TÜİK 2021 yılı buğday üretim tahminini 17,7 milyon ton olarak açıkladı. Bu rakam son 20 yılda 20 milyon ton civarında seyrediyordu; sadece 2007 ve 2008’de 18 milyon tonun altına düşmüştü. Nüfus ise 2008’den beri 70 milyondan en az 83 milyona çıktı. Yine aynı dönemde buğday ithalatı yapılıyordu ama ihracat (un veya makarna olarak) ithalattan daha yüksekti; yani net ithalata gerek duyulmadığı iddia ediliyordu. Bu yıl ve bu gidişata göre gelecek yıl da, net buğday ithalatına ihtiyaç duyulacak. Yani, yıllardan beri duyduğumuz “Kendi buğdayımızı dahi yurt dışından temin etmek durumunda kalıyoruz.” tezi maalesef gerçekleşiyor.
Üretim yetersizliğinin arkasındaki faktörleri iki ana başlık altında toplayabiliriz: Birincisi, tarımsal üretimi gelecekte de olumsuz etkileme ihtimali çok yüksek küresel iklim değişikliğine bağlı atmosferik dönüşümler. Bunların arasında en önemlileri, sıcaklığın artması ve kuraklık koşulları. İkincisi, devletin tarım politikalarına azalan güven.
Kuraklığın etkileri
Buğday üretiminin merkezi Orta Anadolu platosu başta olmak üzere ülkenin çeşitli bölgelerinde kuraklık gözle görülür derecede vahim etkilere sahip. Aşırı sulamanın bir sonucu olarak toprak altındaki su tabakası daha derine çekilmiş ve yüzeydeki toprak çok yerde çöküyor. Yeraltı sularının çekilmesi ve toprağın yer altına çökmesiyle oluşan çukurlara obruk deniyor. Son zamanlarda yapılan araştırmalar Konya genelinde irili ufaklı obruk sayısının 2000’ler seviyesine ulaştığını gösteriyor. Yine bu araştırmalara göre obrukların giderek tarlalara, yerleşim merkezlerine ve enerji yatırım alanlarına yaklaşması hayati ve maddi riskleri çoğaltıyor. Öte yandan yağışların azalması ve mevsimsel dağılımlarında ciddi düzensizlikler gösterir hale gelmesi de önemli bir sorun. Ara ara görülen şiddetli yağışlar toprağa nüfuz etmekten çok organik ve mineral besinler açısından zengin yüzey toprak katmanlarını taşıyıp götürüyor. Yaşanan erozyon ayrıca verimliliği çok düşük olan alt toprağın yüzeye çıkmasına da neden olduğu için toprağın kalitesini olumsuz yönde etkiliyor.
Tarıma elverişli topraklar yer değiştiriyor
Tabii, iklim değişikliğinin etkileri dünyada olduğu gibi Türkiye’de de farklı coğrafyalarda değişiklik gösteriyor. Dünyada buğday tarımına elverişli toprakların yakın gelecekte daha Kuzey bölgelere kayacağına dair bilimsel öngörüler var. Öyle ki Kanada ve Rusya’nın yılın büyük kısmında donmuş bulunan tarıma uygun olmayan topraklarının orta gelecekte tahıl üretimine en uygun bölgeler olacağı düşünülüyor.[1]Bir yandan da birçok yerde ürün desenleri değişiyor. Örneğin, Akdeniz kıyılarında avokado yetiştiriciliği, İngiltere’de şarapçılık, hatta şampanya üretimi artıyor. Türkiye coğrafyasında benzer genişlikte Kuzey toprakları tabii ki yok. Ancak Doğu Anadolu platosunda genellikle hayvancılık için kullanılan, kış aylarında donan topraklar yakın bir gelecekte tahıl tarımına uygun hale gelebilir.
Bununla birlikte Türkiye iklim değişikliğine bağlı çevresel ve ekonomik kırılganlığı yüksek ülkeler arasında yer alıyor. Özellikle iç bölgelerdeki kurak ve yarı kurak kesimler iklimdeki dalgalanmalara ve kuraklıklara çok duyarlı. Aşağıdaki haritada görüldüğü gibi, hem içme suyu hem de tarımda sulama için kullanılan suların temel kaynağını oluşturan yeraltı suları, 1948-2010 arasındaki 60 küsur senelik dönemle kıyaslandığında, en düşük seviyelerinde bulunuyor.
Tarihte Türkiye coğrafyası geniş ölçekli, uzun dönemli iklim olaylarından en çok etkilenen yerlerden. Örneğin, Küçük Buzul Çağı’ndaki iklim felaketleri (donlar, kuraklıklar, vs.) Türkiye’nin iç bölgelerindeki siyasi ve ekonomik hayatı 17. ve 18. yüzyıllarda köklü bir şekilde dönüştürmüş.[2]Sam White, 2013. Osmanlı’da İsyan İklimi: Erken Modern Dönemde Celâli İsyanları. Alfa Yayınları. Bu dönemde Anadolu’da tarıma açık topraklarda ciddi bir daralma yaşanmış ve bu daralma Osmanlı’nın 19. yüzyılda dünya ekonomisine eklenmesi etrafında oluşan ekonomik hareketlenmeye kadar sürmüş. Özellikle bugün İç Anadolu diye bildiğimiz o zamanların Karaman Eyaleti’ne bağlı Konya, Kayseri, Kırşehir gibi yerlerdeki köylüler ya şehirlere göç etmek zorunda kalmışlar ya da eşkıyalardan yani Celaliler’den korunmak için dağ köylerine çıkmışlar. Ovalardaki bir zamanların bereketli arazileri ise göçer aşiretlerin koyun sürülerine kalmış.
21. yüzyılla 300-400 sene öncesinin dünyaları arasında paralellikler kurmak elbette mümkün değil. Ama yine de bu tarih bize coğrafya ve iklimde yaşanan radikal değişikliklerin siyasi ve ekonomik süreçler üzerindeki dönüştürücü etkilerine dair iç görü geliştirmemize faydalı olabilir.
Üretim yapılabilir topraklara gözümüz gibi bakmalıyız
Önümüzdeki yıllarda kuraklık ve yağmur düzenindeki değişikliklere karşı koyamayarak kimi toprakların üstünde üretim yapılabilir olmaktan çıkması durumunda dahi geride kalan topraklarda üretkenliğin artırılması da mümkün tabii ki. 2000 yılından beri buğday ekim alanları takriben 9 milyon hektardan 7 milyon civarına indi; eğer dönem boyunca üretimin 20 milyon ton civarında oluştuğunu düşünürsek dönüm başına verimlilik %25 kadar yükseldi. Verimlilikteki artışın en önemli nedenleri arasında toprak kalitesi düşük marjinal tarlaların üretim dışı bırakılması var. Bu olgu diğer ürünler için de geçerli. Verimlilik artışını sağlayan diğer unsurlar ise yeni kullanılan tohumlarla ve kısmen de gübre ve sulamadaki iyileştirmelerle ilişkili. Önümüzdeki yıllarda, belki Güneydoğu haricinde tüm bölgelerde, sulama açısından sorunlar yaşanması büyük ihtimal. Dahası fazla ve bilinçsiz su kullanımının toprak kimyasıyla ilişkili yol açtığı sorunlar yüzünden verimlilikte sorunlar yaşandığını biliyoruz. Gübre kullanımının bilinçli ve kontrollü yapılmaması da süregiden sorun alanları arasında. Bu nedenlerle önümüzdeki yıllarda verimlilik artışı fazla olası değil.
Doğru kaynak kullanımı ancak doğru devlet politikalarıyla mümkün
Genellikle yanlış kaynak kullanımıyla alakalı bu olumsuz gelişmeler bizi üretim yetersizliğinin arkasındaki ikinci ana başlığa getiriyor: devletin tarım politikaları. Doğrudan ya da dolaylı olarak ürün ve girdi fiyatlarını belirleyen devlet, aynı zamanda farklı düzeylerdeki önlem ve yönlendirmeleriyle tarım sektörünü düzenleme kapasitesine sahip en önemli siyasi aktör.
Genelde devlet politikaları öngörülebilir ve istikrarlı olmadıkları takdirde yarardan çok zarar getirebiliyor. Bu kural yatırımcılar ve sanayiciler kadar çiftçiler için de geçerli. Örneğin, son yıllarda sıkça yaşandığı gibi eğer girdi ve ürün fiyatları beklenmedik şekillerde değişebiliyorsa çiftçinin işi de zorlaşıyor. Yine özellikle son dönemlerde yaşandığı gibi mazotun, gübrenin veya tohumun fiyatlarında ani artışlar olurken ürün fiyatının değişim oranı belli değilse çiftçi tarlasını bir sezon daha boş bırakmayı tercih edebiliyor. Benzer durumlar çiftçiye verilen teşvik veya ürününe biçilen fiyat beklenen düzeyde olmadığı zaman da ortaya çıkabiliyor. Bu pazarlıklar her yıl çeşitli ürünleri ekmiş çiftçiler ile devletin kurumları arasındaki çekişme olarak haberlere yansıyor.
TL’nin değer kaybetmesiyle belirsizlikler katlandı
Bu yıl denkleme yeni bir değişken daha girdi: döviz fiyatlarında yaşanan beklenmedik ani artışlar. Bu durumda ithal edilen mazot, gübre, tarım ilaçları ve tohumun yeni fiyatlarının çiftçiye ne kadar yansıtılacağı bilinmiyor; ürün fiyatının yükselen dünya fiyatlarını ne kadar takip edeceğine dair ancak tahminler yapılabiliyor. Eleştirilerden ve ekmeğin zamlanmasından endişe ederek 2 Ocak’ta buğday, arpa ve mısıra yaptığı zamları birkaç gün içerisinde geri çeken Toprak Mahsulleri Ofisi’nin fırınlara ucuz un satarken çiftçiye verdiği fiyatı nasıl belirleyeceği henüz bilinmiyor. Tabii serbest piyasa ekonomilerinde fiyatlarda iniş çıkışlar yaşanması her zaman görülür, ki Türkiye 30 yılı aşkın bir süredir bu tür dalgalanmaları sık sık yaşıyor. Ancak devletin önceliklerinin bilinememesinden kaynaklanan belirsizliklerin iyice artması, fiyatlardaki iniş çıkışları üreticiler açısından giderek daha çok yıpratıcı hale getiriyor.
Devlet iklim değişikliğine karşı önlem almak zorunda
Devlet politikaları fiyat belirlemenin ötesinde iklim değişikliğine karşı önlem alma ve politika geliştirmek için de büyük öneme haiz. İklim değişikliğinin yarattığı/yaratacağı değişiklikler karşısında üreticilerin dayanıklılığı bireysel çabalarla değil ancak kurumsal yönlendirmelerle mümkün olabilir. Maalesef bu yönde devletten istikrarlı mesajlar gelmedi bugüne kadar. Ekim 2021’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adı “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı” olarak değiştirildi. Bakan ve bakan yardımcılarının büyük çoğunlukla inşaat mühendisleri ve mimarlardan oluştuğu bu kurumun iklim değişikliğinin tarım sektörünü ilgilendiren yönleri hakkında ne tür planlamalar yaptığını, Tarım Bakanlığı’yla nasıl bir koordinasyon ilişkisi içerisinde hareket ettiğini maalesef bilmiyoruz.
Çiftçiler kuraklığın getirdiği sorunlara karşı mücadelede şu ana kadar yalnız kaldılar. Örneğin farklı bir ürüne veya teknolojiye geçmek için teşvik alıp almayacakları konusunda belirsizlikler sürüyor. Devletin kurumsal çözüm önerilerinde bulunamadığı koşullarda gazetelerden takip ettiğimiz üretimden vazgeçme ya da toprağı terk etme durumlarını sık sık haberlerde duymak şaşırtıcı olmuyor. İklim değişikliğinin tarıma olan etkileri önümüzdeki yıllarda şiddetlenerek artmaya devam edecek gibi duruyor. Bu süreçte devletin üniversitelerle, uzmanlarla, üretici dernekleriyle, şirketlerle, iklim değişikliği alanında liyakat sahibi bürokratlarıyla bir an önce çiftçinin gücünü ve hareket kapasitesini artıracak yapısal düzenlemeler yapması bir zorunluluk, çünkü tarımın geleceği aynı zamanda Türkiye’nin geleceği demek.
Sonuç olarak, buğday üretiminin düşmesine ilişkin sorunlar yumağını ağırlıkla devlet politikalarına duyulan güvensizliğin sonucu olarak görüyoruz. Siyasi kaygılarla fiyatlar ve teşvikler kısa dönemde çiftçinin arzulayabileceği düzeye getirilebilir belki ama bu durum karşı karşıya bulunduğumuz yapısal sorunları çözmez. Devletin tarım politikalarında bir netleşme yaşanmadan, değişken makro göstergelere yapılan müdahaleler belli kurallara bağlanmadan orta vadede istenilen düzeyde düzenli ekim yapılmasını beklemek zor.
Geçtiğimiz haftalarda 6. baskısı yapılan Bildiğimiz Tarımın Sonu’nda ayrıntılı tartıştığımız gibi tarımda yaşanan güvensiz ve istikrarsız ortamın şekillenmesinde yıllardır devam eden piyasa dostu küreselleşme süreci önemli rol oynadı. Bu dönemde ulusal ve uluslararası düzeyde sermaye ve piyasa güçlerinin tercihlerine ve çıkarlarına göre belirlenmiş bilinçli politikalarla tarım sektörü çarpık çurpuk da olsa yeniden yapılandırıldı. Şimdi bu politikaların üreticiler ve çevre üzerinde açtığı çukurlar iyiden iyiye görünür hale geldi. Yapılan tahribatın giderilmesi, açılan çukurların olabildiğince doldurulması elbette kolay değil, ama başarılabilir. Yeter ki bu sefer piyasanın ve rekabetin değil dayanışmacı, kapsayıcı, adil ve çevre dostu bir gıda düzeninin öncelikleri ve ihtiyaçlarının belirlediği politik tercihler gündeme gelsin, bu yönde politikalar oluşturulsun.
Çağlar Keyder (Bilim Akademisi üyesi, Koç Üniversitesi ve NewYork Eyalet Üniversitesi, Binghamton öğretim üyesi)
Zafer Yenal (Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi)