Piyasalarda yaşananları anlamak: Faiz, kur, enflasyon ve Merkez Bankası

Pixabay

Bilim Akademisi ve Medyascope Tv iş birliği ile gerçekleştirilen Meraklısına Bilim programının 90. bölümünde Murat Aksoy’un konuğu Bilim Akademisi üyesi, Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Kamil Yılmaz’dı. Bu metin, ilgili programda konuşulanlardan derlenmiş ve bazı eklerle yayına hazırlanmıştır.

Faiz neden önemli?

Faiz çok temel bir kavram. Ben bir kredi kullandığımda, borçlanma ihtiyacımı karşıladığımda aslında gelecekteki gelirimi bugüne taşımaya çalışıyorum. Yani bugün gelirim yeterli değil, bugün gelirimin çok daha üstünde harcayacağım. Ama gelecekte gelirim olacak ki bunu ödeyebileceğim ya da gelecekte bana bir varlık kalacak bir yerden, bununla ödeyebileceğim. Sonuç olarak borçlanma bana belirli bir gelecekten bugüne gelirimi taşıma imkânı getiriyor. Borç veren kişi de bugünkü tasarruflarını kendisi tüketmeyip bana doğrudan borç vererek aslında bana bir hizmet vermiş oluyor. Benim gelecekten bugüne gelirimi taşımamı sağladığı için bunun karşılığı bir ücret olması gerekiyor. Siz bir saat çalıştığınız zaman emek karşılığı ücret alabiliyorsanız, faizin de öyle bir hizmeti verdiğini dikkate almanız gerekiyor.

Diyelim size borç veriyorum, yani bugün gelirimin bir kısmını harcamıyorum onun yerine size veriyorum bu imkânı ve siz harcıyorsunuz. Ben de aynı parayı sizden gelecekte alacağımı biliyorum, ama ben bir feragatta bulunmuş oluyorum, bugün tüketme hazzından feragat etmiş oluyorum. Benim yerime ek tüketimden elde edilecek hazzı siz elde ediyorsunuz. Bunun karşılığında sizin bana bir ödeme yapmanız beklenir, bu da faizdir. 

Bundan bin yıl, iki bin yıl önce de, bugün de faiz var. Ancak dinler faizi regüle etmeye çalışıyor. Bizim dinimizde ve Hıristiyanlıkta faizin tamamen yasaklanması aşamasına gidiliyor geçmişte. Nedeni ise borçlu-alacaklı ilişkisinin kurumsal bir çerçeveye oturtulamaması ve bu ilişkiyi denetleyecek kurumların olmaması. Öyle olunca da dinler “Faiz sıfır olmalıdır.” deyip işin içinden çıkabilmiş.  

Günümüze geldiğimizde ise dinleri hiç değişmeyen birer dogma olarak gören Ortodokslar da “Faiz sıfır olmalıdır.” demeye devam ediyorlar. Ama bugün modern dünyada, kapitalizm çağında, alacaklı ya da borçlunun faiz oranını istediği gibi belirlemesi mümkün değil. Fonlar piyasasında banka dediğimiz kurumlar var ve onların faiz oranı gizli saklı değil. Birçok banka olduğu için de rekabet söz konusu ve bir iki bankanın bir araya gelip çok fahiş faiz oranlarını belirlemesi söz konusu değil. Bunların da üstünde devletin kurumları, piyasada geçerli faiz oranlarını nasıl belirlendiğini denetleme yetkisine sahip. 

Devlet piyasaları denetleyebiliyorsa o zaman borçlu-alacaklı ilişkisinde ödenen faiz oranlarının aşırı düzeylere çıkması engelleniyor. Bu yüzden de binlerce yıl önce olduğu gibi sosyal anlamda büyük sorunlara neden olabilen fahiş faiz oranına engel olmak için faizin sıfır olması gerektiğini iddia etmek anlamını yitiriyor. 

Günümüzde piyasada alınıp satılan her türlü mal ve hizmetin bir fiyatı varsa, o zaman alacaklının borçluya sağladığı gelecekten bugüne gelirini transfer edebilme hizmetinin de bir fiyatının olması kaçınılmaz. Sonuçta faiz hayatın bir gerçeği; enflasyondan arındırılmış reel faiz de bu imkân için ödenen fiyat. 

Faizi kim belirliyor?

Faiz piyasada belirleniyor. Borç alan, borç veren kişiler ve fonlar piyasası diye düşünebilirsiniz. Burada tasarruf sahipleri o fonları arz ediyor. Öbür tarafta şirketler ve tasarrufu yeterli olmayan kişiler, yani geliri yeterli olmayan kişiler daha fazla tüketebilmek için ne yapıyorlar? Onlar talep tarafındalar, fonları talep ediyorlar. Piyasada oluşan faiz doğrudan bu ikili ilişkinin, yani bir arz ve talep tarafından oluşan bu ilişkinin kurulduğu noktada oluşuyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, fonlar piyasasında birçok borç veren ve ondan çok daha fazla borç alan olduğu için tek bir kişinin ya da kurumun faiz oranını belirlemesi söz konusu değil. Bankaların sayıca az olması sonucu faiz oranını ya da verdikleri diğer hizmetin fiyatını birlikte belirlemeye kalkmaları durumunda hem Rekabet Kurumu hem de Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu (BDDK) devreye giriyor ve bu davranışa izin vermiyor. 

Öte yandan, piyasa faiz oranının belirlenmesindeki en önemli aktör Merkez Bankası. 20. yüzyılın ortalarına doğru, özellikle Büyük Bunalım sonrasında makro ekonomi diye bir alan gelişiyor ve bu alanın iki temel politikası var: Hükümet tarafından yürütülen, devlet harcamaları ve vergi gelirlerinden oluşan maliye politikası ve Merkez Bankası tarafından yürütülen para politikası. 

Para politikası şu: Merkez Bankası parayı basma yetkisine sahip. Günümüzde çağdaş ekonomilerde para karşılıksız. Adı üstünde tarihte altın ya da gümüş madeni paralar, içinde bir miktar altın ve gümüş ihtiva etmek durumundaydı ve bu paraların alım gücü, içerdikleri altın ya da gümüş miktarıyla belirleniyordu. Kâğıt paranın altın ya da gümüş içermesi mümkün değildir.  Ancak, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında geçerli olan altın standardında, kâğıt para basmak için karşılığı kadar altın rezervinizin olması gerekirdi. Dünyada altın üretimi artmadan toplam altın rezervlerinin artması mümkün olmadığı için altın standardı farklı dönemlerde kapitalist ekonomilerin büyümesi önünde önemli bir kısıt olarak ortaya çıktı. Para arzının artamadığı bir dönemde toplam talep artışı ve dolayısıyla ekonomik büyüme hızı sınırlı kalıyordu.  

İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş ülkeler arasında uygulanan Bretton Woods sabit kur sistemi buna bir çözüm üretmek üzerine yoğunlaştı. ABD dolarının değeri altına karşı sabitlenirken diğer belli başlı para birimleri de ABD dolarına karşı sabitlendi. Ancak sabit kur sistemi olmasına rağmen bu sistemde ülkelerin para birimlerinin çok sık olmamak koşuluyla gerektiğinde devalüe edilmesi imkânı tanındı. Bu sistemde ülkeler para arzlarını arttırırken karşılığı olarak altın bulundurmak durumunda değillerdi. Altın standardının kısıtlarından kurtulan dünya ekonomisi İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir büyüme yaşadı. 

Savaş sonrası dönemde dünya ticaretinin hızla büyümesine katkıda bulunan Bretton Woods sabit kur sistemi, 1970’lerin başında miadını doldurdu. Bunda mali piyasaların hızlı gelişimi ve ABD’nin uyguladığı para politikasına karşı Fransa ve diğer gelişmiş ülkelerden gelen eleştiriler önemli rol oynadı. 1973’ten itibaren bütün belli başlı para birimleri dalgalı kur sistemine geçti. Dalgalı kur sisteminde merkez bankaları, altının yanı sıra dolar gibi değerli paraları tutmaya devam ettiler. Ancak, artık para arzlarını belirlerken ellerindeki altın rezerviyle kısıtlı değillerdi. Böylece merkez bankaları para arzını gerekli gördükleri kadar artırabilir, ya da azaltabilirdi. 

Devletin bir kurumu olarak merkez bankasının karşılıksız olarak bastığı parayı değerli kılan tek şey, devletin onu ülke sınırları içinde geçerli tek ödeme aracı kabul etmesidir. Bir hükümran var, yani devlet var ve o diyor ki: Bu ülkede benim bastığım para geçerlidir. Alışverişte herkes bu parayı kullanmak durumundadır, bu bir ödeme aracıdır, diyor. 

Merkez Bankası ne yapar?

Merkez Bankası, doğrudan para arzını belirleyen, devletin bir kurumu. Ancak Merkez Bankası’nın piyasaya istediği kadar para arz etmesi beklenmiyor. Merkez Bankası, kendisine yüklenmiş görevleri yerine getirmek için para politikası araçlarını kullanır. Ona göre de para arzında değişikler olur.

Merkez Bankası’nın birincil görevi fiyat istikrarını sağlamak. Bu amaca ulaşmak için para arzını arttırmak ya da azaltmak suretiyle faiz oranlarını değiştirmek. Neden Merkez Bankası faiz oranlarını etkilemek durumunda? Şunu biliyoruz bütün ekonomiler, kapitalist ekonomiler olsun, kapitalizm öncesi ekonomiler olsun bunların hepsi belirli döngülerden geçmek durumunda. Yani, bazı yıllarda mesela kuraklık olduğu yıllarda üretim çok düşük olabiliyor, fiyatlar çok hızla artabiliyor tarımsal ekonomilerde. Günümüzde de siyasi nedenlerle gelecek beklentileri kötüye gittiği zaman ekonomilerde hane halklarının harcamaları, yatırımlar azalabiliyor ve bunun sonucu toplam talepte bir azalma olduğu zaman ekonomik büyüme yavaşlıyor. Buna durgunluk diyebiliyoruz. Durgunluk daha da derinleşirse bunalımlara dönüşebiliyor. İşte 1929-1932 Büyük Bunalımı gibi. 

Merkez Bankası’nın buradaki görevi ekonomiler durgunluğa girdiğinde, ya da girme eğilimi gösterdiğinde, faiz oranlarını düşürerek, hane halklarına ve şirketlere daha düşük maliyetle borçlanabilme imkânı sağlamak ve böylece tüketim ve yatırım harcamalarındaki ve dolayısıyla toplam talepteki düşüşü biraz olsun kontrol altına alabilmek. Yani bunun bir adı aslında doğrudan toplam talep yönetimi. Toplam talep çok yavaşlıyorsa ne yapmamız lazım? Biraz daha güçlenecek şekilde faizleri düşürelim, tüketim ve yatırım harcamaları artsın. O zaman ekonomide büyük bir durgunluk olmaz. Ekonomik durgunluğun bir maliyeti var, işsizlik artıyor. İşsizlik hepimiz için kötü. 

Şimdi diyeceksiniz o zaman faizi artırdığı dönemlerde ne oluyor? Yani, durgunluk dönemlerinde faizi düşürmesinin nedenini anladık, ama o zaman neden Merkez Bankası bazen de faizi artırıyor? Ekonomilerde toplam talep çeşitli sebeplerle çok hızlı artabiliyor; bunun sonucu olarak da ekonomik büyüme hızlanabiliyor. Ancak talepteki çok hızlı artışa karşın arzın, yani üretimin, bu kadar hızlı artması mümkün olmadığı için piyasalarda oluşan talep fazlası fiyatlarda yukarı yönlü artış hızını artırıyor. Bu durumda enflasyon, yani ortalama fiyat seviyesindeki artış oranı ivme kazanıyor.  

Ancak, enflasyondaki artışın hem hane halkları hem de şirketler açısından çok ciddi sakıncası var. Yüksek enflasyon ekonomide çarkların dönüşünde, gelecek ile ilgili planlarımızı tamamen bozuyor. Onun için yüksek enflasyondan olabildiğinde kaçınmak, enflasyonu olabildiğince düşük seviyede tutup fiyat istikrarını sağlamak Merkez Bankalarının  birincil görevi. Örneğin, TCMB ve Avrupa Merkez Bankası için durum bu. ABD’de Federal Reserve’ün görevi ise fiyat istikrarının yanı sıra sürdürülebilir istihdam olarak tanımlanmış. 

Sonuçta Merkez Bankalarının görevi para politikasını, faizi yöneterek ekonominin gidişatını belirlemek. Yani direksiyonda Merkez Bankası var. Maliye politikası da önemli çünkü vergi artışları ve kamu harcamalarıyla ekonomiyi yönlendirebilirsiniz, bunlar doğrudan hükümetin verdiği kararlardır, ama Merkez Bankası sadece faizi artırarak bütün hepimizin kararlarını etkileyebiliyor. O anlamda Merkez Bankasının rolü çok önemli.

Enflasyon ve faiz arasındaki ilişki ters orantılı mı, doğru orantılı mı? Bunun bilimsel açıklaması nedir?

Bunu makro ekonominin başına, Keynes’e kadar gittiğimizde görürüz. Keynes makro ekonomik politikaları önerdiği zaman da para politikasının faizleri gerektiğinde ayarlayarak ekonomiye yön verebileceğini söylüyor. Buradaki asıl konu ne o zaman? Eğer toplam talep yetersizse, toplam talep yeterince hızlı artmıyor ekonomi yavaşlıyorsa siz ne yapmak istiyorsunuz? Talebi daha hızlı artırmak istiyorsunuz. O zaman faiz oranını düşüreceksiniz. Faiz oranı düşünce hane halklarının tüketim ve şirketlerin yatırım harcamaları dolayısıyla da toplam harcamalar (ya da diğer adıyla toplan talep) artacak, ekonomi daha hızlı büyüyecek.

Toplam talebin çok hızlı arttığı, ekonominin çok hızlı büyüdüğü dönemlerde ise fiyatlar üzerinde yukarı yönlü baskı oluşacaktır, enflasyon artma eğilimine girecektir. Bu durumda merkez bankasının tam tersi yönde harekete geçmesi, toplam talepteki artışı yavaşlatmak için faiz oranını artırması gerekir. 

Şimdi Türkiyede’ki enflasyon mu nedendir faiz mi nedendir tartışmasına uzun dönemli şöyle bakabiliriz: Türkiye ve Amerika’yı ya da Avrupa’dan bir ülkeyi alalım. Türkiye’de faizler yüksek yüzde 19, Amerika’da yüzde 2-3. Bunun nedeni ne? Çünkü Amerika’da enflasyon çok düşük, yüzde 1-2. Bizde enflasyon yüzde 15 civarında. Türkiye–ABD karşılaştırmasından enflasyonu yüksek olan ülkenin faiz oranının da yüksek olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

Siyaset ve Merkez Bankası ilişkisi nasıl olmalı?

Para politikasını teknik anlamda uygulayan, uygulaması gereken ülkelerde Merkez Bankaları politika bağımsızlığına sahip, yani siyasetçi onlara şunu yapacaksın diyemiyor.

Popülist siyasetçinin bakışı şudur: “Faizi indir aşağıya ki talep artsın. Talep arttıkça ekonomi büyüyecek, seçime giderken büyüyen ekonomide de başarılı bir lider olarak yeniden seçilme ihtimalim artacak.” Popülist siyasetçi Amerika’da da Latin Amerika’da da böyle bakar, bizim ülkemizde de böyle bakıyor. 

Tansu Çiller ekonomi profesörüydü. 27 Mart 1994’teki seçimlere doğru giderken, ekonominin yüzde 7 büyüdüğü 1993 yılının son aylarında uyguladığı para ve maliye politikaları bunun iyi bir örneği. Kamu açıklarını finanse etmek için Merkez Bankası’ndan doğrudan avans kullanması piyasalarda para arzının artmasına yol açtı. Enflasyonun daha da artmasını bekleyen yatırımcılar döviz talebinin arttırdılar. Bunun ardından bir de ülkenin kredi notu düşürülünce Türk lirası ciddi boyutta bir devalüasyona uğradı ve 1994 krizi çıktı. 

Şimdi bu krizi profesörler de yaratabilir, sadece iktisat eğitimi almış, ya da hiç iktisat eğitimi almamış siyasetçiler de yaratabilir, ama buradaki saik önemli. Ekonomi politikası, para politikası siyasi saiklerle siyasi amaçlarla yapılmaz. Ekonomi politikası teknik bir konudur. Hem para politikası ve hem de teknik anlamda ekonomi çok ısındı mı o zaman ben frene basayım, demek lazım. Bu kadar basit, araba kullanmak kadar basit. Araba çok hızlı gidiyor bütün devreler çok ısınmış durumda o zaman yavaşlatayım araba darmadağın olabilir, lastikler patlayabilir ya da bir yerden bir arıza çıkabilir diye düşünmeyi gerektirir.. Biz tam tersini yapıyoruz. Yok araba yeterince hızlı gitmiyor biz biraz daha gaza basalım, sonra araba giderken direksiyondaki şoförü alıp arkaya atıp oraya başkasını koyalım. Böyle yaptığınız zaman sonuçta o arabanın bir noktada iflas etmesi, yani ciddi bir sorunla karşılaması kaçınılmaz gözüküyor. 

Biz yüksek enflasyonu çok iyi biliyoruz. Biz 1978-2004 arasında ortalama yüzde 60 enflasyon ile yaşadık. Yani yüksek ve kronik enflasyonla bizim kadar kadar uzun yaşamış başka ülke yok. Ne zaman düzelttik? 2001 krizinden sonra düzelttik. Bu siyasetçilerimiz çok bildikleri için mi oldu? Hayır! Siyasetçilerimiz hiçbir zaman düzeltmek istemediler, onlar her zaman yeniden seçilmek için Merkez Bankası kaynaklarını avanslarını kullanmak istediler, kredi genişlemesine imkân sağlamak istediler, aynı şu anda olduğu gibi kredi genişlemesini istediler. 

Yüksek enflasyon yüksek oynaklık demek. Yüksek oynaklık sizin gelirinizin ve benim gelirimin yarın ertesi gün ne olacağını bilmemek demek. Üç ay ötesini göremememiz demek. Belirsizlik, en kötüsü. Belirsizlik arttıkça iktisadi anlamda plan yapmak, üretim planları yapmak zorlaşıyor. Artan belirsizlik ortamında yatırımlar ve ekonominin büyüme potansiyeli azalıyor. Şimdi 1990’lı yıllarda yüksek enflasyonla yaşamış bir ülkede siz tekrar gelip düşük faiz düşük enflasyona yol açar dediğiniz zaman bu halkı belki bir defa inandırabilirsiniz, iki defa inandırabilirsiniz ama sonuçta bunun doğru olmadığı deneyimle anlaşılacaktır. Sadece siyasi saiklerle uygulanan yanlış ekonomi politikaları yüksek enflasyona yol açacaktır.  Hızla artan hayat pahalılığının maliyetine katlandıkça halk ne yazık ki bir sonraki seçimde size oy vermekten kaçınacaktır. 

Ne yazık ki 20 yıl aradan sonra tekrardan yüksek enflasyona doğru gidiyoruz, hem de oldukça hızlı bir şekilde. 

***

Konuşmanın tümünü program kaydından dinleyebilirsiniz:


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız.


Önceki İçerikDerin denizler ve ekosistemleri
Sonraki İçerikGerçek üç-boyutlu gösterim: Holografi
Kamil Yılmaz

Bilim Akademisi üyesi Kamil Yılmaz, 1987’de Boğaziçi Üniversitesi’nde lisansını tamamladıktan sonra Maryland Üniversitesi’nden 1990’da yükseklisans ve 1992’de doktora derecelerini aldı.

Araştırma konusu finansal ve makroekonomik bağlanmışlık üzerinedir.

1992-1994 yılları arasında Dünya Bankası’nda araştırmacı olarak çalıştıktan sonra 1994 yılında Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 2003’te doçentliğini aldı, 2010’da profesör oldu. 2003-2004 ve 2010-2011 yıllarında Pennsylvania Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliği yaptı, 2007-2009 yılları arasında TÜSIAD- Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forum’unun direktörlüğünü yürüttü.

Halen Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.