Bilim – bürokrasi – Ata Tohum üçlemi

Neolitik yanmış buğdaylar. Fotoğraf: Mehmet Özdoğan.

Kültür ve Turizm Bakanlığı,  Türkiye’de kazı yapan tüm bilim heyetlerine, ilgili kurumlara, yerli ve yabancı enstitülere bir yazı göndererek kazılarda çıkan, başta bitki kalıntıları, toprak ve sediman örnekleri olmak üzere her türlü organik kalıntının “her ne şartta olursa olsun ilgili müze müdürlüklerimiz dışında yurt içinde veya yurt dışında bir başka üniversite, laboratuvar, depo vs. kurum veya kuruluşa götürülmesi/gönderilmesi ikinci bir düzenlemeye kadar durdurulmasına” karar verdiğini bildirdi. Laboratuvar ve enstitülerdeki malzemeler toplanmaya başlandı. 

Bu uygulamanın sakıncalarını anlatmak için önce arkeobotanik çalışmaları, ata tohumunu ve bu konuda on yıllardır yapılan çalışmaları anlatmalıyız.

İnsanların toprağa tohum atarak ekip biçmeye başlamaları, uygarlık tarihinin yüzbinlerce yıla yayılan sürecinin en önemli kırılma noktalarından birisi. Tarım ile başlayan yeni yaşamın yol açtığı sonuçları insanların besinlerini üreterek doğal çevrelerini değiştirmeleri, doğaya hakim olmalarıyla sınırlı düşünmemek gerek. Tarıma dayalı yaşam, toprak mülkiyeti, miras hukuku, yeni bir aile düzeni ve giderek artı ürünün artı değere dönüşmesi ile kent, bürokrasi, devlet, imparatorluklardan Endüstri Devrimi’ne kadar olan süreci tetiklemiş, çok çeşitli açılardan sosyo-ekonomik sistemde köklü değişikliklere neden olur. Tarım dünyanın farklı bölgelerinde, farklı tarihlerde, farklı bitkiler ile başlar; örneğin Doğu Asya’da pirinç ve darı, Orta Amerika’da mısır ve patates gibi.

Arkeolojide, dünyanın neresinde olursa olsun, tarım ya da besin üretimi ile başlayan süreç “Neolitik” olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda, Anadolu yarımadasının da içinde olduğu Yakın Doğu coğrafyasında gelişen Neolitik, kültürel zenginlik ve çeşitlilik kadar tetiklediği sosyo-ekonomik düzen ile Doğu Asya ve Orta Amerika Neolitiklerinden “farklı” ve “önemli.” Neolitik dönemle başlayarak günümüze kadar gelen yaşamın temel ögeleri, buğday, arpa, çavdar, mercimek, baklagiller ile koyun, keçi, sığır ve domuz bu bölgede, birlikte evcilleşmişlerdir, bunun da nedeni bunların birçoğunun yabani atalarının yalnızca buralarda olmasıdır.

Neolitik dönem yanmış badem taneleri. Fotoğraf: Mehmet Özdoğan.

Neolitik dönem ve tarımın ortaya çıkışı

Arkeolojide Neolitik sözcüğü ilk olarak belirli bir taş biçimlendirme teknolojisinin görüldüğü dönemi tanımlamak için 1865’te John Lubbock tarafından önerildi. 1915’te Grafton Elliot Smith bu dönemin tarım ile ilişkili olduğunu görmüş, 1926’da da Nikolai Vavilov, esasen 1807’de Alexander von Humboldt ve ardından 1866’da Augustin Pyramus de Candolle’nin bitkilerin tarıma alındığında değişim geçirdiği varsayımından yola çıkarak günümüz tarım bitkilerinin yabanıl atalarının bulunduğu bölgeleri saptamaya yönelik ilk çalışmaları yaptı.

Doğa bilimcilerinin çalışmalarından ayrı olarak arkeologlar da konuya farklı açıdan yöneldiler, tarımın ilk kez nerede, ne zaman, nasıl ve niçin başladığı sorusu en kapsamlı olarak ilk kez Gordon Childe ile gündeme geldi. Bu bağlamda birbirinden farklı birçok görüş ileri sürüldükten sonra, Robert J. Braidwood bu sorunun ancak arkeologlar ile doğa bilimcilerin uzaktan değil, alanda ortak çalışması ile çözülebileceğini öne sürerek 1948’de farklı bilim alanlarını bir araya getirdiği Jarmo kazı ekibini kurdu ve sorunun hassas kazı yöntemleri kullanılarak yanarak kömürleşmiş tanelerin toplanıp incelenmesi ile çözülebileceğini kanıtladı.

Braidwood, ekibiyle yaptığı değerlendirmelerin sonucunda Yakın Doğu’da tahılların yabanıl atalarının tarlalar halinde var olabileceği bölgeyi güçlü kanıtlarla tanımladı; genel olarak “natural habitat zone” olarak yayınlara geçen bu bölge, Breasted’ın kültür tarihi vurgulaması ile ünlenen Bereketli Hilal’in kuzeye kayık halidir, doğuda Zağros, kuzeyde Güneydoğu Anadolu Toros yayı ile batıda Amanos- Lübnan, Karmel dağlık kuşağının eteklerini kapsayan ters hilal biçimindeki bir bölgedir.

Bereketli hilal. Kaynak: Mehmet Özdoğan

Jarmo Projesinin, 19. yüzyılın başından bu yana tartışılan soruların “çözülebilirliğini” ortaya koyması bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Bir anda arkeoloji ile doğa bilimler arasındaki ilişki pekiştirilerek arkeobotani, arkeozooloji, arkeoetnobotani gibi yeni bilim alanları ortaya çıkarken, Neolitik döneme olan ilgi de arttı. Braidwood’un tanımladığı ilk tarım bölgesinin doğu ve batı kesimlerinde, Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail’de bir arkeolojik kazı patlaması yaşandı.

1980’lerin başına gelindiğinde Yakın Doğu’da kazısı yapılmış Neolitik yerleşim yerlerinin sayısı 300’ü buldu. Kazıların sayısındaki bu hızlı artış, bazılarının sandığı gibi “eser bulmak,” “eski eser kaçakçılığı” için değil, uygarlık tarihinin en kritik kırılma noktasını aydınlatacak verilerin ortaya çıkartılması için yapılmıştı.

Elekteki kömürleşmiş tahıllar. Fotoğraf: Mehmet Özdoğan.

Türkiye’de Neolitik dönem çalışmaları ve Halet Çambel

Yakın Doğu’nun farklı kesimlerinde bu çalışmaların çok hızla ilerlediği süreçte, maalesef “tarım başlangıç bölgesinin” ülkemiz sınırları içinde kalan kuzey kesimi hiç araştırılmadan kalmıştı. Bunun temel nedeni o yıllara kadar arkeoloji eğitimimizin içinde Neolitik Döneme hemen hiç önem verilmemiş olması, bitkibilimcilerin de bu konulara ilgisiz kalışıydı. Bu bağlamda ilk somut adım 1963’te Halet Çambel’in Braidwood’u ortak bir çalışma için davetiyle başladı. Tüm ekibi ile İstanbul Üniversitesi’ne gelen Braidwood ilk kez ülkemizde, yalnızca Yakın Doğu’yu değil, küresel ölçekte Neolitik dönemi ele alan ders ve seminerler verdi. Sonra aynı yıl Çambel’in ekibi ile Siirt’ten Urfa’ya kadar olan dağ eşiği bölgesinde 36 öğrenci ve çok sayıda uzman katılımı ile üç ay süren yoğun bir yüzey taraması yapıldı.

Bu araştırmada aralarında Çayönü ve Göbeklitepe’nin de olduğu, daha önceden varlığı bilinmeyen onlarca Neolitik yerleşme saptandı. Bu yüzey taramasını izleyen 1964 yılı Çayönü, Bozova kazıları daha ilk yıldan Güneydoğu Anadolu Neolitik kültürünün Yakın Doğu’nun diğer bölgelerinden çok farklı, daha gelişkin ve ilginç özellikler taşıdığını ortaya çıkarttı. Bu bağlamda özellikle Çayönü’nde yerleşimin tarım ve hayvanın evcilleşmesinden önce başlaması, o yıllarda şaşkınlık yaratarak kuramların yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Çambel – Braidwood ekibi ile bağlantılı alan yüzey tarama çalışmaları farklı alanlarda ileriki yıllarda da sürmüş, geçmiş dönemlerin doğal çevre ortamı, değişimi, beslenme modelleri ve ilişkin teknolojiler ile ilgili yoğun bir bilgi akışını sağlamıştı.

Neolitik Dönem arkeolojisinin efsaneleşmiş adları, soldan sağa Linda Braidwood, Bruce Howe, Robert J.Braidwood, Halet Çambel; 1964 yılı Çayönü kazısında.

Çambel – Braidwood karma ekibinin bilim dünyasına ve ülkemize sağladığı en önemli kazanımların başında kuşkusuz tarım bitkilerinin yabanıldan bugünkü türlere dönüşüm sürecinin belgelenerek verileri ile ortaya konması oldu.

Arkeobotani, botanikten ayrı olarak ilk olarak Hollanda Groeningen’de W. van Zeist ile, tanımlı ayrı bir alan durumuna gelmişti. W. van Zeist Çayönü ekibinin bir parçası olarak ekibi ile Çayönü çalışmalarına katılmış, ülkemizde genç kuşağın bu alanda yetişerek uzmanlaşması için yoğun bir çaba göstermişti. Çayönü ekibinden bağımsız olarak aynı yıllarda Vavilov’un eğitiminden gelen Jack Harlan’ın bölgede yaptığı alan taramalarında günümüz buğdayının yabanıl atalarının Diyarbakır ile Urfa arasındaki Karacadağ’da kendiliğinden tarlalar halinde varlığını sürdürdüğünü saptaması, kazılarda kömürleşmiş olarak bulunan taneler ile karşılaştırma olanağını sağladı. Bu yeni bilgiler bir yanda Çayönü çalışmalarının sağlam verilere bağlanmasını sağlamış, öte yanda da arkeobotani alanının bilimsel gelişimine hız veren büyük bir katkı sunmuştu.

Kazıda yüzdürme ile toplanan kömürleşmiş bitki atıkları kurutulmadan. Fotoğraf: Mehmet Özdoğan.

Bilim dünyasında çığır açan Harlan ve van Zeist çalışmalarının ardından başta Karacadağ olmak üzere bölgede çok sayıda yeni araştırma yapıldı; başta Çukurova Üniversitesi olmak üzere üniversitelerimiz yabani tahıllar üzerine yaptıkları deneysel çalışmalar ile adlarını duyurdu. Artık günümüzde uzmanlaşarak bilim dünyası ile kaynaşmış genç bir araştırmacı kuşağı da ortaya çıktı.  Arkeobotani çalışmalarının esası kazılarda olabildiğince fazla örneğin elde edilmesine, bunları farklı açılardan inceleyecek alet parkına ve daha da önemlisi karşılaştırma için gerekli olan koleksiyonların varlığına bağlı.

Tahıl ve diğer bitkiler, ülkemizin koşullarında ancak yanarak kömürleşirlerse günümüze ulaşır, çoğu kez de zedelenmiş parçalı durumda bulunur. Geliştirilen hassas kazı yöntemleri kömürleşmiş her türlü parçanın, tohum parçalarının yanı sıra bitki dokularının artığı olan fitolitlerin de toplanarak incelenmesiyle yapılır. Bu kömürleşmiş örnekler, kazı ekibinin çalıştığı farklı uzmanlık alanlarının ortaya koyduğu farklı bilimsel soruları yanıtlamak üzere farklı yöntemler ve bakış açıları ile incelenir, ancak her seferinde mutlaka karşılaştırmalı bir örnek arşivi gerekir. Karşılaştırma arşivlerinin oluşturulması kadar, bunların bilim insanlarının kullanımına uygun bir şekilde saklanması da önemli sorunların başında gelir. Bu bağlamda en kapsamlı ve güvenilir karşılaştırma/referans koleksiyonu Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nün kurmuş olduğu koleksiyondu. Bunun yanı sıra diğer bilim kurumları da bu tür koleksiyonları geliştirmek için çaba göstermekte ve kazılardan yeni çıkan bulguları öğrencilerine tez malzemesi olarak vererek çalışmalarını sürdürmektedirler.

Son 20 yıl içinde arkeolojik kazı çalışmaları ve doğa bilimleri ile olan işbirliğinin artması, Anadolu yarımadasının besin üretiminin başlangıcı kadar birçok aşamadan geçerek başka coğrafyalara aktarımı ve giderek küresel bir yaşam biçimine dönüşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığını açık olarak ortaya koydu. Başka bir söyleyişle tarım esaslı besin üretiminin başlangıç, gelişim ve yayılımında ülkemizin çok önemli bir yeri var ve bu konuda daha birçok yeni çalışma, örnekleme ve uzmanların yetiştirilmesi gerekiyor.

Tarım ve özellikle tahıl konusunda bu kadar önemli olan ülkemizde, son yıllarda yerli tohum ekimi yasaklama derecesinde kısıtlanarak bitkilerin genetiği ile oynanmıştır. Çoğu İsrail kökenli ithal tohumların ekiminin teşvik edildiği bir ortamda, yerli tohumların korunarak değerlendirmesini hedefleyen “Ata Tohum” projesi büyük bir önem taşıyor.

Binlerce yıl Anadolu’nun çevre koşullarına uygun olarak yetişmiş tohumların yeniden çoğaltılarak ekiminin desteklenmesi Cumhuriyetimizin erken yıllarında da devlet politikası olarak gündeme geldi. Devlet Üretme Çiftlikleri, Ziraat Enstitüleri bu amaçla kuruldu, ne var ki zaman içinde bu politikalar unutularak çiftçilerin genetik yapısı ile oynanmış ithal tohumların ekilmesi neredeyse zorunlu duruma getirildi.

Arkeolojik çalışmaların önünü kesen yeni bir sorun

Ata tohumun elde edilmesi için herhalde en aykırı yol, arkeolojik kazılardan çıkan kömürleşmiş tanelere el koyarak bunları bilinmeyen bir yerde kurulması düşünülen tek bir merkezde tek bir incelemecinin denetimi altına bırakmaktır.

Yazının girişinde bahsedilen genelge ile 1950’den bu yana ülkemizde bilimsel çalışmalar sürdüren İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ile Koç Üniversitesi laboratuvarlarındaki öğrencilerin tez malzemeleri de dahil olmak üzere bütün arkeobotanik koleksiyonlarına el konuldu ve henüz yeri ve kurumsal kimliği bilinmeyen bir merkezde bu koleksiyonların toplanacağı belirtildi. Arkeolojik kazı her şeyin ötesinde bilimsel bir çalışmadır, bilim heyetlerinin özgür bir şekilde malzemeleri üzerinde çalışıp yayımlamaları da bilimsel bir haktır, yapılan uygulamanın bilim etiği ile bağdaşmadığı ortada. Yayınlanan genelgede kömürleşmiş taneler “canlı” olarak tanımlanıyor. Kazılarda canlı, çoğaltılabilir tohum değil kömürleşmiş “kalıpları” çıkar, bunlar çoğaltılamazlar. Konuya hakim olmayanlar için arkeoloji ve botanik arasındaki ilişkiyi bu sebeple anlatma gereği duyduk.

Kazılardan çıkan kömürleşmiş tahıllar “canlı” değillerdir, kömürleşmişlerdir. Bunlardan yeni bir tür üretilemez. Kazılarda karınca ve diğer böceklerin derinlerdeki yuvalarına taşıdıkları güncel buğdayların, eski sanılarak ekilip “antik buğday elde ettik” söylemi ile duyurulması ve buna inanılması umalım ki, bu yaklaşımın gerekçesi olmamıştır.

Ata tohum ile ilgili bir programda bunların kurulacak merkezde ayrıntılı olarak inceleneceği ve böylelikle geçmiş dönemlerdeki beslenme ve çevrenin öğrenileceği ileri sürülüyor. Her şeyden önce son 50 yıl içinde kazılardan çıkan bütün bitki kalıntıları bu ve bunun gibi amaçlar için zaten uzmanlarca inceleniyor, sonuçları yayınlanıyor ve söylendiği gibi yabancı öğrencilerin doktora malzemesi değil, yerli yabancı bütün bilim çalışanlarının malzemesi oluyor. Bunun da ötesinde yalnızca Anadolu’daki kazılardan çıkan örnekler ile sürecin öğrenilmesi de olanaksız.

Buğdayın tarıma alınmasından bu yana on bin yıl geçmiştir. Bu süre içinde buğday önce Anadolu da çeşitlenmiş, başka coğrafyalara yayılmış, orada değişime uğramış, tekrar Anadolu’ya gelmiş tekrar başka coğrafyalara gitmiş, yani sürekli olarak bir devinim söz konusu olmuştur. Bugün Hitit dönemine ait bir kazıda çıkan buğdayı anlamak için yalnızca Neolitik kazıdaki ya da Karacadağ’daki yabanıl örneklere bakmanız yetmeyecek, bunu bir yanda Kafkaslar’da Gürcistan İlk Tunç Çağı ve diğer yanda Balkanlarda 2. Bin yıl örnekleri ile karşılaştırmanız gerekecektir.

Bilime getirilecek tekelci bir yaklaşım, bilgi paylaşımının önünü keser. Tohum gerçekten değerlidir, çok yönlü olarak incelenmesi gerekir.

Jack Harlan’ın saptadığı gibi Karacadağ halen yabani buğday tarlalarıyla dolu olduğu gibi, ülkemizin çeşitli yerlerinde de diğer türler mevcut. Harlan’dan bu yana Karacadağ’da ulusal ve uluslararası birçok çalışma yapılmış, örnekler toplanmış ve incelenmiştir; özellikle burası arkeobotani üzerine yetişmekte olan genç araştırmacılarımız için deneysel arkeoloji bağlamında olağanüstü olanaklar sağlamaktadır. Bu bağlamda bize zenginliğimizi öğreten, öğrencilerimizin yetişmesini sağlayan, bu alanda dünya ile yarışır konuma gelmemizde önemli payı olan van Zeist, Jack Harlan gibi araştırıcılara herhalde bir şükran borcumuzun olması gerek.

Mehmet Özdoğan
Bilim Akademisi üyesi
İstanbul Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü

İlgili kaynaklar:

Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi duyurusu https://www.facebook.com/ArkeologlarDernegiIstanbulSubesi/posts/1609903392524561 (Erişim 18 Kasım 2020)
Türkiye ICOMOS Mille Komitesi duyurusu http://www.icomos.org.tr/?Sayfa=Duyuru&sira=78&dil=tr (Erişim 18 Kasım 2020)
İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’ndeki “kamu malı ata tohumları” tutanakla teslim alındı https://www.haberler.com/ingiliz-arkeoloji-enstitusu-ndeki-kamu-mali-ata-13660192-haberi/ (Erişim 18 Kasım 2020)
Yerel çeşitlerin kayıt altına alınması, üretilmesi ve pazarlamasına dair yönetmelik https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2019/09/20190903-1.htm (Erişim 18 Kasım 2020)
İbrahim Saraçoğlu’nun Ata Tohum proje tanıtımı https://www.youtube.com/watch?v=cd9dQTRipIM (Erişim 18 Kasım 2020)
İbrahim Saraçoğlu örneklerin toplatılmasını anlatıyor (57. dakika) https://www.youtube.com/watch?v=MoA3zeGwU0E (Erişim 18 Kasım 2020)
British archaeology falls prey to Turkey’s nationalist drive https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2020/10/turkey-seed-bank-british-archaeobotanical-erdogan-ata-tohum.html (Erişim 18 Kasım 2020)
Turkey snatches rare seeds from British collection https://www.thetimes.co.uk/article/turkey-snatches-rare-seeds-from-british-collection-zv7tjrzxj (Erişim 18 Kasım 2020)
Turkey Seizes Ancient Seed Collection in Nationalist Move https://culturalpropertynews.org/turkey-seizes-ancient-seed-collection-in-nationalist-move (Erişim 18 Kasım 2020)
Turkey Seizes British Institute’s Ancient Seed Collections https://archaeologynewsnetwork.blogspot.com/2020/10/turkey-seizes-british-institutes.html (Erişim 18 Kasım 2020)


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


 

Önceki İçerikAtatürk: Kurucu felsefenin evrimi
Sonraki İçerikLiderlik üzerine
Mehmet Özdoğan

Prof. Dr. Mehmet Özdoğan 1943 yılında İstanbul’da doğmuş, orta eğitimini İngiliz Erkek Lisesi ile Robert Kolej’de tamamlamış,1963 yılında İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü’ne öğrenci olarak girmiştir. Eğitim sürecinde Prof. Dr. Halet Çambel, Prof. Dr. Kurt Bittel, Prof. Dr. Robert J. Braidwood gibi kendi alanlarında dünyaca ünlü bilim insanlarının öğrencisi olmuş, Prehistorya’nın yanı sıra Ön Asya Kültürleri ile Fiziki Coğrafya sertifikalarını da almıştır. Bütün akademik yaşamını İstanbul Üniversitesi’de geçirmiş olan Özdoğan 2000 yılında Prehistorya Anabilim Dalı başkanlığını üstlenmiş, 2010 yılında da emekli olmuştur.

Özdoğan, Neolitik olarak bilinen besin üretimine dayalı yerleşik yaşam biçiminin ortaya çıkışı ve Avrupa’ya aktarım modelleri üzerinde uzmanlaşmış, bu bağlamda, başta Çayönü, Mezraa Teleilat, Yarımburgaz, Aşağı Pınar kazılarını gerçekleştirmiştir. Halen çalışmalarını Trakya, Kırklareli bölgesinde sürdürmektedir. Diğer uzmanlık alanları arkeolo ji politikaları, arkeolojinin düşünsel yapısı, İstanbul’un tarihöncesi, kültürel miras yönetimi ve jeoarkeolojidir.

Özdoğan’ın üye olarak kabul edildiği seçkin kurumların arasında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) asli üyeliği (2011 yılında istifa ederek ayrılmış), Amerika Birleşik Devletleri Bilim Akademisi (NAS) yabancı asli üyeliği, Amerika Arkeoloji Enstitüsü (AIA), Alman Arkeoloji Enstitüleri (DAI) gelmektedir. Yurt dışında yayınlanan çok sayıda bilimsel derginin yayın kurulu üyesi olan Özdoğan, ayrıca TÜBA Hizmet Ödülü, Italya Devlet “Cavaliere” Nişanı ve Vehbi Koç Vakfı 2008 Yılı Ödülü sahibidir. Kendisinin yayınlanmış 22 kitabı ve 297 bilimsel makalesi bulunmaktadır.