İstanbul’da veba ve karantina

Veba salgınları sırasında bir mezarlık görüntüsü (Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20200403-plague-and-empire-is-a-timely-look-at-the-ottoman-experience-of-epidemics/)

İlkçağlardan 19. yüzyıla kadar Avrupa’da görülen salgın hastalıkların en yaygını ve yıkıcısı veba salgınları oldu. 541 yılında İstanbul’da başgösteren Jüstinyen Vebası, Bizans İmparatorluğu’nu yıkımın eşiğine getirmişti. 1346-50 yılları arasındaki Kara Ölüm (Black Death, Kara Veba) Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini yok etti ve büyük ekonomik ve sosyal çöküntülere yol açtı.

Avrupa’daki son büyük veba salgını 1665 yılında Londra’da görüldü. O tarihte nüfusu 450. 000 olan şehirde 70 bine yakın insan öldü. Bu büyük salgının sona ermesinin, 1666’daki büyük Londra yangınına veya Asya ile olan ticaret yollarının değiştirilmesine bağlı olduğu düşünülüyordu. Fakat son zamanlarda, halkın bağışıklık yeteneğinin güçlenmesinin bu salgını söndürdüğü şeklinde görüşler ileri sürülüyor.

Veba 17. yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’da ortadan kalktı, 18. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra da Kuzey ve Orta Avrupa’da artık görülmedi. O tarihten sonra veba, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, Balkanlarda, Anadolu’da, Arap Ortadoğu’sunda ve Uzakdoğu’da görülecekti.

Veba salgınları sırasında halk bu hastalığın bulaşıcı olduğunu anlıyordu. Fakat hastalığın nedeni ve kaynakları hakkında farklı düşünceler vardı. Salgın hastalık çoğunlukla Tanrının günahkar insanlara verdiği ceza olarak görülüyordu. Hastalığın kaynakları üzerine düşünenler de kirli havadan veya sudan şüpheleniyordu. Salgını Yahudilerin veya cüzam hastalarının suları zehirlemelerine yoranlar da vardı.

Vebanın sırrı çözülüyor: Yersinia Pestis

Yersinia Pestis, (Kaynak: CDC- Public Health Library– Kamu Malı)

Vebanın etkeninin ve bulaşma yollarının belirlenmesi 19. yüzyılın sonunda oldu. Japon bakteriyolog Shibasburo Kitasato ve İsviçreli bakteriyolog Alexandre Yersin birbirlerinden bağımsız olarak 1893 yılında veba etkeni olan Pasteurella Pestis’i (o tarihten sonra Yersinia Pestis) izole etmeyi başardılar.

İngiliz bakteriyolog Charles Martin de aynı yıl, hastalığın insanlar arasında yayılmasındaki fare pirelerinin rolünü ortaya koydu. Böylece veba ile mücadelede fare itlafı ve pireleri yok etme davranışları gelişti (20. yüzyılın başlarında, pirelerin aracılığı olmaksızın insandan insana solunum yoluyla bulaşan  veba pnömonisi keşfedildi. Hızla ölüme neden olan veba pnömonisinin Kara Ölüm’de de etkili olduğu düşünülmektedir). Daha sonraki yıllarda da önce aşı ve daha sonra da antibiyotikler, veba salgınları ile mücadelede koruyucu ve tedavi edici yöntemler olarak önem kazandı.

Önlemler ve sonuçları

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Osmanlı İmparatorluğu’nda veba salgınları 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ederken, kökeni ve tedavisi henüz bilinmediği halde Batı ve Orta Avrupa’da 18. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra veba neden yok oldu? Bunun temel nedeni, Avrupa’da karantina önleminin yaygın biçimde uygulanmaya başlanmış olmasıdır.

Karantina düşüncesi ilkçağlardan beri vardı. Fakat karantina, etkin bir salgın önleme metodu olarak Kara Ölüm felaketinden sonra önem kazandı ve yaygınlaştı.

İlk karantina 1377 yılında Ragusa’da yapıldı (bugünkü Dubrovnik). Venedik Cumhuriyeti’nde ise ilk defa 1423 yılında zorunlu hale getirildi. Daha sonraki yıllarda ise karantina uygulamaları, Avrupa’nın başlıca liman şehirlerinde hızla yayıldı.  Venedik’e vebalı limanlardan gelen gemiler 40 gün boyunca demirli olarak bekletiliyordu. Karantina kelimesi İtalyanca 40 gün anlamına gelen quaranta giorni kelimelerinden geliyor [1].

İstanbul’da veba salgınları

İstanbul’u da etkilemiş olan Kara Ölüm’den sonraki ilk büyük veba salgını 1467 yılında görüldü. Yaz ortasında başlayan salgının şiddetinden, ölenleri gömecek kimse bulunamıyordu. Vebanın en yoğun olduğu yer sur içiydi. Gidecek yeri olanlar İstanbul’u terk etmişti. O sırada Arnavutluk seferinden dönmekte olan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da salgın hastalık olduğunu öğrenince gelişini ertelemiş ve ancak kış aylarında salgının sona erdiği haberini aldıktan sonra şehre dönmüştü.

Veba salgınları, 16. yüzyıl boyunca da İstanbul’da aralıklarla devam etti. Bu yüzyılın ortalarında çıkan bir salgında sefirler ve zenginler İstanbul’u terk etmişti. Avusturya-Macaristan sefiri ve Türk Mektupları’nın yazarı Busbecq, 1562’de çıkan salgının en şiddetli döneminde günde 500 kişinin öldüğünü yazıyor. Evliya Çelebi, 1568’deki salgında sur kapılarından binlerce cenazenin çıktığını söylüyor. İstanbul kadısına yazılan 6 Temmuz 1568 tarihli hükümle de, hastaların şehir dışına sürülmesi emredilmişti.

İstanbul’da 1591-92 yıllarındaki salgında kendilerini çaresiz hisseden İstanbullular, Okmeydanı’nda ve Alemdağı’nda duaya çıkarak Tanrı’dan bu salgını sona erdirmesini istemişlerdi.

1618’de, 1637’de, 1655’te, 1662’de ve 1749’da görülen salgınların ardından 1778 yılının Ocak ayında öncekilerden çok daha şiddetli bir salgın çıktı. Galata’da ve Suriçi’nde aynı anda başlayan salgın Mayıs’ta şiddetlendi ve Galata’da oturan Avrupalılar ve zengin tüccarlar şehri terk ederek Tarabya ve Büyükdere gibi Boğaz köylerine gittiler. Temmuzda salgın doruk noktasına ulaşmıştı. Temmuz ve Ağustos aylarında günde en az bin kişi ölüyordu. Eylül’de hafiflemeye başlayan salgın Kasım ayı başında sona erdi.

Veba, İstanbul’da 19. yüzyılda da etkisini sürdürdü. III. Selim zamanında 1803-04 yıllarında onbinlerce İstanbullu vebadan öldü. 1811-1812 salgını ise Mısır’dan, önce İzmir’e sonra da İstanbul’a gelen bir gemideki hasta tayfalardan kaynaklanmıştı. Bu tayfaların şehre girmesiyle hastalık hızla yayıldı. Temmuz 1812’de salgını sınırlamak amacıyla şehrin belirli giriş yerlerine askerler yerleştirildi ve girişler engellendi. Eylül ayında şehir içinde mahalleler arasındaki geliş gidişler de izne bağlandı. Bu sırada günlük ölüm sayısı 1000-1200 civarındaydı. Mahalle imamları ve mezarcılar cenaze kaldırmaya yetişemediğinden askerler de mezar kazmakla görevlendirilmişti. Veba, sefahata ve ahlaksızlığa karşı Tanrının verdiği bir ceza olarak görüldüğü için, Galata, Tahtakale, Kasımpaşa ve Bahçekapı’daki bekar odaları ile batakhaneler yerle bir edildi. 1813 Şubat’ında sönen bu salgında 100 bin ila 250 bin arasında insan kaybının olduğu tahmin edilmektedir. Bu salgın sırasında ünlü Osmanlı hekimi Şanizade Ataullah Efendi (1771-1826), koruma tedbirleri alınmasını önerdiği için alaya alınmış ve suçlanmıştı.

1831-32 yıllarında yaşanan veba salgınında artık dezenfektan önlemlerinin alındığı görülüyor. Vebadan ölenlerin evleri boşaltılıyor, eşyaları yakılıyor ve evler iyice yıkanıp dezenfekte ediliyordu.

İstanbul’daki son büyük veba salgını 1836-37 yıllarında oldu. Bu salgında 25-30 bin kişinin öldüğü sanılıyor. Yabancılar vebadan korunmak amacıyla Beyoğlu sokaklarında siyah muşambalar içinde dolaşıyorlar. Moltke, 22 Şubat 1837 tarihli mektubunda, İstanbul’da yaşayan yabancıların evlerindeki halı, perde, kanepe gibi eşyaları bulaşıcılığı arttırdığı için yok ettiklerini ve bulaştırıcı olmadığına inandıkları kamış iskemleleri ve üzeri muşamba ile örtülü tahta masaları kullandıklarını yazıyor. Bu salgın sırasında İstanbul’da bulunan bir Amerikalı, anılarında salgının yazın başladığını, 3 ay sürdüğünü ve salgın doruk noktasında iken günde bin kişinin öldüğünü yazıyor.

Tanzimat’ın ilanından (1839) sonraki yıllarda İstanbul’da veba salgını görünmez oldu. Bunun başlıca nedeni, karantina, izolasyon ve dezenfeksiyon yöntemlerinin kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Salgınları önlemek için 19. yüzyılın başlarında geçici karantina önlemleri alınıyordu. Fakat art arda gelen salgınları önlemekte bu tedbirlerin yetersiz kaldığı anlaşılınca karantina teşkilatı kurulması yoluna gidildi. 1838 yılında Padişah II. Mahmut’un iradesiyle karantina teşkilatı oluşturuldu ve karantina uygulaması başlatıldı. Osmanlılar vebaya taun diyorlar, karantina için de hıfz (korunma) kökünden türetilen bir sözcük olan tahaffuzhaneyi kullanıyorlardı. 

Osmanlıların son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da bazı veba olayları görülmekle birlikte bunlar kitleleri etkileyen bir salgın düzeyine gelmedi.

Salgın hastalıkların sosyal ve bilimsel sonuçları

Başta veba olmak üzere salgın hastalıklar, Osmanlı ekonomik, sosyal, kültürel yaşamını derinden etkiledi. Veba salgınları elbette sadece İstanbul’da değil, Anadolu’da, Balkanlarda, Mısırda ve Arap Ortadoğu’sunda da yani imparatorluğun bütün bölgelerinde görülüyordu. Salgın hastalıkların Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki etkileri henüz bütün yönleriyle gerektiği ölçüde incelenmemiştir.

16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlıların askeri istilasından korkan Avrupalılar, 18. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyılın ilk yarısında ise hastalık bulaştırabilecek bir güç olarak ondan korkuyorlardı. Bu korku, Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti’nin ekonomik, ticari ve sosyal ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Ayrıca kısa aralıklarla tekrarlayan veba salgınları, yıkıcı sonuçlarıyla Osmanlı ekonomik, sosyal ve entelektüel yaşamının gelişmesinin önünde büyük engeller yarattı.

Bununla birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta kolera olmak üzere görülen yeni salgın hastalıklar, Osmanlı dünyasının Avrupa bilimine yaklaşmasında önemli etkilerde bulundu. Osmanlı yönetimi 1893 yılındaki büyük kolera salgınının kontrol altına alınabilmesi için Pasteur Enstitüsü’nden yardım istedi. Bu ilişkinin sonucu olarak 1894 yılında İstanbul’da Bakteriyolojihane kuruldu [8] . Bakteriyolojihane ülkemizdeki ilk bilimsel araştırma kurumudur. Ülkemizdeki ilk bilimsel araştırma kurumunun bakteriyolojiyle ilgili olması bir tesadüf değildir. Bu kurumda özellikle çiçek hastalığı ve sığır vebası üzerine orijinal çalışmalar yapıldı ve aşı üretildi.

Salgın hastalıkların büyük yıkıcı etkilerinin bilimsel zihniyeti ve gelişmeleri hızlandırmasını da her şeye rağmen olumlu bir sonuç olarak görebiliriz.

Osman Bahadır

Notlar/Kaynaklar

[1] Center for Disease Control and Prevention, History of Quarantine https://www.cdc.gov/quarantine/historyquarantine.html
[2] Nuran Yıldırım; İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı İstanbul Üniversitesi Projesi No: 55-10, İstanbul 2010.
[3] Daniel Panzac; Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Çeviren: Serap Yılmaz, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997.
[4] Cumhur Ertekin; Tıbbın Öyküsü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları-Bilim Akademisi, İstanbul 2019.
[5] Irwin W. Sherman; Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık, Çevirmenler: Emel Tümbay, Mine Anğ Küçüker, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019.
[6] Gülden Sarıyıldız; “Karantina Tarihinden Bir Yaprak: Kuleli Tahaffuzhanesi”, Bilim Tarihi, Sayı 19, s. 25-30, Mayıs 1993, İstanbul.
[7] F. Bynum, E. J. Browne, Roy Porter; Macmillan Dictionary of The History of Science, London 1983.
[8] Osman Bahadır; “Osmanlılarda ilk bilimsel araştırma kurumu: Bakteriyolojihane”, https://sarkac.org/2018/06/bakteriyolojihane/

Önceki İçerikMikropları ultraviyole ışınla nasıl yok ederiz?
Sonraki İçerikCovid-19 tedbirlerinin Türkiye ekonomisine etkisi ve çözüm önerileri – Erol Taymaz
Osman Bahadır

İTÜ Maden Fakültesi Petrol Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden yüksek lisans derecesi aldı. Denis Diderot (Paris VII) Üniversitesi Bilimler ve Teknikler Tarihi ve Epistemoloji Bölümü’nden DEA derecesi aldı. 1991-1994 yılları arasında 30 sayı aylık Bilim Tarihi dergisini çıkardı. 2004-2011 yılları arasında İTÜ’de Bilim ve Teknoloji Tarihi dersi verdi. Bilim tarihi üzerine 18 kitabı yayınlandı.

Kitaplarından bazıları:  Bilim Cumhuriyetinden Manzaralar (2000), Cumhuriyetin İlk Bilim Dergileri ve Modernleşme (2001), Matematikte Bir Öncü Kerim Erim (2006), Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi 1861-1961 (2007), Türkiye’de Temel Bilimlerde İlk Araştırmacılar (2007), Osmanlılardan Cumhuriyete Bilim (2012), Bilimde Öncü Kadınlar (2013), Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme (2017), Osmanlılardan Cumhuriyete Elektrik (2020).