Goodhart yasası, İngiliz Bankası’nın (Bank of England) ekonomik danışmanı olan Charles Goodhart tarafından öne sürülmüştü. Ekonomi alanında geçerliliği olan bir görüş olmakla beraber sosyal bilimlerin pek çok alanında da uygulanabilir.
Yasa şu kısa ifadeden oluşuyor:
“Sosyal veya ekonomik bir ölçüt, politikalar ve stratejiler belirleyen bir hedef haline dönüşürse ölçme özelliğini yitirir”.
Bu yasayı bir örnek ile açmak için biraz şehir efsanesi özelliği taşıyan Sovyetler Birliği zamanından bir öyküyü nakledelim. Çivi üreten fabrikaların değerlendirilmelerinde çivi sayısı veya ağırlığı ölçüt olarak verildiği zaman görülüyor ki, eğer sayı ölçüt olarak kullanılıyorsa fabrikalar çok sayıda küçük ve kullanışsız çiviler üretiyor. Eğer ağırlık önemli ise o zaman da az sayıda dev çiviler üretiliyor. Yani sayı veya ağırlık ölçüt değil de hedef olunca, bu değerlendirme sistemi çöküyor.
Şimdi Goodhart yasasının üniversiteler ve akademik sistemde nasıl çalıştığına bakalım. Ülkemizde uzun seneler üniversite sayısı çok azdı ve hepsi de benzer yapılardaydılar. Öğretim üyeleri de genelde bir şekilde akademik camia tarafından doğru veya yanlış oluşturulmuş tanımlarla bilinirdi. Bu profesör falanca konunun üstadıdır, gibi.
Ne zaman ki internet ortamı oluştu ve hem üniversiteler hem de öğretim üyeleri hakkında her türlü bilgiler topluma açık hale geldi o zaman kalite “ölçütleri” ortaya çıkmaya başladı.
Üniversiteleri ele alalım. Amerika’da başlayan ve bizi de kapsayan bir eğilimle üniversiteler değerlendirilmeye ve sıralanmaya başladı. Bu sıralamaları her kurum farklı şekilde yapıyor ve kullandıkları ölçütler de önemli farklılıklar gösteriyor. Örneğin doktora öğrencisi sayısı, alınan proje miktarı, makale başına atıf sayıları gibi çok değişik faktörler bu sıralamalarda kullanılıyor. Buraya kadar her şey normal gözüküyor. Değişik faktörlerden oluşan ölçütler ile üniversiteleri değerlendiriliyor ve sıralanıyor. Ama bu durumu gören üniversiteler sıralamalardaki yerlerini daha iyileştirmek için politikalar belirlemeye başlayınca yasanın öngörüsü ortaya çıkıyor. Örneğin lisans veya doktora öğrencisi sayısı önemli bir ölçüt ise ve bunu arttırmak için başka yerlerden kısıyorsanız, bu ölçüt artık üniversitenin değerini ölçmek için kullanılamaz.
Üniversitelerimizin akademik performans değerlendirmeye merak salması ve TÜBİTAK ile bazı üniversiteler tarafından yayınlanan makalelere ödül verilmeye başlanması benzer bir resmin ortaya çıkmasına neden oldu. Makale yazmanın amacı bilimin gelişmesine katkıda bulunmak ve yaptıklarınızı başka bilimcilere sunmaktır. Bilimsel makalelerin önemli olduğu ve bunlara bakarak bilim insanının üretkenliğinin ölçülebileceği kavramı ülkemizde 1980-90’lı yılları arasında destek görmeye başlamıştır.
Onun için önce araştırma yapanla yapmayanı ayırmak gerekiyordu ve her bilimcinin yazdığı makale sayısı hesaplanmaya başlandı. Makale sayısı çok artınca da, sırf sayı değil kalite de önemlidir fikri kabul gördü ve iyi makale/sıradan makale ayrımları gerekti. Bu ayrımı yapmak zor olunca da, kısa ve otomatik ölçütlere ihtiyaç olduğu düşünülmeye başlandı. Dergilerin etki faktörleri, h-faktörleri gibi ölçütleri kullanarak bu sefer bilim insanlarını sıralamak popüler bir uğraş oldu. Bu sıralamada öne geçmek isteyenler ise doğal olarak değişik stratejiler uygulamaya başladı. Bu stratejiler etik olsalar bile, esas olarak makale/atıf sayılarını arttırmaya yönelik oldukları için, aslında bilimcileri ölçmek için geliştirilen ölçütler ölçüt olmaktan çıkıp hedef oldular. Bu da Goodhart yasasının öngördüğü durumdur.
Kanımca bu ölçütler ölçme özelliğini yitirmiştir, akademik camianın kalite belirlemek için artık başka ölçütler aramasının zamanı gelmiştir.
Ersin Yurtsever
Bilim Akademisi üyesi
Koç Üniversitesi Kimya Bölümü öğretim üyesi
Türkiye’de yazılan bilimsel makale sayılarının Yaşar Tonta tarafından yapılmış detaylı analizi için tıklayınız.