Akademik dünyada liyakat, özgürlük ve dürüstlük

Shutterstock

Liyakat gittikçe çok kullanılan ama anlamı da aynı ölçüde kaybolmaya devam eden bir kavram. Nedeni ise liyakatten ne anladığımız noktasında hemfikir olamamamız. Günümüzde liyakat kelimesi o kuruluşta hâkim olan genel görüşe sadık kalma ile özdeşleştirilmiş durumda. Bir nevi “biat” kültürü geçerli. Gençler arasında yapılan anketlerde görülen ümitsizliğin ana nedenlerinden biri iş bulma ve işte ilerleme konusundaki güvensizlik. Gençler sahip oldukları becerilerin ve yetkinliğin işe alımda rol oynayacağına inanmıyor.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde “işe uygunluk” gibi kuru bir ifade ile tanımlanan liyakat sözcüğü, bundan çok daha derin bir içeriğe sahip. Bilhassa akademik dünyada önemi çok fazla. O kadar ki, Bilim Akademisi’nin kuruluş misyonu üç kelime ile özetleniyor: Liyakat, özgürlük ve dürüstlük.

Bu ilkeler bir sacayağının üç bacağı gibi akademinin olmazsa olmazlarıdır. Bu üç ilke birbirini destekliyor, öyle ki birisinin olmaması halinde diğerlerinin anlamı kalmıyor. Aralarında bir öncelik sırası yok ama her biri kendi içerisinde tutarlı ve bir bilim insanının çizgisini beraberce tanımlıyorlar.

Bilimin dürüstlüğü konusunda Sarkaç’ta bir dizi yazı bulabilirsiniz. Bilim insanının öncelikle kendine karşı dürüst olması, araştırmasının planlamasından, yürütülmesine, analizine ve sunumuna kadar her aşamasında etik değerlere bağlı kalması beklenir.

Bu beklentileri karşılayabilmenin önkoşulu ise özgür bir akademik ortamda çalışmaktan geçiyor. Özgürlük ihlalleri denilince genelde politik baskılar akla gelse de aslında akademik özgürlük bilim insanlarının araştırmalarını kurum içi ve dışı baskılardan bağımsız olarak yürütebilmelerini ve araştırma sonuçlarını özgürce açıklayabilmelerini tanımlar.

Liyakat konusu ise çok daha farklı ögeleri içerdiği için ülkemizdeki akademik hayatın belirli aşamalarında ayrı ayrı incelenebilir.

Liyakati ancak liyakat sahibi insanlar değerlendirebilir  

Her aşamada kritik olan konu karar vericilerin liyakatidir. Liyakati ancak söz konusu alanda liyakat sahibi insanlar değerlendirebilir.  Ancak liyakate sahip kimseler bu değerlendirmeyi kendileri de dahil kimseyi kandırmadan yani dürüstçe yapmak durumundadırlar. Ayrıca değerlendirmeyi yapanların özgürce karar verebilmeleri de bir o kadar önemli.

Geleceğin nesillerini yetiştirmek, bilim üretmek ve topluma yaymak gibi kapsamlı bir görev üstlenmesi gereken üniversitelerde liyakat daha da vazgeçilmez bir erdem. Hem de lisansüstü öğrencisinden rektörüne kadar her yaş düzeyinde kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekiyor.

Akademideki ilk adım lisansüstü bir programa girmekten geçiyor. Bütün dünyada böyle bir programa kabul edilmenin koşulları bellidir: Notlarınız, bazı sınav sonuçları, yaptığınız ve yapmak istediğiniz çalışmaları anlatan bir yazı, referans mektupları vs. Ayrıca pek çok batı ülkesinde adaylarla bir mülakat yapılır. Üniversitenin kurulları bu bilgileri inceleyerek adayları sıralarlar. Bizdeki uygulamalar da benzer olmakla beraber, sisteme ve insanlara güven oluşmadığı için araya hep birtakım yüzeysel kurallar içeren yönetmelikler ve/veya merkezi sınavlar koyarak zapt-ı rapt altına çalışmaya uğraşıyoruz.

Neden güven oluşmuyor? Çünkü kararları verecek kişilerin liyakatinden ve dürüstlüğünden şüphe duyuluyor. Örneğin “Tıpta Uzmanlık Sınavı” (TUS) gibi. Bu tür merkezi sınavların gerçek beceriyi ne kadar ölçtüğü sorgulanabileceği gibi, tıp öğrencilerini eğitimlerinin önemli bir bölümünü sınava hazırlanmakla ziyan ettiklerini de görüyoruz.

“İçten beslenme” üniversitelerin gelişmesine engel

İkinci adım bir üniversitede işe girmektir ve esas fırtına da burada kopar. Öğretim üyesi alımındaki esas nokta üniversitenin ve bölümün ihtiyacının belirlenmesiyle başlar. Hangi ders açıkları vardır, hangi araştırma alanı başlatılacaktır veya hangi alanlara destek gerekir sorularının yanıtına göre bir profil çıkarılır. Başvurular sonunda bu soruların çözümüne en yarayacak kişi işe alınır. Tabii bu olması gereken süreç.

Bu aşamada çok sık rastladığımız durum ise, o kurumun kendi yetiştirdikleri öğrencilerini ihtiyaç/liyakat olsun olmasın işe almalarıdır. Halbuki bütün dünyada bilinen ve dilimize de “içten beslenme” diye aldığımız ve kendi yetiştirdikleri ile büyüme diye adlandırılan sistemin ne kadar zararlı olduğunu herkes kabul ediyor. Üniversiteler yeni ve taze kan geldikçe gelişir, ancak başka ortamlarda bulunup iyi uygulamaları yaşayan insanlar girdikleri kurumları daha iyi yerlere getirebilir. Yoksa ustaların çıraklarını toplayarak bilimde ilerleme olamaz. Ama insanların eski öğrencilerine iş bulma çabaları, aralarına kendilerinden iyileri veya yabancıları almak istememeleri, statükoyu koruma hisleri sonucu üniversitelerimiz ciddi bir kısır döngü içerisindeler. Zaten başarılı insanları sürekli yurt dışına kaybettiğimiz bir ortamda, bir de nepotizmin varlığı üniversitelerin ilerleme hamlelerine ciddi bir engel oluşturuyor.

Yönetmelikler tek başına çözüm değil

İşe girdikten sonra, öğretim üyesini bir engelli koşu bekler. Doçentliğe, profesörlüğe yükseltilme, projeler alma, ödüller alma gibi. Teorik olarak bütün bu hedeflere sadece liyakat ispatlanarak ulaşılır. Burada da başta bahsettiğimiz ikilem karşımıza çıkar. Bu engelleri aşacak olanları belirleyen kişilerin liyakati tanıyan insanlar olması gerekir. Ama bu kişiler geldikleri yere liyakat esasıyla gelmemişlerse, onlar da nepotizmin dayanılmaz hafifliğinden sapmayacaklardır. Onları engellemek için ise üst kurumlar ve onların yönetmelikleri gelir ama temelde sıkıntılar olduğundan bu yönetmeliklerin göstermelik olmanın ötesine geçmesi güçtür.

Örneğin doçentlik aşaması. Çok eskilerde üniversiteler kendi doçentlerini seçerken, bu daha sonra (objektiflik açısından) merkezi bir sistem haline getirildi. Üniversitelerarası Kurul da doçentlik esaslarını hazırlama görevini üstlendi. Bu aşamada doçent olabilmek için gerekli koşulları (normalde liyakat düzeyi olması gerekir) belirleme çalışmalarını takip etme fırsatım olmuştu. Üniversitelerarası Kurul üyelerinin beklentileri arasındaki fark beni çok şaşırtmıştı. Almanya’dan ülkemize getirilmiş olan doçentlik sistemi, temelinde bir akademisyenin kendi başına ders verebileceğinin ve araştırma yapabileceğinin ispatına dayalıdır. Araştırma yapabileceğini ise insanlar bilimsel yayınları ile kanıtlar. Geçmişte bu kanıtların belirlendiği makam olan Üniversitelerarası Kuruldaki (ki üyeleri rektörler ve deneyimli öğretim üyelerinden oluşur) tartışmaları hatırlıyorum. Neredeyse doçent olmak için gerekli koşul, ya üniversitede yeterli süreyi geçirmek veya kendi kurumlarında basılıp kimsenin de okumadığı fakülte dergilerindeki yayınları uluslararası araştırma sonuçları yerine saymak olacaktı. Bu bahsettiğim çok da eski olmayan bir geçmiş. Günümüzde doçentlik kıstasları daha iyi düzenlenmiş olmakla beraber sağlam bir akademik liyakat belirlemesinden daha çok uzak. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz gibi bu aşamada karar vereceklerin ne kadarı bu yetkinliğe sahiptir sorusu pek çoğumuzun aklını kurcalıyor.

Aslında akademik hayattaki aşamalarda bir akademi yöneticiliğe “ulaşmak” gibi bir hedef de vardır, hiç olmazsa bir kesim için. Bu aşama kanımca liyakatin en çok gerekli olduğu noktadır. Bu konuyu ayrı bir yazıda değerlendireceğim.

Kısır döngüyü kırmak, bilim kültürünü oluşturmak zorundayız

Şimdi akademik dünyada liyakat kavramının nasıl içinin boşaltıldığını daha rahat görebiliriz. Liyakati anlayacak ve değerlendirecek kişilerin kendilerinin liyakatinin ispatlanmış olması gerekir ki günümüzde bunun her yerde doğru olduğunu söyleyemem. Bugün profesör/doçent/rektör gibi unvanlar almış olmak liyakat sahibi olmak anlamına gelmiyor. Tabii bu durum bir kısır döngüye benziyor çünkü bu kişilerin akademideki “işlere uygun” olarak nitelendirdikleri kişiler  de liyakat sahibi olmuyor.  Bu döngünün bir noktada kırılması gerek.

Kişilere güvenmeyip, merkezi bir yöntemle objektifliği sağlamaya çalışmak ise daha kolay gibi gözükse de aslında daha da zor. Temelde sağlam olmayan bir sistemin kontrolünü sağlamak için hangi koşulları öne sürerseniz sürün, onu ihlal edecek yollar bulunacaktır. Etik ihlalleri konusundaki yazıları takip edenler bunu yakından görebilir..

Maalesef çözüm çok uzun vadeli. Bugün bilimin salt inovasyon olduğunu düşünen bir akımın etkisinde yaşıyoruz. Çabuk sonuca varmak isteyen ve temeldeki kısır döngüyü yıkmak yerine yeni yönetmeliklerle bir şeyler çözmeye çalışan bir anlayışla karşı karşıyayız. Halbuki bilim liyakat, özgürlük ve dürüstlükle olur; bunların biri eksilirse yeri doldurulamaz. Bu sacayağını içeren bir bilim kültürünün ülkemizde oluşmasını beklemek, bilime saygıyı kazanmak zorundayız.

Ersin Yurtsever
Bilim Akademisi üyesi
Koç Üniversitesi Kimya Bölümü

Önceki İçerikAtık yönetimi, sürdürülebilir atık teknolojileri nedir?
Sonraki İçerikGelelim fasulyenin faydalarına
Ersin Yurtsever

Bilim Akademisi üyesi Ersin Yurtsever,  ODTÜ Kimya Bölümü’nden 1971 yılında lisans ve 1973 yılında yüksek Teorik Kimya dalında yüksek lisans derecesini aldı.  Virginia Commonwealth Üniversitesi’nde (ABD) yaptığı Kimya doktorasını 1976 yılında tamamladı. Araştırma alanı, kimyasal olayların matematiksel modellemeleridir.

ODTÜ Kimya Bölümü’nde öğretim üyeliği (1980-1995), ODTÜ Eğitim Fakültesi Dekanlığı (1993-1995), Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Yönetim Kurulu üyeliği (1997-2001), Koç Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Dekanlığı (2001-2008), Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı (2008-2010) yaptı.

1995’ten bu yana da Koç Üniversitesi Kimya Bölümü’nde öğretim üyesi olan Ersin Yurtsever, Bilim Akademisi’nin kurucu üyelerindendir ve 2011-2017 yılları arasında yönetim kurulu üyeliği yapmıştır.