankara Fen Lisesi’nin 1964 sonbaharında açılması bir rastlantı; benim için büyük şans olmuş. Fakat o yıl Fen Lisesi açılmasa ve ben Türkiye’de ilk kez verilen iki aşamalı test sınavında başarılı olmasam acaba teorik fizikçi olmaz mıydım? Sanırım yine olurdum. 1965 yaz aylarında 15 yaşındayken Fen Lisesi’ndeki ilk yılımı tamamlamıştım. Yurt dışında devlet bursuyla okuyan ağabeylerime yollanmak üzere ses kaydı almak için bir arkadaşları bavul büyüklüğünde bir manyetik teyple evimize geldi. Annem, babam ve ben 10-15 dakikalık kısa bir kayıt yaptık. Yıllar sonra kaset elime geçip dinlediğimde doktoramı bitirmek üzereydim. Bana ne olacaksın diye sormuşlar ve ben “teorik fizikçi olacağım” demişim. Bu kararlılık o yaşta bana nereden gelmiş diye çok şaşırmıştım.
İdolünüz kimdi?
Öğrenciliğim sırasında bir “idolüm” yoktu. Ama içimden gelen büyük bir merak vardı. Küçük yaşta benim kadar çok soru soran, her gördüğünü merak edip nedenini, niçinini anlamak isteyen bir başka çocuğa daha rastlamadım. Tabiki büyüklerimin her soruma iyi-kötü cevap verebilmiş olmaları ve küçük yaşlarda beni Chicago ve Londra’daki Bilim ve Teknoloji Müzelerine götürmüş olmaları şansımdır. Bilimsel araştırmaya yönelmemde bunlar önemli etkenlerdir.
Fen Lisesi’nin kuruluşunda Ford Vakfı’nın desteğiyle ODTÜ ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nin öğretim üyeleri öncü roller almışlardı. Akademik yaşamım sırasında hemen hepsiyle tanışmak, derslerini almak ve beraber çalışmak fırsatım oldu. Onları minnetle anıyorum. Onlara göre tek bir Fen Lisesi kurulmalı ve bu okulda okumak üzere yüksek fen ve matematik yeteneğine sahip çocuklar tüm ülkede aranarak bulunmalıydı. İlke olarak hepsi parasız yatılı kabul edilecek bu seçkin öğrenciler, yine sınavlarla seçilip özel kurslar görecek öğretmenler tarafından en üst bilimsel düzeyde yetiştirilmeli ve Türkiye’de kariyer yapmak üzere, manen ve maddeten, hazırlanmalıydılar. Fakat geriye bakınca anlaşılıyor ki o sıralarda Milli Eğitim Bakalığı’nın bürokratları Fen Lisesi’ni sadece müfredat yenilemek ve İngilizce ders kitaplarını Türkçeleştirmek üzere çalışan bir pilot okul projesi gibi ele almışlar. Nitekim daha 1970’de Fen Lisesi için hazırlanan fen ve matematik ders kitapları Ankara Deneme Lisesi’nde kullanılmağa başlamıştı. Ama onların öğretmenleri aynı yoğunlukta kurslarla hazırlanmamışlardı.
1980’lerde önce İstanbul Fen Lisesi ile İzmir Fen Lisesi açıldılar. Sonrasında Fen Liselerinin sayısı katlanarak artmağa başladı. Bugün büyüklü küçüklü yüzlerce Fen Lisesi faaliyette ve bunlara yüklenen misyon 1964’de açılan ilk Fen Lisesi’nin kuruluş amaçlarında çok farklı yerlere gitti. 1999-2000 ders yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın fen lisesinin ilk mezunlarını davet ederek oluşturduğu Fen Liseleri Bilimsel Danışma Kurulu’nda görev aldım. Böylece bakanlığın bürokratik yapısını ve bunun işleyiş süreçlerini içeriden biraz tanımış oldum. Deneyimlerimi paylaşmamın yeri burası değil. Yalnız fen liselerinin bugün geldiği konumun ilk Fen Lisesi’ne götüren düşüncelerden hayli uzak düştüğünü vurgulamak isterim. Epeyce bir zamandır Fen Lisesi mezunlarının neredeyse tamamı çok gelir vaat eden mühendislik veya doktorluk mesleklerine yönelmekteler. Fen liselerinin başarısına en büyük kanıt olarak ise üniversite giriş sınavlarında fen lisesi mezunlarının hep en üst sıralarda yer alması gösterilmektedir. Ben bunun fen liselerinde üstün yetenekli çocuklara yönelik istisnai bir eğitim verildiği anlamına gelmediğini düşünüyorum. Ortaokul mezunlarının en iyilerini genel bir yetenek sınavı ile sıralayarak alıyorsunuz. Bu öğrencileri 3-4 sene lisede aynı sınıflarda beraber tuttuktan sonra genelde yeteneklerini ölçen diğer bir sıralama testinin sonuçlarına göre üniversitelere yerleştiriyorsunuz. Yine üst sıralarda olmalarına şaşırmamalıyız. Esas bu öğrencilerin büyük bilimsel motivasyonlarla karşımıza gelmemelerinden kaygılanmalıyız. Böylesi parlak genç zihinleri salt fen ve teknoloji konularına yönlendirilirken neden sanat, edebiyat ve sosyal bilim konularında zayıf bıraktığımızı ayrıca sorgulamalıyız.
Bize ODTÜ yıllarınızı ve hocalarınızı anlatır mısınız?
1967’de Fen Lisesi’nin ilk mezunları olarak üniversite giriş sınavlarına girdik. Test sınavlarının o ilk yıllarında ODTÜ modern matematik ve fen konularına ağırlık veren ayrı bir test sınavı verirdi. İstanbul Teknik Üniversitesi ise uzun yıllardır veregeldiği klasik giriş sınavlarında sorulan çok zor fen ve matematik sorularıyla öğrenci alırdı. İstanbul’daki bu klasik sınava ben girmedim. ODTÜ’nün test sınavını ise dereceyle kazandım. Ankara ve İstanbul Üniversiteleri ise ayrı bir giriş test sınavını ortak vermeğe yeni başlamışlardı.Bu sınavda da Ankara Üniversitesi’nin Fen, Tıp, Siyasal Bilgiler ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri’nin hepsini burslu olarak kazandım. Ama benim tercihim ODTÜ Fizik Bölümü oldu. Fen Lisesinin 1967 mezunları olarak neredeyse hemen hepimiz ODTÜ’nün çeşitli bölümlerinde okuduk. Fen ve mühendislik öğrencileri birinci sınıf derslerini beraber alırdık. O yıl ilk kez fen liseliler kendimizi göstererek tüm sınavlarda hep en yüksek notları alarak başladık. Ben Fizik Bölümü’nün tam burslu öğrencisi olarak sonraki sınıflarda da en yüksek notları almağa devam ettim. 1971’de yüksek şeref derecesiyle mezun oldum. Yüksek mezuniyet ortalamamın bana tanıdığı haktan yararlanarak, hiç ara vermeden TÜBİTAK’ın bir mülakatına girip kazandığım Yurt İçi Doktora Bursuyla ODTÜ Fizik Doktora programına yazıldım. İki yıl boyunca açılan tüm fizik ve matematik doktora derslerini alarak yeterlik sınavını verdim. 1973 Güz döneminde ODTÜ’de öğretim görevlisi olarak fizik derslerine girmeğe başlamıştım. Böylece hocalıkta 50 yılı geçmiş bulunuyorum. ODTÜ’deki eğitimim hem akademik hem sosyal yaşam bakımından üniversitenin en canlı yıllarına denk gelmiştir.
Başlangıçta “Fizik” ve “Teorik Fizik” adlarında iki ayrı bölüm bulunmaktaydı. Her ikisi de 1961’de kurulmuş bu bölümlerden Fizik Bölümü daha çok küçük sınıfların ders ve laboratuvarlarını üstlenirken Teorik Fizik Bölümü iyice araştırma ağırlıklıydı. 1970’de Fizik Bölümü adı altında birleştiler. Teorik Fizik Bölümünü kuran Erdal İnönü’dür. 1961’de davet ettiği ilk hoca Feza Gürsey olmuştur. Genç öğrenciler olarak kendisini görürdük ama henüz açtığı M.S.-Doktora derslerini anlayabilecek düzeyde değildik. Feza Beyin eşi Süha Gürsey (Pamir) Fizik Bölümü’nde ders verirdi. Ondan 2. senemde “Bilim Tarihi” dersini aldım. Bu dersin ikinci dönemini Erdal İnönü’nün kendisi üstlenip yaptı. Cahit Arf Matematik Bölümü’ne daha geç, 1967 ders yılı başlarken gelmişti. Kendisinden 3. senemde seçmeli olarak iki dönem “Cebire Giriş” derslerini aldım. “Kuantum Mekaniği”ni 4. senemde iki dönem verdiği dersinde yine Erdal İnönü’den öğrendim. Doktora sırasında Feza Bey’in Amerika’dan gelerek açtığı iki dönemlik Özel ve Genel Relativite derslerine yazıldık. Yeterlik sonrasında onun verdiği “Grup Teorisi” derslerini ayrıca izlemek fırsatım da oldu. Teorik fizik doktorası için bana zorunlu tutulan ileri matematik derslerinden “Fonksiyonel Analiz” derslerini Tosun Terzioğlu vermişti. O yıllarda ODTÜ’de bulunan, o zamanın diğer genç hocaları Perihan Tolun, Ferit Öktem ve Hayri Körezlioğlu’ndan da pek çok ders aldım ve hepsinden çok yararlandım. Minnetle hatırlıyorum. Bu hocalardan saydığım bu ileri dersleri alabilmiş olmak ilk kuruluş yıllarında ODTÜ’nün bizlere sunduğu ve dünyada başka hiç bir kurumda erişilemeyecek ayrıcalıklardır.
Doktora sonrasındaki akademik seyriniz nasıl oldu?
Doktora tezimi 1974-1975 ders yılında ODTÜ’den izin alarak, Ford Vakfı Bursuyla gittiğimiz Yale Üniversitesi’de Feza Beyin yanındayken yazdım. Tezimin konusu o sıralar Yang-Mills ayar alanları kapsamında yeniden gündeme gelmiş bulunan manyetik monopollar üzerineydi. Ankara’ya dönerek 1976 Bahar Dönemi biterken Doktora derecemi aldım. Aynı aylarda süpergravitasyon teorisi daha yeni keşfedilmişti ve çok ilgi toplamaktaydı. Vakit geçirmeden tekrar başvurduğum TÜBİTAK’tan Yurt-Dışı Doktora-Sonrası Araştırma Bursu kazanarak 1976 yılbaşı tatilinden hemen önce Boston’a Brandeis Üniversitesi’ne, süpergravitasyon teorisini keşfedenlerden birisi olarak ayrıca çok tanınan ünlü genel relativiteci Stanley Deser’in yanına gittim. Orada tanıştığım öğrenciler arasında Deser’in post-doc ve doktora öğrencilerine sert davrandığı yaygın söylenmekteydi. Ancak Deser beni yakından tanıyıp zor hesapları yapmaktaki yeteneklerimi gördükten sonra hep destekleyici tutumda olmuştur. Bunu, yerli olsun yabancı olsun, “Türkiye’de doktora yapılmaz” diyenlere örnek gösterilebilsin diye özellikle vurgulamak istiyorum. 1977’de süpergravitasyon teorisini iyice öğrenince, yıl sonuna doğru Viyana Üniversitesi Teorik Fizik Enstitüsü’ne Einstein-Memorial-Foundation Fellow olarak davet edildim. 1978 yılını yine ODTÜ’den izinli olarak Avusturya’da geçirdik. Bahar aylarında hepsi ünlü enstitü hocalarının ve ilgili doktora öğrencilerinin izlediği bir dizi “Süpersimetri ve Süpergravitasyon” dersleri yaptım ki daha 30 yaşına gelmemiştim.
1979-1981 arasında Kuzey İngiltere’de araştırma etkinlikleriyle adı öne çıkan oldukça yeni bir kurum olarak Lancaster Üniversitesi’nde çalıştığım iki yıllık bir dönem daha var. Oradayken o güne dek üzerinde çalıştığım problemler artık yeterince olgunlaştığından değişik değişik konularda peş peşe önemli makaleler yayınlayabildim. Zaten iki sene daha ODTÜ’den izin isterken gerekçem tam olarak bunu gerçekleştirmekti. Bu makalelerim nedeniyle dışarıda tanındım. Seminerler vermeğe ve toplantılara çağrıldım. Bu aşamada kariyerimin yurt dışındaki köklü bilimsel kurumlardan birisinde devamı mümkün olurdu. O sırada çok okuyordum, ODTÜ’den sınıf arkadaşım ve kendisi de fizikçi eşimle beraber çok düşündük. Sonuçta bizi bekleyen şartları bilerek yolumuza devam edeceğiz dedik. Ülkemizde araştırmalarımıza devam etmek için bizlere yurt dışındaki ölçeklerde destek olunmayacağının farkındaydık. Önceliklerimiz nedeniyle artık yurt dışındaki kurumlardan da fazla ilgi bekleyemezdim: Öğrencilerimizi iyi yetiştirmek, üst düzey dersleri hakkıyla verebilmek, düzgün Türkçe kullanarak toplumun her katında bilimsel düşüncenin gelişmesine katkıda bulunmak istiyorduk. Bugün geriye bakınca hayatta bu amaçlarımıza da kesin ulaştık diyebiliyoruz. Ancak yurda dönüşümüz nedeniyle o bilimsel eserlerim ve daha sonra ülkemizde yaptıklarım uluslararası bilim camiasında yurt dışında kalmış olsam tanınacağı kadar bilinemedi. Arkamda kökleşmiş bir bilim camiası bulunsa farklı olurdu. Gerçi 1996 TÜBİTAK Bilim Ödülü dahil Türkiye’de verilen tüm bilim ödülleriyle onurlandırıldım, daha ilk kurulduğu yıl TÜBA’ya üye seçildim. Bunların değerlerinin bilincindeyim. Ama hâlâ yurdumuzda yapılan bilimsel çalışmaların toplumumuzca doğru anlaşıldığı ve önemsendiği konusunda emin olamıyorum. Yabancı hayranlığı toplumumuzun kılcal damarlarına dek işlemiş, bilim ve teknoloji konularında kendine güven duygusunun kazanılması kolay olmayacak.
Çalışmalarınızda ön plana çıkan, bizim anlatmamız gereken birtakım kavramlar var. Gravitasyon, süpersimetri, ayar teorileri vb. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
Gravitasyon veya diğer deyişle kütle çekimi kavramını konuşmak için Isaac Newton’dan başlamak uygun düşer. Evrensel Newton çekim yasası var: Uzayda birbirinden ayrık duran herhangi iki cisim birbirlerini kütlelerinin çarpımıyla düz orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekerler. $G$ ile gösterilen orantı katsayısı tüm cisimler için aynı değere sahiptir. Evrensel Newton sabiti diye adlandırıyoruz. Ters kare çekim yasası yeryüzündeki tüm cisimler arasında etkin olduğu gibi gökyüzündeki tüm cisimler arasında da etkindir. Newton’un büyük başarılarından birisi güneş etrafında dolanan bir gezegenin kapalı eliptik yörüngesini bu yasadan matematiksel olarak türetebilmesidir. Newton daha o devirde bir anlamda yeryüzündeki hareket ile gökyüzündeki hareketi aynı yasada birleştirmiş. Şu an bile atmosfer dışına uydu yollarken veya uzay araçlarının yörüngelerini baştan tayin ederken Newton yasalarını kullanmaktayız. Bu listeye uygulamalarına yakından aşina olduğumuz GPS sistemini de ekleyebiliriz. Tabii ki hesaplama yöntemlerimiz Newton’un gününe göre çok daha gelişmiş ve hızlanmıştır. Hem yeni matematik yöntemler geliştirilerek hem bilgisayarla nümerik hesaplama kapasitesi artırılarak yeni ufuklar açılmaktadır.
Saydığımız türden hesaplara çok ince ayar verilirse relativistik etkiler kaçınılmaz olabiliyor. Ancak bu etkilerin yaklaşık olarak göz önüne alınması henüz yeterli olmaktadır. Günümüzün uzay teknolojileri ve uygulamaları için Einstein’ın genel görelilik teorisine ve onun temelini oluşturan eğri uzay-zaman kavramına kadar gitmek gerekmiyor. 20.yüzyılın başında keşfedilen ve sonrasında sürekli gelişen Einstein’ın gravitasyon teorisinin en çarpıcı öngörüleri olan uzayın derinliklerinde olası kara deliklerin varlığı fikri ile büyük patlamayla başlayan ve genleşen dinamik bir evren modelinin öngörüleri 21.yüzyılda artık gözlemlerle sınanma aşamasındadır.
Elektrik yükleri arasındaki kuvvetler de tıpkı Newton yasasındaki gibi uzaktan etki eden bir ters kare etkileşme kuvvetiyle verilirler. Ancak cisimler net elektrik yüksüz olabildikleri veya ya artı işaretli ya eksi işaretli diye adlandırdığımız iki farklı türden elektrik yüküne sahip olabildikleri için elektrik kuvvetlerine evrensel diyemiyoruz. Cisimler yüksüzse elektrik kuvvetlerinden etkilenmezler. Aynı işarete sahip elektrik yükleri birbirlerini iter, ters işaretli elektrik yüklerine sahip cisimler birbirlerini çekerler. Uzaktan etki eden elektrik alanlarla, varlığı antik dönemlerden bu yana bilinen manyetik kuvvetlerin aynı kökten geldikleri ancak 19. yüzyıl sonlarında James C.Maxwell ile matematik ifadesini bulmuştu. Yeryüzünde sabit duran bir gözlemciye göre hareketsiz kalan bir elektrik yükünün etrafında sadece elektrik alanı oluşur. Eğer elektrik yükü gözlemciye göre hareket etmekteyse (veya cisim durup gözlemci hareket halindeyse) etrafında hem elektrik hem manyetik alanlar oluşur. Yani bir anlamda manyetik alanların kaynağı hareket halindeki elektrik yükleridir. Bu alanlara artık en genelde elektromanyetik alanlar demekteyiz. Işık uzayda yayılan bir elektromanyetik dalga türüdür. Üniversitelerde standart fizik derslerinde gösterdiğimiz klasik alan teorileri Newton’un gravitasyon teorisi ile Maxwell’in elektromanyetik alan teorisidir. Bunlarla doğadaki uzun menzilli etkileşme kuvvetleri tarif edilmektedir. Bu etkileşmelerin kaynağı, sırasıyla, cisimlerin kütleleri ve eğer taşıyorlarsa elektrik yükleridir.
Söyleşimizde çıkan bu klasik resmin ne kadar ötesine geçebiliriz; örneğin benim çalışma konularımla ilgili kuantumlu ayar alan teorilerinden bahsetmeli miyim? Bilemiyorum, çünkü kuantumlu alanlar dedim ama daha kuantum konusuna başlayamadım bile.
Bu kadar kısa sürede kuantum mekaniği nedir diye iki cümleyle anlatılacak konu değil. Koç Üniversitesi’nde yirmi yıl boyunca fizik öğrencilerine iki dönemlik kuantum mekaniği derslerini verdim. Öğrenciler tarafından klasik fiziktekinden farklı yeni kuantum kavramlarının özümsenmesi kolay olmuyor. Alışmadıkları matematik yöntemlerin kullanılması da ayrı çaba gerektiriyor. Fizik öğrencilerini ilk yıllarından itibaren aşamalarla bu yeni dile alıştırıyoruz. Kuantum mekaniğini merak ederek derse yazılan başarılı mühendislik öğrencilerinin işleriyse daha zor. Alışmadıkları yeni kavramlar ve kullanılan matematik dil onlara farklı geliyor. Çok tekrarlanan bir tekerleme vardır; mealen “Zaten bu dünyada kimse aslında kuantum mekaniğini anlamıyor” diye. Doğru değil ama bir teselli gibi yorumlanabiliyor. İstanbul’a gelmeden önce ODTÜ ve Ankara Üniversitesi’nde de kuantum mekaniği derslerini en basitinden en ilerisine her düzeyde vermiştim. Ankara Üniversitesi’ndeki derslerim Türkçe idi. Neden Ankara Üniversitesi’ndeydim? YÖK yasası çıktıktan 15 gün sonra habilitasyon sınavına girip doçent oldum. Böylece YÖK kurallarına yakalandım ve ilk yıllarında bu kurallar eksiksiz uygulandılar. 8-10 yıl zarfında birer yolu bulunup işler yine eskisine döndü. Fakat bana gelince tüm bilimsel başarılarıma ve kazanmağa başladığım bilim ödüllerine rağmen ODTÜ kendi bölümümde kadro açamadı. Böylece Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde genç yaşta profesör oldum. Kuantum mekaniği derslerini lisans öğrencilerine Türkçe, yüksek lisans öğrencilerine İngilizce yapacaktım. Yüksek lisanstaki öğrencilerim hazırlık okuyarak dil öğrenmiş asistanlarımızdı. Hemen hepsi bölümde kaldılar ve bugün profesör olarak görev yapmaktalar. Yetişmelerine katkıda bulunmuş olmak benim için gurur nedenidir.
Lisanstaki yüze yakın öğrencim ise hiç İngilizce bilmiyorlardı. Onlara dersleri Türkçe hazırlanıp yapmak durumundaydım. Dersimin notlarını hazırlarken ayrıca emek verdim. Türkçenin gramer yapısını çalıştım. Bilimsel kavramların Türkçe karşılıklarını doğru kullanmaya gayret ettim. Bu ders notları yıllar içinde öğrencilerimin ve asistanlarımın da desteğiyle gelişerek Türkçe bir “Kuantum Mekaniği” ders kitabı haline geldi. En son basımı Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından yapıldı.
Yeri geldiği için şunu vurgulamak istiyorum. Türkçe ders kitabı hazırlarken Türkçe ders veriyor olmak avantajlıdır. Yabancı dilde eğitim yapan kurumlarımızdan Türkçe ders kitabı hazırlamalarını veya çevirmelerini beklememeliyiz. Hep İngilizce ders vermiş meslektaşlarımdan emeklilikte kitap yazmak isteğini dile getirenler olmuştur. Ama bu hevesler pek gerçekleşmedi, çünkü anlatımlarını yaparken Türkçe düşünmediklerinden yazım süreci kolay ilerlemiyordu.
Günümüzde teorik fizik çalışıp Nobel Ödülü kazanan ender bulunuyor. Sizce bu durum neden böyle?
Alfred Nobel 19. yüzyılda dinamit satışlarından kazandığı tüm servetini Nobel Vakfı’na bırakırken bu kaynaktan her yıl insanlığa yararı dokunmuş icat veya keşif sahibi bilim insanlarına, o sırada hayatta bulunmaları şartıyla, hatırı sayılır miktarda ödül verilmesini vasiyet etmiş. Nobel Tıp, Fizik ve Kimya Ödülleri var, ama matematik daha baştan ödül kapsamına alınmamış. Nobel Fizik Ödülü’nü 1900 yılından bu yana İsveç Bilimler Akademisi veriyor. İnsanlığa yararı dokunmuş veya dokunacak bir buluş şartı epey sınırlayıcı. Fizik teorileri eğer daha uygulamaya dönüşmedilerse veya gözlemsel olarak tam kanıtlanamadılarsa bu ödülü kazanamıyorlar. Bir teorik fizikçinin Nobel Ödülü alması oldukça zor olmasına karşın, aslında kuantum mekaniğinin daha ilk yıllarında Nobel Ödülü kazanmış teorik fizikçiler var: Albert Einstein (1921), Niels Bohr (1922), Werner Heisenberg (1932), Erwin Schrödinger (1933), Paul Dirac (1933), Enrico Fermi (1938), Wolfgang Pauli (1945), Max Born (1954) ilk akla gelen isimler. Ancak hepsi teorilerinin gözlemsel kanıtları bulunduğunda veya başkalarınca uygulamaları yapıldığında bu ödülü kazandılar.
Günümüze gelince 2015 Nobel Fizik Ödülü gravitasyon dalgalarının gözlemlenmesi nedeniyle Kip Thorne’a, 2017 Nobel Fizik Ödülü fiziksel kozmoloji modellerinin gözlemsel kanıtlarının bulunması nedeniyle James Peebles’a verildiler. 2020 Nobel Fizik Ödülü’nün bir matematiksel fizikçi olarak Roger Penrose’a verileceğini pek tahmin etmezdim. Penrose’un kara deliklerin fiziksel niteliklerini açıklayan modelleri daha uzun yıllar bizlerle kalacak demektir bu. Özellikle vurgulamak isterim; beş yıl gibi kısa bir zaman aralığında Einstein’ın gravitasyon teorisine peş peşe üç Nobel Fizik Ödülü verilmiş olması önümüzdeki 30-40 yıllık bir süre zarfında fiziğin hangi yönde evrileceğinin işaretlerini taşıyor. Ülke olarak dikkate almalıyız.
Roger Penrose’un Türkçeye de çevrilmiş popüler kitapları var. Bunlardan ilki olan “Kralın Yeni Aklı” kitabını ben çevirdim. Beş seneye yayılan bir süreçti. Tekrar böyle bir çabaya giremeyebilirim. Kitap 1990’ların sonunda TÜBİTAK Bilim Kitapları dizisinde basıldı ve çok aranarak okundu. Türkçe yayınlar hazırlamak ve her kesin anlayabileceği sunumlar vermek önem verdiğim etkinliklerdir. Bu bağlamda Türkiye Bilimler Akademisi’nin Anadolu Konferansları programında 15-20 üniversiteye giderek yüzlerce dinleyicinin doldurduğu amfilerde konferanslar vermiştim. Buna koşut 1993-2001 yılları arasında TÜBİTAK Bilim-Teknik Dergisi Yayın Kurulu’nda görev almıştım. Ayrıca Bilim Kitapları Dizisi’nde yayınlanacak kitapların belirlenmesine katkıda bulundum. Güzel ve anlamlı bir seçkiydi. TÜBİTAK Penrose’un kitabını yeniden basmaktan vazgeçince 2017’de Koç Üniversitesi Yayınları’na verdim, yeniden gözden geçirilip basıldı. Bu kitapta Penrose’un matematik felsefesi, bilgisayar algoritmaları, klasik fizik ve kuantum fiziği, beyin fonksiyonları ve benzeri konularda özgün fikirleri yer buluyor. Zaten çevirinin benden istenmesinin nedeni matematik, fizik, bilgisayar ve beyin fizyolojisi konularının hepsinin bir arada ele alınıyor olmasıydı. Penrose’un ana tezini kısaca akıl yürütmenin insan beynindeki kuantum olgularıyla ilişkilendirilebileceği ve bir yapay zekânın insan aklının yerini hiç alamayacağıdır diye verebiliriz. Penrose’un görüşleri çok tartışıldı ve daha uzun zaman tartışılacak gibi duruyor.
Karadelikleri bize açıklar mısınız? Onlarla ilgili yaşanan gelişmeler nedir? Karadelikler alanının uzmanları kimler, bizimle paylaşır mısınız?
Karadeliklerin anlaşılmasında Einstein’ın genel görelilik teorisi esastır. Karadelik tanımı gereği içinden dışarıya hiç bir bilginin ve özelde ışığın bile çıkamayacağı gök cisimleridir. Aslında Newton’un kütle çekimi teorisine göre yüzeyinden ışıyan ışığın bile kaçamayacağı kadar ağır cisimlerin var olabileceğine daha 18. yüzyılda dikkat çekenler olmuş. Gök cismi o kadar ağır olsun ki yüzeyinden dikine yukarı atılan küçük bir nesnenin (mesela bir roketin) hesaplanan limit kaçış hızı ışığın boşluktaki yayılma hızından büyük çıksın. Kaçış hızından daha büyük hızlarda yollanabilen nesneler ağır cismin çekiminden kurtularak serbestçe uzayda (boşlukta) ilerleyebilir. Newton teorisinde eksik kalan, uzayda hareket halindeki nesneler için bir üst hız limiti koymamasıdır. 18. yüzyılda doğa felsefecileri nesneyi ışık hızında bile yollasak onu geri çekerek boşluğa kaçırmayacak kadar ağır gök çizimleri olabilir diyorlardı. Ama böyle ağır bir gök cismine bugün anladığımız anlamda karadelik diyemiyorlardı. Einstein teorisinin getirdiği yenilik ışığın boşluktaki yayılma hızının bir üst sınır olduğu, doğada hiç bir nesnenin bundan daha hızlı hareket edemeyeceği kabullenmesidir. Uzaydaki her cismin bir kütlesi bulunur ve mutlaka artı işaretli bir reel değer alır. Kütleli cisimlerin uzaydaki hareket hızı her şart altında ışık hızından küçüktür. Ne denli hızlandırılsalar bile, ne yapılırsa yapılsın ışık hızına kesinlikle ulaşamazlar. Kuantum fiziğinde ışık enerjisinin uzayda foton dediğimiz enerji paketleri halinde veya diğer deyişle boşlukta ışık hızıyla hareket eden fotonlar tarafından taşındığını düşünmekteyiz. Fotonları farklı bir yorumla kütlesi sıfıra eşit ışık tanecikleri diye görebiliriz. Einstein’a göre tüm eylemsiz gözlemciler ışığın boşluktaki hızını aynı değerde ölçerler. Buna relativite ilkesi demekteyiz. Relativite ilkesinin Einstein’ın temel kabullerinden başlıcası olarak gözlemsel bir olguyu dile getirdiğini ayrıca vurgulamak isterim. $c$ ile gösterdiğimiz ışık hızı doğanın bir diğer temel sabitidir. Işığın boşluktaki yayılma hızı sonludur. Saniyede 300000 kilometrelik değeri bugün çok hassas olarak bilinen değerine oldukça yakın olarak daha 17. yüzyılda ölçülebilmişti.
Tekrar karadelik kavramına gelirsek, bu fikir ancak Einstein’ın relativite teorisi kapsamında anlam kazanıyor. Karadelik diyeceğimiz bir cismin içinden dışına ışık bile kaçamaz demiştik. Dolayısıyla hiç bir nesne kaçamayacaktır. Her fiziksel karadeliğin içi ile dışını ayıran, “olay ufku” adını verdiğimiz sanal ışıksal bir yüzey bulunması gerekir. Bugün karadelik dediğimiz cisimleri ilk akla getiren Einstein alan denklemlerinin Schwarzschild çözümüdür. Einstein Genel Relativite Teorisi’ne son halini 1916’da vermişti. Hemen aynı yıl yine 1916’da Kurt Schwarzschild adında bir matematikçi bu denklemlerin statik ve küresel simetrik (yani dönmeler altında değişmeyen) çözümlerini buldu. Çözüme kaynaklık eden şey koordinat merkezinde sabit duran $M$ değerine sahip bir noktasal kütleydi. O sırada bu çözümün fiziksel yorumu yapılamamıştı. Bu özel çözümün iki önemli niteliğinden birincisi koordinat merkezinde, yani kütlenin bulunduğu noktada bir gerçek tekilliğinin bulunmasıdır. Bu zaten beklenmeliydi. Özgün olan ikinci nitelik $(2 G M)/c^2$ ifadesiyle belirlenen Schwarzschild yarıçapında bir tekil yüzeyin bulunmasıydı. Bu bir koordinat tekilliğidir ve bu ifadeyle $M$ kütlesinin etrafını kapayan “olay ufku” tanımlanmaktadır. Teknik ayrıntılara hiç girmeyelim.
Her cismin bir Schwarzschild yarıçapı olmalıdır. Örnek olarak dünyanın kütlesini ele alalım. Evrensel çekim sabiti ile ışık hızının değerlerini de kullanınca dünyanın Schwarzschild yarıçapı sadece 1-2 kilometre çıkıyor. Halbuki ortalama yarıçapı 6400 kilometre olduğundan yeryüzünde yaşarken olay ufku algılamayız. Güneşimiz ve neredeyse gök cisimlerinin tümünün hesaplanan Schwarzschild yarıçapları gerçek yarıçaplarından küçük çıkmaktadır. Merkezdeki kütle çok ağır olsaydı ve Schwarzschild yarıçapı gök cisminin yarı çapından dışarda çıksaydı ne olurdu? Bu soru bilimsel olarak ancak 1960’larda sorulmağa başlandı. Böyle gök cisimleri varsa adlarına karadelik denilmesi önerildi ve sahip olacakları fiziksel nitelikler irdelenmeğe başladı. ODTÜ kökenli küçük bir matematiksel fizik grubu olarak uzun zamandır bu çalışmaların içindeyiz.
Uzayda bir karadelik nasıl oluşabilir?
Evrenimizde karadelik diye yorumlanabilecek gök cisimleri bulunur mu? Gerçekten varlarsa nasıl oluşurlar? Bunu tartışmadan önce genelde yıldızların oluşumu ve yaşam evreleri üzerinde biraz durmamız gerekecek. Kendisi de gökyüzünde görülen diğerleri gibi bir yıldız olan güneşimiz ve diğer tüm yıldızlar ışıyorlar. Yani uzaya enerji yayıyorlar. Yıldızı görmemiz demek ışıdığı enerjinin bizler tarafından algılanması demek. Yıldızın enerjisi merkezindeki atomların yer aldığı termonükleer reaksiyonlar sırasında üretilir. Evrende en çok bulunan madde, en basit ve en hafif hidrojen atomlarıdır. Tek bir protondan ibaret çekirdek ile ona bağlı bir elektron, bir hidrojen atomunu oluşturur. Füzyon dediğimiz çekirdek-altı reaksiyon sürecinde yüksek sıcaklıklarda, basınç altında hidrojen atomlarından dört tanesi birleşerek-ki ara adımları vermeyeceğim-iki proton ve iki nötrondan ibaret bir çekirdek ile ona bağlı iki elektrondan oluşan bir helyum (He) atomuna dönüşür. Bu süreçte büyük miktarda enerji serbest kalır. Ayrıca burada üzerinde durmayacağımız nötrinolardan çok sayıda ışınır. Yine ara mekanizmalara girmeyeceğiz. Yıldızın yüzeyinden uzaya yayılan ve bize kadar ulaşan enerjinin kaynağı merkezde yer alan bu çekirdek etkileşimleridir. Başlangıçta yıldızın merkezinde çok miktarda fakat sonlu sayıda hidrojen (H) atomu vardır. Zaman ilerleyip H atomları tükenir, He atomları çoğalırken çekirdek etkileşimlerinin ikinci evresi başlar. He atomlarının füzyonuyla karbon (C) atomlarının oluşması ikinci evredir. He atomları tükenince C atomlarının füzyonu devreye girer, bu üçüncü evredir. Çekirdek etkileşimleri zaman içinde evre evre ilerleyerek kararlı demir (Fe) atomlarına kadar gelir. Bu evreden öte füzyon yürümediği için yıldız enerji üretemez olur. Artık sıra kütleçekim kuvvetlerine gelmiştir. Her ne kadar iki tekil atom arasındaki etkin gravitasyon kuvveti küçükse de bu kuvvetler hep çekici olduğundan (çünkü her cismin kütlesi artı işaretlidir) gravitasyon kuvvetleri birikimlidir.
Yıldızı dengede tutacak enerji üretimi sonlanınca, yani nükleer yakıtı bitince, yıldız kendi kütlesi nedeniyle içine doğru çöküşe geçer. Çöküş sürecinin ayrıntılarına da giremeyeceğiz. Her yıldız belli bir ağırlıkta yaşam döngüsüne başlar. Başlangıç kütlesi onun yaşam döngüsünün sonunda hangi konuma ulaşacağını belirlemektedir. Yıldızları sınıflandırmak ve yaşam döngülerini anlamak amacıyla yıldızları, onlardan gelen ışığın renklerine ve parlaklıklarına göre çizelgelere geçirmekteyiz. Yeryüzünde algıladığımız rengi yıldızın yüzey sıcaklığıyla ilişkilidir. Yıldızın bize uzaklığını da hesaba katarak mutlak parlaklık değişkeni de tanımlanır. Gözlemlenen tüm yıldızlar yüzey sıcaklıklarına karşı mutlak parlaklıklarına göre bir grafiğe geçirildiklerinde rastgele bir dağılım çıkmaz. Yıldızların çoğunluğu anakol üzerinde toplanmışlardır. Anakol dışında ise kırmızı devler, beyaz cüceler v.b. tabirlerle tanımlanan belli niteliklere sahip yıldız kümelenmeleri vardır. Yıldızların yaşam evrelerini Hertzsprung-Russell diyagramı dediğimiz bu şekil üzerinden izlemekteyiz. Her yıldız yaşamının ilk evresinde ağırlığına bağlı olarak anakol üzerindeki bir noktadan başlar. Yaşamının ilerleyen evrelerinde diyagram üzerinde yer değiştirmeye başlar. Hafif yıldızların yaşamı ilginç değildir. İerleyip yine anakonda başka bir noktada sönerek biterler. Daha ağır yıldızların yaşamı ilginçleşir. Beyaz cüceler kümesine gidenler olur, kırmızı devler kümesine gidenler olur. Bazıları farklı mekanizmalar sonucu süpernova patlamasına giderler. En ağır yıldızların yaşam döngüsü ise en ilgincidir. Böyle çok ağır yıldızlar yaşamlarının sonunda kendi üzerlerine çökerek iyice küçülürler. Yıldızın yarıçapı olay ufkunun yarıçapından daha küçük bir değere düştüğünde ağır yıldızımız artık bir karadeliktir.
Karadeliklerin hemen dışında fizik alışık olduğumuzdan farklıdır. Çünkü kütleçekimi çok güçlüdür. Bir kere bir karadelik yakınındaki her küçük nesneyi içine çeker. Bu süreçte karadeliğin kütlesi biraz büyür, olay ufku biraz genişler. Ancak içeri giden her ne ise bir daha geri gelemez. Bilim kurgu filmlerinde uzay adamları karadeliğin yakınına gidip olay ufkundan içeri dalıyorlar. Bu mümkün olsaydı astronotun başını içeri çeken kuvvet ayağını çeken kuvvetten çok büyük olduğundan, öncelikle astronot lastik gibi uzayarak düşerdi. İkincisi Einstein teorisinde Newton teorisinden farklı olarak yanal gravitasyon kuvvetleri bulunur. Bu nedenle bir astronot bir karadeliğe balıklamasına dalarak içeri düşerse boyunca uzarken tel tel ayrışmalıdır. Yani bilim kurgu filmlerindeki astronotumuzu iyi bir son beklemiyor.
Evrenimizde karadelikler var mı? Son yıllarda çekilmiş karadelik fotoğraflarında biz ne gördük?
Karadeliklerin varlığına dair ilk kanıt 1972’de Cygnus-X1 yıldız çiftinin gözlemlenmesiyle bulundu. İki yakın yıldızdan oluşan çift birbirleri etrafında hızla dönmektedirler. Dünyadan algılanan atımlarla yıldızların kütlelerini ve dönme hızlarını hesaplamak mümkündür. İlginç ayrıntılara hiç girmeyelim. Can alıcı gözlem bu çift yıldızlardan birisinin doğrudan görünmemesidir. Ancak görünen eşinin parametrelerinden kütlesi ile dönme hızı belirlenebilmektedir ve bir karadelik olduğu öne sürülebilmektedir. Yıllar içinde bu tür dönen çift yıldızlardan çok sayıda gözlemlendi. Karadeliklerin varlığına dolaylı birer kanıt oluşturuyorlar. Bundan farklı olarak 1980’lerde galaksi merkezlerinde birer dev karadelik bulunduğu öne sürüldü. Bizim Samanyolu galaksimizin tam merkezinde de bir dev karadelik adayı bulunuyor. Gerçi en sonunda bu dev karadelik tüm galaksimizi yutacak ama söz konusu zaman aralıkları o denli uzun ki şu an bizim endişelenmemize hiç gerek yok. Karadelikleri nasıl görürüz? Resmini nasıl çekeriz? Tanımları gereği yüzeylerinden her hangi bir ışıma veya sinyal gelmesi mümkün değil. Dışarıdan ışık yollayıp yansıtarak geri getirmek ve gözlemek de mümkün değil. Çünkü civarına yaklaşan her şeyi yutup bir daha geri vermiyorlar. Eğer evrende bir yerde bir karadelik varsa resmini çekerek göreceğiz dersek bu nasıl olacak? Öncelikle her ne kadar uzayımız boştur desek de o kadar boş değil. Tek tük bulunan yüklü tanecikler karadeliğin içine çekilirlerse ivmelenerek düşerler. Biliyoruz ki ivmelenen elektrik yükleri elektromanyetik dalga ışırlar. Bu nedenle bir karadelik kapkara çıkmayacak çevresinde tipik renk harelenmeleri olabilecektir. Ama görüntüde esas önemli olan karadeliğin bir gravitasyon merceği gibi davranarak arka planında gözüken gök isimlerinin görüntüsünü aşırı ölçüde bozmasıdır. Son yıllarda çeşitli yayınlarda çok renkli, fantastik karadelik resimleri görmüş olmalısınız. Bu resimler çoğunlukla bilgisayar simülasyonu sonucu oluşturuluyorlar. Bundan bir kaç yıl öncesinde pek tutulan “Interstellar” filminde etkileyici bir karadelik resmi vardı. Bu resim, Einstein denklemlerinin genel bir dönen karadelik çözümü (Kerr çözümü) alınarak merkezindeki koordinatlara göre değil dışındaki bir gözlemcinin koordinatlarına göre nasıl görünürdü diye bilgisayarda Einstein hareket denklemleri entegre edilerek oluşturulmuştu. En sonunda güzel bir görünüm için yine bilgisayar tarafından renklendirilmişti. Bu süreçler o kadar yüklü bir bilgisayar kullanımı gerektirmişti ki üniversitelerin bilgisayar kapasitesi yeterli gelmemiş ve Hollywood filmlerinin animasyonlarını yapan Double Negative şirketinin olanakları kullanılarak karadelik resmi oluşturulmuştu. Bir ilk oluyor, en prestijli gravitasyon dergilerimizden birisinde bu resmin oluşturulması detaylı bir bilimsel makale halinde yayınlandı. Gerçek bir karadeliğin resmi denen fotoğrafta ise başka bir husus daha var. Fotoğraf makinanızı gök yüzüne çevirip tuşuna basınca resim çıkmaz. Çünkü genelde çok uzaklardaki gök cisimlerinden bize ulaşan ışık müthiş zayıftır. Resmi çekilecek noktaya sabitlenip gök cisminden gelen ışık yeterince enerji birikimi sağlasın diye uzun süreler bekleniyor. Zaten bu tür çalışmalarda toplanan veriler digital veriler. Gerçek karadelik resmi oluşturulurken çok yaratıcı bir fikir esas alınmış. Hedef karadeliğin konumu bir kez belirlendikten sonra o civardan yıllar içinde elde edilmiş digital veriler toparlanıp bir araya getirilmiş ve bir seferde işlenmiş. Interstellar filmindeki sanal karadelik resmine benzeyen bir karadelik resmi gerçekten, ama çok netleşmeden oluşmuş. Karadeliklerin resmi çekildi diyorsak, bu anlamda çekildi.
Son sorum, sizin çok önemsediğiniz diğer bir alanla, yani fizik eğitimiyle alakalı olacak. Bu konuda deneyimleriniz ve fikirleriniz var. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada fizik eğitiminin ve üniversitelerdeki fizik bölümlerinin gidişatıyla ilgili bir kaç tespitinizi bizimle paylaşır mısınız?
Türkiye’de temel bilimlerin hali hiç iyiye gitmiyor. YÖK çıktığında konulan kural olarak her yeni üniversitenin ilk elde Fen-Edebiyat Fakültelerini oluşturmaları istenirdi. Bu kuralın tartışılabilecek yönleri tabii ki var. Aslında “fenciler” ile “edebiyatçılar” bir arada uyum içinde kaynaşabilecek disiplinler değil. Ama 1980’lerde öncelikle üniversite birinci ve ikinci sınıfta zorunlu tutulan fen-matematik ile türkçe-tarih derslerini verecek hocalara kadro açalım denmiş ve çaresi böyle bulunmuş. Yıllarca devam eden bu uygulamanın sonucunda her üniversitede fizik bölümleri açıldı. Hocalar atandı, mezun olunca ne yapacakları sorgulanmadan öğrenciler alındı, arkasında mali desteği bulunmayan araştırma laboratuvarları açıldı. Gerçi daha uzay araştırmaları derinleşmeden, bilgisayar kapasiteleri artarak iletişim devrimi dediğimiz gelişmelerin yaşanmasından önce, 1990’larda tüm dünyada fiziğin bir meslek olarak öncelikleri sorgulanmaktaydı. O dönemde Amerika, İngiltere ve Avrupa’daki meslektaşlarımla konuştuklarımı anımsıyorum. Fizik bölümleri küçülüyor ve bazan kapatılıyorlardı. Tipik bir örnek olarak, İngiltere’de Lancaster Üniversitesi’ndeki fizikçi arkadaşlarım lise mezunları arasından her yıl mülakatla alacakları 40 öğrenciyi bulmakta zorlanır olmuşlardı. Kimya Bölümü kapatılmıştı. Matematik Bölümü İşletme Fakültesine bağlanmıştı. Amerikan üniversitelerinde de durum buna yakındı. Teorik fizik programlarına Amerikalı öğrenciler artık pek az geliyorlardı. Araştırma projelerinde çalışanlar hep Çin, Hindistan, Türkiye v.b. ülkelerin parlak öğrencileriydi. Zengin ülkelerde 2010’larda resim tamamen değişmeğe başladı. En son 2019’da İngiltere’yi ziyarete gittiğimde Lancaster Üniversitesi beni bayağı şaşırttı. Fizik bölümü milyonluk yatırımlarla genişletilmişti. Öncesini bildiğim süperiletkenlik laboratuvarı modern bir kuantum teknoloji laboratuvarına dönüşmüş, Kimya ve Malzeme Bilimleri Bölümü açılıp gelişmiş, fizik kontenjanı yılda 70 öğrenciye çıkmıştı. Astronot adayı mezunlar yetiştiriyorlardı.Üstelik bu örnek tekil bir örnek değil. Artık Amerika ve Avrupa ülkeleri tekrar temel bilimlere yatırım yapmaktalar. İyi öğrenciler temel bilimleri tercih etmeğe teşvik ediliyorlar. Dışarıda bunlar yaşanırken Türkiye’de 2010’larda temel bilimler ve özellikle fizik bölümleri iyice krize girdiler. Bölüm kontenjanları artar, giriş puanları iyice düşerken öğrenciler artık fizik tercih etmez oldular. Öğrenci gelmeyen bölümler kapanırsa, temel bilimlere yönelmek isteyen lise mezunları yurt dışına giderse, Türkiye’de bilim ve teknoloji nereye kadar ilerleyebilir? Özelde fizik, genel olarak temel bilimler olmadan teknolojiyi kendimiz geliştirmekte zorlanırız, innovasyon yapamayız. Her şeyi üniversite giriş puanına bakarak değerlendirmemeliyiz. En yüksek puanlı mühendislik öğrencileri bile eğer özel olarak kendilerini hazırlamazlarsa ileri fizik derslerinde zorlanırlar. Üst düzey fizik derslerinde başarılı olanlar yetenekli, çalışkan ve yüksek motivasyona sahip fizik öğrencileridir. Halbuki son yıllarda fizik sınıflarımızdaki giriş puanı düşük öğrencilerle ders yapar olduk. Tabi ki onları iyi yetiştirmek için uğraş vereceğiz ama bu yaklaşımla bilimsel bilgi birikimimizi en üst düzeylere çıkarmak ve üniversitelerimizdeki çalışmalarla en önlerde yarışa girmek mümkün olmaz. Şu anki gidişat uzun vadede risklidir. Fizik ve kimya bölümleri krize girince YÖK’ün uygulamaya soktuğu ilk tedbirlerden birisi yeni üniversitelerin Fen Fakültesi kurma zorunluluğunu kaldırmak oldu. Bunun sonucunda artık ister devlet üniversitesi, ister vakıf üniversitesi olsun yeni üniversitelerde Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakülteleri oluşturuldu. Artık Fizik Bölümleri açılmıyor. Bir kaç matematikçi, temel bilimci ve sosyal bilimci kadroya alınıp aynı kısım veya bölümde bir araya konuyorlar. Mühendislik bölümlerinin birinci ve ikinci sınıflarına zorunlu dersler böylece yapılıyor. Ama uluslararası nitelikli temel bilim araştırmaları, özellikle kuantum mekaniği, Einstein’ın relativite teorileri gibi ileri konularda çalışmalar artık söz konusu bile edilemiyor. Bu bağlamda herkes fizikçi olsun, fizik bölümlerini canlandırıp yüzlerce öğrenci alalım demek anlamsız kalır. Ancak çok yetenekli öğrencilere eğer merakları da varsa temel bilimlerde üst düzey eğitim verilmesi gerekir. Parlak ve doğuştan yetenekli mühendislik öğrencilerim oldu. Onlara hitap eden bir fizik dersi aldıklarında temel bilimlerin cazibesini kavrıyorlar, hepsi değil ama çoğunu standart mühendislik dersleri kesmez oluyor. Bu istisnai öğrencilerin daha en baştan seçilerek matematik ve temel bilimlerde özel yetiştirilmeleri gerekir. Onların hepsini daha liseyi bitirdiklerinde burs bularak yurt dışına yollarsak üniversitelerimiz bilim yuvası olamazlar; akademisyen yetiştirerek kendilerini yenileyemezler. Üniversiteye öğrenci seçme ve yerleştirme sistemimiz hemen her yönüyle verimsiz çalışıyor. Sadece tek aşamalı test sınavı sonuçlarına göre öğrenci almamalıyız. Tıp ve Mühendislik konularına girecek öğrenciler için baraj taban puanı belirlenebiliyor. Ama fizik bölümlerine gelince 200000-300000 aralığından öğrenci almaktalar. Bu öğrencilere nasıl ileri fizik derslerini anlatabileceğiz? Bana sorsalar-ki hiç sormadılar- çok fizik bölümü açmayın her isteyen öğrenciyi öylesine fizik bölümüne kaydetmeyin derdim. Nasıl güzel sanatlar ve mimarlık bölümlerine öğrenci alınırken yetenek testi verilip mülakat yapılıyor, matematik ve fen bölümlerine de aynı yöntemle öğrenci alalım derdim. Yetenekli fakat eksikleri olan öğrenciler için nasıl İngilizce hazırlık sınıfları yapıyorsak aynen fizik ve matematik hazırlık sınıflarını zorunlu tutalım derdim. Bu süreçten geçerek devam edecek az sayıdaki fen ve matematik öğrencilerini tam burslu okutalım derdim. Mezuniyetlerinde iş ve araştırma olanaklarını daha öğrenciliklerinden gözetelim derdim. En iyi mezunlarımızın da fizik öğretmeni olmalarını bir şekilde temin edelim derdim.
Özellikle fizik eğitimine dair dedikleriniz kötümser görünüyor olsa da sizin gibi tarihe tanıklık etmiş hocalardan öğrenecek çok şeyimiz var. Ben sizi konuk ettiğim için çok gururluyum ve geldiğiniz, konuştuğunuz için teşekkür ediyorum.
Bu güzel söyleşiyi düzenlediğiniz için ben de sizlere teşekkür ederim. Gençlere güvenim var. Genelde kötümser değilimdir ama şu sıralar ileriyi görememekten ve geleceğimizle ilgili plan yapamamaktan dolayı kafalarımız iyice karıştı. Ders verdiğim okullarda yetenekli, iyi yetişmiş öğrenciler hiç eksik olmadılar. Özellikle son yıllarda hemen hepsi geleceklerini Avrupa veya Amerika’da arıyorlar, bu beni üzüyor. Umut edelim gittikleri yerlerde aradıklarını bulsunlar, düzgün birer yaşam kursunlar. Onlarla daha çok konuşabilmek isterdim.