Birbirlerinden bağımsız olarak doğal seçilim ilkesini geliştiren iki bilim insanı Charles Darwin ve Alfred Wallace bu ilkenin evrimdeki rolünü farklı olarak değerlendirdiler.
Darwin ve doğal seçilim
Charles Darwin (1809-1882), türlerin evriminde başlıca rolü doğal seçilim olgusuna vermekle birlikte, başka etkenlerin de evrimde rolü olduğunu kabul ediyordu.
Darwin organizmalardaki karşılıklı değişim olgusunu önemli görüyordu. Buna göre doğal seçilimle bir organizmanın bir bölümünde değişim gerçekleşmişse, öbür bölümlerde de buna bağlı değişiklikler görülebilirdi.
“Karşılıklı değişim yasasına göre, parçalardan biri değişince ve değişimler doğal seçmeyle biriktirilince, başka ve çoğu zaman hiç umulmadık değişikliklerin bunu izleyeceği de göz önünde tutulmalıdır” (1).
Darwin bu konuda örnek olarak şunları gösteriyor:
“Sert parçalar bitişiklerindeki yumuşak parçaların biçimini etkiler görünmektedir. Kimi yazarlar, kuşlarda leğenin (pelvis) biçimindeki farklılığın, böbreklerin biçimindeki dikkate değer farklılığa yol açtığına inanmaktadır. Kimileri ise insanda, anada leğenin biçiminin basınçla çocuğunun başının biçimini etkilediğine inanmaktadır.” (2)
Mevcut dokulardaki görev değişimine de, plasentanın gelişimini örnek verebiliriz.
Öte yandan Darwin’e göre seçilimin etkisi altında oluşmuş bir organ, yapısal karmaşıklığın sonucu olarak seçilime bağlı olmayan bir işlevi de yerine getirebilirdi. Ayrıca Darwin türlerin evriminde önemli bir rolü olan genetik sürüklenme olgusunun da farkındaydı.
Wallace ve doğal seçilim
Alfred Russel Wallace (1823-1913) ise evrimi sadece doğal seçilim ilkesiyle açıklıyordu. Bu tutumunun sonucu olarak da türlerin bazı özelliklerini doğal seçilim ilkesiyle açıklamakta bazı düşünsel engellerle karşılaştı. Wallace haklı olarak türlerin bazı özelliklerinin, bunlara sahip olan bireylere ya da soylara bugün yararlı değilse ya da bir zamanlar yararlı olmamışsa var olamayacağını ileri sürüyordu. Ancak bu ilkeyi insan beyninin gelişimine uyguladığında, insan beyninin entelektüel kapasitesini ve zekasının düzeyini, doğal seçilimle açıklanamayacak kadar yüksek görüyordu. Wallace, bu bakış açısına bağlı olarak insan beyninin ve zekasının gelişiminin doğal seçilimin ürünü olamayacağını ileri sürdü. Türlerdeki en küçük evrimsel değişimi bile sadece doğal seçilimle açıklayan Wallace, insan beyni söz konusu olunca tam tersi bir tutum takınmıştı.
Wallace şöyle düşünüyordu; onbinlerce yıl önce yaşamış ilkel insanın beyinsel yapısı ve zeka düzeyi ile bugünkü modern insanın beyinsel yapısı ve zeka düzeyi arasında herhangi bir fark yoktu. Dolayısıyla insan beyni, ilkel toplumda başardıklarını çok aşacak bir zeka ve yapısal üstünlük özelliğine daha o dönemde sahip olmuş oluyordu. Böyle bir durum ise doğal seçilim ilkesiyle açıklanamazdı. Çünkü doğal seçilim, bir özelliğin yalnızca hemen kullanılmak üzere uyarlanmasını sağlayabilirdi.
Wallace doğal seçilimin çalışma tarzı konusunda şüphesiz haklıydı. Çünkü doğal seçilim çalışırken plan yapmaz, geleceği hesaplayarak çalışmaz ve sadece yararlı değişiklikleri alıkoyar. Bu nedenle Wallace’a göre insan beyni doğal seçilimin bir ürünüyse, beynin bugünkü gelişmiş seviyesinin ilkel insanlarda görülmemesi gerekiyordu. Doğal seçilim, ilkel insana bir şempanzeninkinden biraz daha üstün bir beyin vermiş olabilirdi ama modern dönem insanınkine eşdeğer bir beyin değil.
Wallace daha yüksek düzeyli yetilerimizin, onları kullanmaya ihtiyaç duymadan önce ortaya çıkmışlarsa doğal seçilimin ürünü olamayacaklarını ve eğer gelecekteki ihtiyaçlar için doğmuşlarsa o takdirde de ancak daha yüksek bir aklın ürünü olabileceklerini düşünerek bilimsel düşünüş yolundan ayrıldı.
Wallace tam olarak şunları söylüyordu:
“Eğer daha yüksek düzeyli yetilerimiz biz onları kullanmazdan ya da onlara gereksinim duymazdan önce ortaya çıktıysa, o zaman doğal seçilimin ürünü olamazlar. Ve eğer gelecekteki bir gereksinimi karşılama beklentisiyle doğdularsa, o zaman doğrudan doğruya, daha yüksek bir aklın yaratısı olmalıdırlar. Bu tanıma giren olgulardan çıkaracağım sonuç, insanın gelişiminin üstün bir akılca belirli bir yöne ve belirli bir amaca doğru yönlendirildiğidir.” (3)
İlk insanların beyni elbette gelecekteki ihtiyaçların da karşılanmasına yetmesi için gelişmiş değildi. Atom çağını başlatan beyin ile taşlardan savunma silahı yapmayı tasarlayan beyin arasında fizyolojik bir fark yok. Elbette doğal seçilimle beyinsel kapasitede büyük bir sıçrama gerçekleşemez.
“Doğal seçilim yalnız küçük ve ardışık değişimlerden yararlanarak iş görür, asla ani ve büyük bir sıçrama yapmaz, tersine kısa ve güvenli ama ağır adımlarla ilerler”. (4)
Diğer primatların karşılaştıklarından farklı bir doğal seçilim baskısı altında yüzbinlerce yıl süreyle kalmış olabilecek atalarımız, daha zor ve spesifik koşullarda var olabilmelerini mümkün kılan bir beyne sahip olmuş ve bu beyin primatlarınkinden epeyce üstün bir soyutlama potansiyeline ulaşmış olabilir. Veya başka bir organda çeşitli mekanizmalarla kazanılmış yapısal bir özellik, beynin gelişmesi üzerinde etki yapmış olabilir. İnsan beyninin gelişim süreci, günümüzde antropolojinin, genetiğin ve evrimsel biyolojinin temel araştırma konularından biridir.
Wallace’ın hatası nereden kaynaklanıyordu?
Wallace’ın temel hatası, doğal seçilimi evrimin tek mekanizması olarak görmesinden ileri geliyordu. Onun aşırı doğal seçilimci tutumu, evrimin diğer faktörlerini ve mekanizmalarını görmesini engellemişti. Oysa doğal seçilim ve genetik sürüklenme bir organı geliştirirken organizmada başka bir fizyolojik gelişme olabilir ya da mevcut bir organ o gelişmenin etkisi altında işlevsel değişikliğe uğrayabilir. Darwin’in doğal seçilimin evrimin yegane mekanizması olmadığını ısrarla belirtmesi boşuna değildi. Darwin, Türlerin Kökeni’nin 1872 yılında yapılan baskısında şunları söylemek gereğini duymuştu:
“Ulaştığım sonuçlar son dönemde ortaya yanlış konulduğu için ve türlerin değişmesini tek başına doğal seçilime atfettiğim bildirildiği için, şu hatırlatmayı yapmakta haklı sayılabilirim: Söz konusu yapıtın birinci ve sonraki baskılarında en göze batan yere, giriş bölümünün sonuna, aşağıdaki sözcükleri koydum: ‘İnancım odur ki, doğal seçilim değişimin tek aracı olmasa da, başlıca aracıdır.’ Bunun hiçbir yararı olmadı. Sürekli yanlış tanıtılmanın karşısında durmak zordur” (5).
Darwin’in Türlerin Kökeni’nin Giriş bölümünün son cümlesi, İngilizce baskısında şöyledir:
“Furthermore, I am convinced that Natural Selection has been the main but not exclusive means of modification.” (6)
Wallace’ın doğal seçilimi evrimin tek mekanizması olarak görmesi ve bir grup primatın çok spesifik koşullarda kalarak beyinlerinin bugünkü insan beyninin fizyolojik kapasitesine ulaşmış olması olasılığını reddetmesi, onu doğal seçilimin insan beyninin gelişimindeki rolünü tamamen yok sayma ve çözümü doğaüstü güçlerde arama sonucuna kadar götürmüş ve bu tutumu da onun Darwin’le olan ortak yollarından ayrılmasına yol açmıştır.
[1] Charles Darwin; Türlerin Kökeni, çeviren; Öner Ünalan, Onur Yayınları, beşinci baskı, Ankara 1996, sayfa 103.
[2] Charles Darwin; a. g. e., s. 162.
[3] Stephen Jay Gould; Pandanın Başparmağı, Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler, çeviren; Ülkün Tansel, Versus Kitap, İstanbul 2010, s. 55-56.
[4] Charles Darwin; a.g.e., s. 214.
[5] Stephen Jay Gould; a. g. e., s. 48.
[6] Charles Darwin; The Origin of Species, Simon and Schuster, enriched classic, Newyork 2009, s. 25.