Dil üzerine felsefede çok çalışma bulunuyor, merak üzerine ise çok az. Psikoloji alanında 1950’lerden sonra merak üzerine araştırmalar yoğunlaşmış, felsefede ise ancak son yıllarda Merak Felsefesi diye yeni bir alan gelişiyor. Bu yazının konusu olan merak dil ilişkisi üzerine ise, bildiğim kadarıyla dünyada yayın yapmış olan tek araştırmacı benim; bu bir yandan bana yeni bir düşün alanını keşfetme heyecanı veriyor, diğer yandan da bir hayli yalnız hissettiriyor.
İlginçtir merak üzerine düşünen neredeyse herkes merak etmek ile soru sormak arasında önemli bir bağ olduğunu vurguluyor, ancak buradan merak etmenin dil kullanımı ile olan ilişkisi konusuna bir geçiş yapmıyor. Soru sorma yetisi olmayan bir varlık merak edebilir mi? Soru sormak için bir dile sahip olmak gerekir mi? Diyelim ki köpeğinizle parkta top atma oyunu oynuyorsunuz; o bakmazken topu ağaçların arasına attınız, o da bulamadı; şaşkın bir ifadeyle oradan oraya koşturuyor. Böyle bir durumda köpeğinizin topun nerede olduğunu merak ettiğini söyleyebilir miyiz? Sanırım çoğunluk buna “evet” diyecektir. Eğer doğru yanıt buysa, buradan köpeğinizin kendi kendine “top nerede?” diye sorduğu sonucuna varabilir miyiz? Sanırım bu sefer de çoğunuz “hayır” demek isteyecektir. Sanırım bunun nedeni soru sorma yetisinin ancak bizler gibi dil konuşan varlıklarda bulunduğuna dair genel bir kanı olması. Aslında bu da bir önyargıdır. Belki köpekler dil konuşmasalar bile kendi kendilerine soru sorabiliyorlardır. Eğer soramıyorlar ise, bir köpek nasıl oluyor da topun nerede olduğunu merak edebiliyor? İnsanlara dönelim. Bizler yalnızca merak eden varlıklar değiliz aynı zamanda merakımızı dilde soru sorarak ifade edebilen varlıklarız. Bu sayede merakımızı paylaşabiliyoruz. Dahası aynı şeyi merak edenler olarak bir araya gelerek sorumuzun yanıtını birlikte bulmaya çalışabiliyoruz; dil aracılığıyla “ortak merak” diyebileceğimiz fenomeni oluşturabiliyoruz. Böyle bir yetimiz olmasaydı bilim, felsefe, mitoloji, edebiyat, din ve hatta ileri sanat formlarını oluşturmamız olanaklı olmazdı.
Metafizik adlı ünlü yapıtının en başında Aristoteles “tüm insanlar, doğaları gereği, bilmeyi ister” demiş. Bu sözde merak kavramı geçmese de çok yaygın bir görüşe göre merak bilme isteği olarak tanımlanır. Buradan şu önemli soru çıkıyor: merak etmek doğamızda mı bulunur? Yine sanırım çoğunuz “evet” diyecektir, bence bu yanlış yanıt. Merakın dil kullanımı ile olan ilişkisini kurduğumuzda neden böyle düşündüğüm de ortaya çıkmış olacak. Öncelikle şunu saptayalım, merak etmek salt bilmeyi istemek değildir. Merak Felsefesi adlı kitabımda[1] şu iki örneği vermiştim: bir öğrenci hiç ilgilenmediği bir konuda aldığı bir dersin sınavını geçmek için çalışırken, sınavda başarılı olmak için gerekli olan bazı şeyleri bilmeyi isteyebilir, ama konuya ilgisi yoksa merak ettiğini söyleyemeyiz. Diğer yandan, her merak eden de bilmeyi istemeyebilir. Eşinin kendisini aldattığından kuşkulanan kıskanç bir koca eşinin gizli bir sevgilisi olup olmadığını merak edebilir, ancak eşini kaybetme korkusundan bunu öğrenmemeyi, yani bilmemeyi tercih edebilir. Aristoteles’ten çıkaracağımız bu klasik merak tanımı yanlış olsa da içinde önemli bir doğruyu barındırıyor.
Merak etmek için bir bilinmeyen olmalı. Bu merak etmenin ilk koşulu, ama merak etmek için yeterli değil. Örneğin bir şempanze evrende başka gezegenlerde yaşam var mı yok mu bilmez, ama merak de etmez, hatta ne kadar zeki olursa olsun büyük olasılıkla bunu merak edemez. Neden? Çünkü bilmediğinin farkında değildir. Belki de bir tek insanlara has bir özelliktir bu. Nasıl oluyor da bizler bilmediğimiz bir şeyin farkına varıyoruz? Burada sanki bir paradoks varmış gibi görünüyor. Bir yandan bir farkındalık var, bir yandan da bilgisizlik, ama farkında olmak bilmeyi gerektiriyor ise, sanki bir çelişki doğuyor. Bu sorun üstü örtük bir biçimde Platon’un bir diyaloğunda aslında tartışılmış. Menon şöyle der:
Bir şeyi aramak nasıl mümkün olabilir ki? Biliyorsak o şeyi, onu aramaya gerek yok, bilmiyorsak ise neyi aradığımızı bilemeyiz.
Felsefe yazınında Menon’un Paradoksu olarak anılan bu uslamlama dolaylı olarak problemimizi dile getiriyor: bilmediğinin farkında olmak nasıl mümkün oluyor? İlginçtir felsefe yazınında bu paradoks üzerine yapılmış olan tartışmalar konuyu bu soruyla ilişkilendirmemişler. Bunu yanıtlamak için felsefe tarihinde çok tartışılmış bir kavram kullanacağım: zihinsel temsil.
Bir şeyin farkında olmak için o şeyi zihnimizde temsil etmemiz gerekir. Bunun en basit biçimi imgesel temsil olabilir. Önümdeki palmiye ağacının farkına vardığımda, zihnimde bir iz bırakıyor, bu görsel imge sayesinde onu zihnimde temsil edebiliyorum. Aynı ağaca bakan bir kedi de benzer bir imgeye sahip olabilir. Ama bizler gibi dil konuşan varlıkların zihinsel temsilleri basit imgelerin ötesine geçip kavramsal içerik kazanabiliyor. Kedininkinden farklı olarak ben ağacı bir palmiye ağacı olarak temsil edebiliyorum. Dil aracılıyla edindiğimiz kavramlar bizlerin temsil gücünü o denli artırıyor ki, yalnızca deneyimlediğimiz değil, hiç deneyimlemediğimiz hatta hiç bilmediğimiz şeyleri de zihnimizde temsil edebiliyoruz. Bilinmeyenin dilsel temsilinin nasıl kurulduğunu anlamak için dil felsefesinin en temel ayrımlarından birine bakmak gerekiyor: anlam ve gönderim.
İki dilsel terimin anlamları farklı ama göndergeleri aynı olabilir.[2] Örneğin “Türkiye’nin başkenti” ile “Anıtkabir’in bulunduğu şehir” terimlerinin her ikisi de Ankara’ya gönderim yapar, ancak terimlerin anlamları farklıdır. Anlam ile temsil arasında önemli bir bağ bulunur. Bir terimin anlamını kavrayarak o terimin göndergesini zihnimizde temsil edebiliriz. Bu iki terim aynı şehri farklı biçimlerde temsil etmemizi sağlıyor. Ancak bir terimin anlamını kavramak her durumda bize o terimin göndergesinin ne olduğunu göstermeyebilir. Örneğin Türkiye hakkında çok az bilgisi olan biri, Türkiye’nin başkentinin hangi şehir olduğunu bilmeyebilir; benzer biçimde Anıtkabir’in Türkiye’nin hangi şehrinde olduğunu da bilmeyebilir. Eğer bu terimleri kavrayabilecek bir dile sahipse, sorabilir: “Türkiye’de Anıtkabir’in bulunduğu şehir hangisidir?”. Konuya ilgisi varsa, bu onda merak uyandırabilir.
Hepimizin kavradığı ama neye gönderim yaptığını hiçbirimizin bilmediği dilsel ifadeler de olabilir: “dünyaya en yakın üzerinde yaşam olan gezegen” terimini kavramak bizler için çok kolay, ama gönderim yaptığı gezegeni bilmek ise o denli zor; hatta belki de hiçbir zaman bunu keşfedemeyeceğiz. Bu tür bir ifade bazen de doğru ya da yanlış bir düşünce dile getiren bir tümce olabiliyor: “Mars’ta sıvı su bulunur” tümcesini kavrasak da bunun karşılık geldiği bir olgu olup olmadığını, yani dile getirdiği düşüncenin doğru olup olmadığını bilmeyebiliriz.
Böylesi dilsel ifadeler kurma yetimiz sayesinde merak edebiliyoruz. Deneyimlediğimiz ve kısmen bildiğimiz şeylerin kavramlarını bir araya getirerek, deneyimlemedeğimiz ve bilmediğimiz şeylerin kavramlarını ve düşüncelerini kurabilen varlıklarız. Soru sormak, merak etmek böyle mümkün oluyor. Aristoteles’in söylediğinin aksine bu yeti doğamızda olmayabilir. Bundan diyelim ki elli bin yıl önce insanlar büyük olasılıkla bir dil konuşuyorlardı, ama belki de bilmediklerini kavramlaştırmayı henüz becerecek güce sahip değillerdi. Bir dile sahip olmak o dili konuşanların soru sorma yetisinin olduğunu göstermez bence. İnsan dillerinde “soru tümcesi” dediğimiz yapılar çok sonraları ortaya çıkmış olabilir. Bilinmeyenin kavramlaştırılması ve zihinde temsil edilmesi, bunun soru olarak dile getirilebilmesi ve bunun sonucu olarak bilinmeyeni merak etmek için basit bir dil yeterli olmaz; çok özel bir meta-dil gerekir.[3]
Bizler dil aracılıyla dünya üzerine düşünceler kurmakla kalmıyoruz, aynı zamanda düşüncelerimiz üzerine düşünebilme yetisine de sahibiz. Bu sayede bir kavramı ya da düşünceyi özneleştirip, onun gerçeklikteki karşılığını bilmediğimizin farkına varabiliyoruz. Merak etmek ile dilin bu çok özel kullanımı arasındaki ilişki, insanı anlamak için bence en temel konulardan biridir.
İlhan İnan
Koç Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi
Notlar / Kaynaklar:
[1] Inan, I. The Philosophy of Curiosity, Routledge, 2012. Türkçe çevirisinin, Merak Felsefesi başlığıyla, Koç Üniversitesi Yayınevi tarafından 2020’de basılması planlanıyor.
[2] Dil felsefesinde ve dilbilimde sıklıkla kullandığımız “gönderge” sözcüğünü bir dilsel ifadenin gerçeklikte karşılık geldiği (gönderme yaptığı) nesne olarak tanımlıyoruz. Bkz. İnan, İ., Dil Felsefesi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2016, 3. Basım.
[3] Klasik anlamda meta-dil bir dilin sözcüklerinden ve tümcelerinden bahsetmemizi sağlayan bir yapıdır; metinde geçen meta-dil ise bir dilin sözcüklerinin ifade ettiği kavramlardan ve tümcelerinin ifade ettiği düşüncelerden bahsetmemizi sağlayan ve benim daha önceki bir çalışmamda “kavram dili” dediğim özel bir meta-dildir. Bu konuları daha ayrıntılı olarak tartıştığım yazım için bkz. “Dilin Evrimi: Nesne Dilinden Kavram Diline”, Bilim ve Gelecek, 118. Sayı, 2013.