Gerçek-ötesi Siyasetin İktidardaki İlk Yılı

Donald Trump ve Nigel Farage Kasım 2016'da New York'ta Trump Tower asansöründe.

“Herkes kendi fikirlerine müstahaktır, ama kendine ait olguları (gerçekleri) olması hakkına sahip değildir. / Everyone is entitled to his own opinions, but not to his own facts.”
Daniel Patrick Moynihan

Bugün gerçek-ötesi siyasetin temsili demokrasiye yönelttiği en büyük tehdit, kendi özel olgularına (gerçeklerine) sahip olma hakkı olduğunu düşünmekle kalmayan, bu olguları aynı kendisi gibi kabullenmek istemeyenleri de düşman, hain, terörist, v.b. ilan ederek, onları tehdit, tecrit ve hatta tahakküm etme hakkını kendinde gören siyasiler ve destekçileri medya ve basından kaynaklanıyor.

__________________________________

Yazının ilk bölümü “Gerçek Üstü Siyaset” için tıklayınız.

8 Kasım 2016’da ABD Başkanlık seçimlerini kazanan Cumhuriyetçi Parti adayı Donald J. Trump 20 Ocak 2017 tarihinde and içerek Başkanlık yetkilerini kullanmaya başladı. 29 Mart 2017 tarihinde Majestelerinin hükümeti, Britanya’nın AB’den ayrılması için Avrupa Birliği Üzerindeki Antlaşma’nın 50. maddesinin yürürlüğe koyulmasını (Brexit) talep etti.

Gerçek-ötesi siyasetin pekişmiş demokrasilerdeki ilk önemli sonucu böylece hayata geçmiş oldu.  Gerçek-ötesi siyasetin Britanya ve ABD’ndeki ilk yılı olan 2017’de bir yandan Britanya AB ile ayrılma görüşmelerini sürdürmeye devam ederken, diğer yandan da Trump yönetimi ABD ve dünya siyasetine damgasını vurmaya başladı.

Bu yazıda Britanya ve ABD’nde gerçek-üstü siyasetin ilk yılında olanları kısaca gözden geçirdikten sonra gerçek-ötesi siyasetin pekiştirilmiş temsili demokrasilerdeki etkisine ve bu etkinin dünyadaki iki temel örneğine göre ürettiği sonuçlara odaklanacağız.

Britanya’da Gerçek – ötesi Siyaset Örneği

Britanya açısından gerçek-ötesi siyaset hiç beklenmedik gelişmelere yol açtı. Başbakan David Cameron verdiği yanlış karar ve etkisiz kampanya sonucunda referandumu kaybettiğini kabul ederek istifa etti ve  yerine yeni bir Muhazafakar Parti lideri ve Başbakan seçimi yapıldı.  Bu yarışta Brexit kampanyasının yıldızları olan Liam Fox, Boris Johnson ve Michael Gove birer birer elendiler. Sonunda Brexit yanlısı ve gerçek-ötesi siyaset söylemini de sürdürmekte olan ayrılma yanlısı Andrea Leadsom ile karşı kamptan olan Theresa May kaldılar. Bunlardan May parti içi mücadeleyi kazanarak Muhafazakar Parti başkanı ve Başbakan olduğunda gerçek-ötesi siyasetçiler ilk yenilgilerini tatmış gibi oldular. Ancak, kurduğu kabineye Brexit kampanyasında etkin rol oynamış çok sayıda Muhafazakar Parti milletvekilini bakan olarak alan May onlara yeni bir can suyu verdi.

Başbakan’ın Kendi Kazdığı Kuyuya Düşmesi: Brexit’in Zorlukları

AB ile yürütülen müzakereler hiç de Brexit taraftarlarının söylediği kolaylıkta olmadı. Bu zorluğun da etkisiyle, ama özellikle kamuoyu yoklamaları kendi partisini ana muhalefet İşçi Partisi’nden 20 puan kadar önde gösterdiğinden, Başbakan May 8 Haziran 2017’de yeni bir erken seçim kararı aldı. Böylece büyük bir parti grubu çoğunluğu ile iktidara geleceğini hesaplayan May, parti içinden gelen çatlak seslerle daha etkili olarak mücadele edebileceği varsayımında bulunmuştu. Ancak, 9 Haziran 2017 sabahı daha önce sahip olduğu 330 sandalyeden 13’ünü kaybederek 317 sandalye ile azınlığa düştüğünü gördü. 1970’lerden kalma bir dizi sosyalist öneriyle kampanya yapan İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ise Başbakan May’in seçim kararı aldığı tarihteki kamuoyu yoklamalarının öngörülerinin aksine sandalye sayısını 232’den 262’ye çıkartan bir sonuçla seçimi tamamladı. Üstelik bu kez gençlerden aldığı oylarla da İşçi Partisi’nin bundan sonra yapılacak olan seçimleri tek başına kazanma olasılığı ortaya çıkıyordu.  AB’den ayrılmak isteyenlerin önerisiyle Britanya kendi aslına dönüyor, liberal politikaları reddetmeye başlıyor, ama gerçek-ötesi sağcıların yerine kamu mülkiyeti ve yönetimini öne çıkartan sosyalist İşçi Partisi liderliğine doğru meylediyordu. Ondan sonraki gelişmelerde AB ile olan müzakereler daha da zorlu bir safhaya girdi.

Aralık 2017’de müzakerelerin ilk aşamasında bir anlaşma sağlanarak Başbakan May’ın sallanmakta olan koltuğu kurtuldu. Ancak bu olumlu gelişmeye karşın ayrılıkçı ve milliyetçi Brexit taraftarlarının önerdiği gibi bir sonuç yine çıkmadı. AB ve Britanya vatandaşlarının karşılıklı hakları, İrlanda Cumhuriyeti ile olan sınır, Britanya’nın mali yükümlülükleri hakkında yeterli ilerleme sağlandığı AB tarafından kabul edilse de, 20 Aralık 2017’de AB’nin yayınladığı bültene göre müzakere esaslarında bir değişiklik olmadığı görüldü. Bu bültene göre Britanya seçmece olarak AB antlaşmalarını uygulayamayacaktır; Britanya’nın dahil olduğu her AB kurumunda dört özgürlük de (emeğin serbest dolaşımı dahil) geçerli olacaktır; anlaşmazlıklarda AB’nin Avrupa Mahkemesi’nin kararları esas alınacaktır.  30 Mart 2019’dan itibaren Britanya AB ile ilişkilerinde herhangi bir üçüncü ülke konumunda olacak ve nihayet geçiş süreci olarak tanımlanacak bir süre ayrıntılı ve anlaşılır bir biçimde belirlenecektir. 8 Aralık 2017 anlaşmalarına göre Britanya’nın AB’ye belirli bir mali yaptırım ödemesi de kabul edildi.

Aynı zamanda Britanya’nın hiçbir anlaşma olmadan AB’den çıkması durumunda uluslararası ticari ilişkilerinde büyük kayba uğrayacağı anlaşıldı. Oysa gerçek-ötesi siyasetçi söyleminde, sadece Dünya Ticaret Örgütü kurallarına göre hareketle, Britanya’nın kendi çıkarını azamiye çıkartan ticari anlaşmalar yapacağı iddia edilmişti. Bunun da ham hayal olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Britanya’nın Kendine Dönmesi

Bu arada, daha ilginç bir gelişme yaşandı. Britanya kurumları egemenliği tamamen kendilerine has bir biçimde kullanmaya başladıklarında gerçek-ötesi siyaset erbabının ve onları destekleyen seçmenlerin hiç de kabul etmedikleri sonuçlar ortaya çıktı. Örneğin, ilk karşılaşılan önemli sorun Britanya’nın AB’den  çıkma kararını alması ve bu kararın içeriğinin belirlenmesinin hangi siyasal yetkilinin veya kurumun sorumluluğunda olduğu sorunuydu. Britanya Yüksek Mahkemesi’ne kadar giden tartışmalar bu yetkinin hukuken Parlamento’da olduğunu ve bu yetkinin halk tarafından da, Başbakan ve Kabinesi tarafından da kullanılamayacağını belirledi. Parlamento’da bu kararın tartışılarak kararlaştırılması demek hem Avam Kamarası (halkın oyları ile seçilen temsilciler) hem de Lordlar Kamarasında (kalıtsal veya devlete hizmet nedeniyle göreve gelen aristokratlar) bu ayrılık sürecinin ayrıntılarının tartışılması anlamına geliyordu. Her iki kamaranın üyelerinin çoğunluğu da ayrılmanın karşısındaydılar ve gerçek-ötesi siyasal söylemini alabildiğine eleştiriyorlardı. O zaman Britanya’da yine “volonté general (genel irade)” ile ulusal egemenliğin farklı tezahürlerinden hangisinin dikkate alınması gerektiği tartışmaları başladı ve halen de devam ediyor. Bu arada Britanya Parlamentosu da her iki kamarada bu süreci tartışmaya başladı. Parlamento, Başbakan ve Kabinesi’ne rağmen, Muhafazakar milletvekilleri ve Lordların da oylarıyla her aşamada temel kararları Britanya adına Başbakan’ın ve Bakanların değil Parlamento’nun vermesi gerektiğini yasama kararı haline getirdi. Böylece Britanya gayet sancılı, zorlu ve sonunda ağır olabilecek bir siyasal ve iktisadi bedel ödeyeceği bir yola girmiş oldu.

Gerçek-ötesi siyasetin Britanya örneğinde gösterdiği gibi anayasayı ve anayasal kurumları es geçerek, yok sayarak veya görmezden gelerek yapılanlarla temsili demokrasi yönetimi etkinleşmiyor, kolaylaşmıyor. Britanya anayasasına göre egemen Kraliçe’dir ama yönetme hakkı Britanya halkının elindedir; onun için egemenlik Parlamento’daki Kraliçe’nindir (Queen-in-Parliament). Halkın yönetimi, hakça ve özgürce yapılan seçimlerle tescil edilen temsilcileri eliyle gerçekleşir. Bu temsilciler heyetinin oluşturduğu Parlamento, (uygulamada seçilmiş alt – yasama organı olan Avam Kamarası), halkın yokluğunda halk olarak, halkın yetkileriyle özdeş yetkilere sahip olarak görev yapar. Kısaca ifade etmek gerekirse, halk özdeştir Parlamento.

Eğer bu özdeşlik bozulacak olursa, o zaman Parlamento’nun ve halkın yetkilerini ayrıntısıyla tanımlayan bir yazılı anayasaya gerek olacaktır. Oysa, ortada böyle bir anayasa bulunmuyor. AB’den çıktıktan sonra da bu tür bir anayasa yapmaya gerek kalmayacaktır.

Nitekim, 1975 yılında AB üyeliği konusunda İşçi Partisi bir referandum önerdiğinde, Muhafazakar Partiyi yönetme görevine yeni seçilmiş olan Margaret Thatcher, Parlamento’da yaptığı konuşmada, “referandumun diktatörler veya demagoglar elinde bir oyuncak” olduğunu ifade etmişti. Bu ifade orijinal olarak Thatcher’a ait de değil. İlk kez İşçi Partisi lideri Clement Attlee, 1940’larda İşçi Partisi’nin yaptığı millileştirmelerde ulusal referandum yapılsın diyen Muhafazakarlara verdiği yanıtta; Mart 1929 ve 1934’te Mussolini’nin Faşist Partisi’ni tek listede iktidara taşıyan referandumlarına, Temmuz ve Kasım 1933 ile Mart, Ağustos 1934, Mart 1936 ve Nisan 1938’de Hitler’in Nazi Partisince düzenlenen referandumlara atfen,  hukuki temelleri demokrasiye iyice oturtulmamış referendumların diktatörler veya demagogların elinde oyuncak olduğunu söylemişti.

Halkın iradesini temsil ettiğini söyleyen siyaset erbabının temsili demokrasi için bir tehdit olduğu en yerleşik demokrasilerin başında gelen Britanya’daki AB oylamasıyla bir kez daha görüldü. Britanya bugün temsili demokrasi olarak çok daha bölünmüş, kutuplaşmış ve dolayısıyla zor yönetilebilir hale geldi.

ABD Gerçek-ötesi Siyaset Örneği

ABD’ndeki gerçek-ötesi siyasetin başarısı da daha önce hiçbir kamusal yetki kullanmamış birisi olan Donald J. Trump’ı Başkan olarak iktidara getirmesinde görülüyor. Bu kez halkın iradesini temsil savı, bir referandum ile birleşerek temsili demokrasiye saldırıya dönüşmedi. Trump önseçim ve kurultay mücadelelerinden galip çıkarak Cumhuriyetçi Parti adayı, sonra da seçimi kazanarak Başkan oldu.

Seçim öncesi olan bitenler

Burada demokratik anayasa ve kurumsal çerçeve içinde kalınmış olmasına karşın, demokratik seçimlerin usulsüzlükler olmadan yapılıp yapılmadığı, bugün büyük bir adli soruşturma ve muhtemel Başkanlık azli süreci gölgesinde tartışılıyor. Gerçek-ötesi söylemin bulandırdığı zihniyet ortamını fırsat bilen Rusya’nın, Demokrat Parti’nin bilgisayarlarını korsanlıkla ele geçirip buradan elde ettiği e-postaları da kamuya duyurmuş olmasından şüphe ediliyor. Daha doğrusu e-postalar ortaya saçılmış olmakla birlikte bunu kimin yaptığı henüz hukuken tam belli değil; ancak Amerikan istihbarat teşkilatları oybirliğiyle Rusya’yı işaret ediyorlar. Bu e-postalardaki bilgilerin hem Hillary Clinton hem çevresindeki John Podesta, Huma Abedin gibi yardımcılarının eylemlerindeki usulsüzlük ve kayırma örneklerini ortaya döktüğü bir gerçek. Ayrıca, bu e-postalar Demokrat Parti Başkanı Senatör Debbie Wasserman-Schulz’un diğer Demokrat Parti başkan adayı Bernie Sanders aleyhinde çalıştığı ve taraf tuttuğunu da gösteriyor. Trump, bu bilgileri seçimlerde kullandığı gibi Rusya’nın başka bilgisayar korsanlıkları yaparak Clinton’ları hapsettirecek belgeleri de ortaya çıkarmasını isteyen beyanlarda bulundu. Ayrıca, aday Trump’ın Rusya ve Devlet Başkanı Putin hakkında son derece olumlu görüşler serdetmesi de Rusya’nın Trump’ın Başkanlığı’nı desteklediği gibi bir görüntü ortaya çıkarttı.[1] Başkan Trump seçildikten sonra Trump’ın seçim kampanyasını yönetenler ve aile efradının seçim yasalarına aykırı olarak Ruslarla temasa geçerek muhalifleri hakkında bilgi toplamaya gayret ettikleri de öğrenildi. Bu da özel yetkili bir soruşturmacı olarak seçilen eski FBI Başkanı Mueller başkanlığında bir soruşturmanın açılmasına neden oldu. Görüldüğü gibi demokratik süreçler işlemiş olmasına karşın Başkanlık seçimlerinin büyük yolsuzluklarla birlikte cereyan etmiş olması söz konusu.

Demokratların da sütten çıkmış ak kaşık olmamaları Donald J. Trump’ın gerçek-ötesi söylemini seçmen gözünde bir ölçüde meşrulaştırmasına yaramış olması muhtemel. Ahbap çavuş dayanışmasıyla ayrıcalıklı hayat yaşayan seçkinlerden oluşan bir zümre ve onun temsilcisi olan Hillary Clinton’a karşı gerçek veya makul olsun olmasın her söylenen geniş bir seçmen kitlesi nezdinde hoşa gitmişmiş gibi görünüyor. Trump’ın cesur bir şekilde, bu güçlü ve yoz seçkin zümrenin reddettiği fikirleri, görüşleri, iddiaları, gerçekle olan bağlantıları ne olursa olsun savunması ve değiştirmeyi vaad etmesi bir halk kahramanı olarak algılanmasına yaramış gibi duruyor.  Washington D.C.’nin yoz düzenine karşı çıkan bir aday olarak Trump’ın kendi geçmişi, statüsü, konumu göz ardı edilerek desteklenmesi ile hem Cumhuriyetçi başkan adayları hem de Demokrat Clinton’lar ekarte edilmiş gibi görünüyor.

Trump’ın Bir Yıllık İcraatı

Trump iktidara geçer geçmez halka verdiği, Meksika sınırına duvar yapıp parasını Meksika’dan almak gibi bazıları gerçekleşmesi pek zor olan, sözlerini yerine getirmek üzere harekete geçti ve bir kısmında da başarılı oldu.

Bir yıl zarfında bunlardan öncelikle vergi reformu konusunda seçim kampanyasında verdiği sözü yerine getirmek için Kongre’den yeterli siyasal desteği bulabildi. Obamacare diye bilinen daha önceki sağlık reformunu yürürlükten kaldırma girişimi pek bir başarı sağlamadı. Ancak ABD’nin, Paris İklim Antlaşmasından ve Çin hariç bazı Pasifik ülkeleri arasındaki Trans-Pasifik Ticaret Antlaşması’ndan (TTP) çekilmesi sözlerini gerçekleştirdi. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) antlaşmasını Kanada ve Meksika ile müzakerelere başlamasına karşın değiştiremedi. Obama’nın, ABD’ne sığınmış ailelerin ve orada büyümüş çocuklarının ülkelerine geri gönderilmesini erteleyen kararını, kampanyada sözünü verdiği gibi iptal etti. Bazı Müslüman ülkelerden gelen yabancılara vize verilmesini iptal ettiği gibi bazılarını da zorlaştırma kararı alarak göçmen karşıtlarına verdiği sözlerin bir kısmını yerine getirdi. Başta Utah’ta olmak üzere ulusal parklara ayrılan alanları daraltarak kampanyada söz verdiği gibi bunları imara açtı.

Amerikan ekonomisi 2017’de de 2016 ve öncesindeki birkaç yılda olduğu gibi büyümeye, yeni istihdam yaratarak işsizliğin daha da azalarak %4 civarına inmesine ve borsanın büyük bir ivmeyle yükselmesine sahne oldu. Makro ekonomik göstergeler Obama döneminde başlamış olan iyileşmenin sürdüğünü gösteriyor. Üstelik yıl sonunda yapılan vergi reformu da büyük şirketler ve zenginler tarafından büyük bir coşku ile karşılandı. Ancak, orta gelir gruplarının durumlarında fazla bir iyileşme olup olmayacağı halen tartışılırken, özellikle üniversitelerin vakfiyelerinden (endowment) vergi alınmaya başlanacak olmasının öğrenci bursları ve harçlarına olumsuz yansıyacağı görülüyor. Bu durumda daha fazla harç ve daha az burs olanağı olacağından özellikle ünlü üniversitelerde öğrenci okutacak ailelerin daha da zorlanacağı görüldü. Bu arada bazı korumacı önlemlere de başvuruldu, örneğin Kanada’dan ithal keresteye %20 vergi yükü getirmesine karşın Meksika, AB veya Çin’den ithal mallara herhangi bir vergi getirilmedi.

Trump ve Uluslararası ilişkiler

Trump, İran’la yapılan ABD’nin de taraf olduğu nükleer antlaşmanın ABD’nin çıkarlarına hizmet etmediğine dair Başkanlık bildirimini ABD Kongresine (yasama organına) Ekim 2017’de sundu. Üstelik bunun yakında tekrar yinelemesi bekleniyor.

Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den oraya taşınmasını sağlayacağını açıkladı. Bununla, Müslüman çoğunluğa sahip olan ülkelerde yarattığı kızgınlık ile oradaki liderlerin gösterdiği Amerika karşıtı tepkilerle BM oylamalarında ABD’nin büyük ölçüde destek kaybetmesine neden oldu. Buna cevaben de ABD’nin BM bütçesine olan katkısını azaltma kararı verdi.

Çin ve Rusya ile yakınlaşma girişimlerinde bulunmasına karşın, Rusya ile ilişkiler bir türlü düzelmedi. Çin’in, Trump yönetimi tarafından istenilen ölçüde Kuzey Kore üzerinde bir etki yapması da sağlanamadı. Üstelik Trump yönetimi, Trans-Pasifik Ticaret (TTP) antlaşmasından çekilerek bu sahayı da Çin’e bıraktığından Çin’in Doğu Asya üzerindeki gücü muazzam artmış oldu. Suudi Arabistan, Mısır ve müttefikleri ile büyük bir yakınlaşma içine giren Trump yönetimi, Katar’ın, teröristleri destekleyen ve İran’a arka çıkan bir konumda olduğu iddialarına da destek verdi. ABD’nin AB ile olan ilişkileri de karşılıklı açıklamalarla daha gergin bir konuma taşınırken, Britanya’nın gösterdiği yakınlaşma çabalarına karşın ilişkiler bir türlü düzgün bir yakınlaşma görüntüsüne kavuşamadı. Aşırı sağcı İslam düşmanı bir İngiliz politikacının açıklamaları ve video kayıtlarını Trump’ın re-tweet ederek yaptığı açıklamalar 2017’nin sonuna yaklaşılan dönemde bu iki ülke arasında adeta bir diplomatik bunalıma yol açtı.

Bu görüntüler ABD’nde gerçek-ötesi siyasetin gerçek esaslı siyasetten pek de farklı bir görüntü çizmediği gibi bir izlenim doğurmuş olabilir. Ancak gerçek-ötesi söylemle olan bağını kopartmamış olan Trump yönetimi hukuk, kültür, bilim, güvenlik ve özellikle ırklararası ilişkiler alanlarında ciddi sorunların üreticisi olmaya başladı.

Trump ve Irkçılık

Ağustos 2016’da Amerikan futbolu takımı San Francisco 49’ers’in oyuncularından Colin Kaepernick’in Amerikan Milli Marşı çalınırken oturması ilk önce göze batmamıştı. Ancak, zamanla müsabakalar hız kazanınca Marşı tek dizinin üzerinde dinlemeye başlamasıyla dikkat çekti ve sorulduğunda da eylemini ırk ayrımcılığını protesto etmek için yaptığını beyan etti. Bu eylem 2017 yılında daha yaygın bir hal aldığında Başkan Trump bu futbol takımlarının sahiplerinin bu konuda bir şeyler yapmaları ve bu futbolcuları kovmaları gerektiğini söylediğinde yeni bir boyut kazandı. Takım sahipleri futbolculara sahip çıktılar. Tribünlere seslenerek müsabakalara gidilmemesini tavsiye eden Başkan’a destek çıkanlarla protesto edenler artınca ABD siyasetinde yeni bir zıtlaşma ve gerginlik ortamı doğdu.  Ağustos 2017’de Charlottesville- Virginia’da Amerikan İç Savaşı’nda ayrılıkçı güney ordusunun komutanlarından birisinin heykelinin kaldırılmasını protesto eden, bu amaçla Nazi simgeleri kullanan, beyaz ırkçı bir toplantıya sahne oldu. Bu protestoya katılanları protesto eden çeşitli ırktan solcu grupların üzerine otomobilini süren bir ırkçı beyaz, bir genç kadını öldürdü. Bu olay üzerine açıklama yapan Başkan Trump tanıdığı bazı ırkçı beyazların çok iyi insanlar olduğunu söyledi. Bunun üzerine Amerika’da büyük ölçüde bir protesto dalgası yayıldı. ABD 2017 yılını, ırk ayrımcılığında yeni bir aşamaya ulaşarak, adeta Güney Afrika’nın apartheid uygulamasına benzer bir yere evriliyormuş gibi bir görüntü vererek kapattı. Özellikle göçmen ve Latin Amerikalılar aleyhindeki çıkışlarıyla dikkat çeken Trump derisi kahverengi ve siyah olanları aşağılayan, beyazları ve beyaz ırkçıları koruyan ve öven bir Başkan görüntüsü vermeye başladı. Bu da toplumdaki ırk bazlı ilişkilerdeki gerginliğin ve liberal (sol) ve muhafazakar (sağ) kesimler arasındaki husumetin daha da derinleşmesine yol açtı.

Trump ve Yargı

Bu arada verdiği kararları, özellikle Müslüman yolcuların ABD’ne girmesi konusundaki kararları, yargıya götürenlerin kazanması ve bu kararları basının eleştirmesi üzerine Başkan Trump hem yargıya, hem de bu kararları alabildiğince eleştiren basına karşı itibarsızlaştırma, tehdit ve sindirme hamlelerine girişti.

Daha önce iş adamıyken kurmuş olduğu ve başarısız olan Trump University davasına bakan Meksika asıllı bir yargıcı, adaylığı sırasında ırkçı bir söylemle reddetmesine rağmen davayı onun görmesini engelleyememişti.  Bununla başlayan süreç, Müslümanların ABD’ne girmesini engelleme davalarında kendisi aleyhinde karar veren yargıçları da içeren bir itibarsızlaştırma söylemiyle devam etti. Bu arada Yüce Mahkeme’de daha önce vefat etmiş olan Antonin Scalia’nın yerine Obama yönetiminin atama yapmasını Cumhuriyetçi çoğunlukla engellemiş olan Senato, bu kez oldukça muhafazakar bir yargıcı Trump’ın atamasına destek verdi. Başkan Trump, bu arada çok sayıda boş olan yargıç kadrosuna da aynı Senato çoğunluğu desteğiyle muhafazakar yargıçları atamaya başladı. Bu yargıçların bazılarının birinci sınıf hukuk öğrencisi düzeyinde bilgi sahibi olmadığı ortaya çıktığında istifa etmeleriyle, 2017’nin son günlerinde bu konu yeniden gündeme geldi. Bu süreç önümüzdeki on yıllar boyunca ABD’nde görülen din ve laiklik, ırk ve cinsiyet ayrımı/ayrımcılığı gibi konuları içeren davalarda bugüne kadar alınan kararların tersine çevrilerek uygulanmasıyla yeni bir kültürel siyaset mücadelesinin başlamasına vesile olacakmış gibi duruyor.

Trump ve Medya

Sosyal medyada özellikle Twitter’i çokça kullanan Başkan Trump kurumsal medya ve basından kendisini eleştirenlere de tıpkı yargıçlara olduğu gibi savaş açmış bulunuyor. Başta CNN, MSNBC, New York Times ve Washington Post olmak üzere, Fox TV ve onun çizgisinde olan basın ve yayın kuruluşları hariç hepsini sahte haber (fake news) yapan ve yayan kuruluşlar olarak damgalamış bulunuyor. Bunlar hakkında hemen her gün bir tweet atan Başkan Trump, zaman zaman bunlardan NBC gibi bazılarının lisanslarının da iptal edilmesi gerektiğini açıklıyor. Ancak, bu önermelerin Amerikan anayasasına eklenmiş maddelerden ilkine doğrudan doğruya aykırı olması sebebiyle hiçbir işleme tabi tutulamaması ABD siyasal sisteminin hala özgür bir hukuk devleti halinde çalışmasını sağlıyor.

Başkan’ın tweetleri son derecede büyük bir tartışma konusu olduğundan herkes bunlar hakkında bir ölçüde bilgiye artık sahip. Bu tweet’lerin içerikleri kadar içerdikleri kelimeler, cümle yapılarındaki sofistikasyon, “covfefe” gibi İngilizce’de mevcut olmayan bazı yeni kelimelerin yer alması da özellikle geniş ve partizan bir tartışma yaratmışa benziyor.

Başkan’ın, hem attığı bir tweet’le anlaşıldığı gibi rızai (consensual) kavramını bilmiyor hem birçok kadına rızaları dışında cinsel tacizde bulunmuş olduğunu da açıklaması dolayısıyla, özellikle kadınlardan gelen ağır istihza dolu tepkilere neden olduğu görünüyor. Kadınlar konusundaki Başkan Trump’ın mizojenik tutumu da ABD’nde kadınların güçlü erkekler tarafından çıkar sağlama suretiyle cinsel taciz ve tecavüz uygulamalarının ortaya çıkmasına ve Hollywood’dan Washington D.C.’ye kadar geniş bir coğrafyada tartışılmasına yol açmışa benziyor. Bunun sonucu olarak birçok güçlü ve zengin erkek mevki ve itibarını da kaybediyor. Başkan Trump hakkında yapılan suçlamalarda henüz bu derecede bir yol alınmadığını da söylemek gerekir. Ancak, Başkan Trump’tan daha fazlasını yapmamış olan birçok Senatör, Hollywood patronu gibi seçkinlerin istifa ettiği bir ortamda, Başkan’ın özellikle kadınlardan ciddi eleştiri alması da yadırganacak bir durum değil.

Başkan Trump’ın tweetleri ve diğer açıklamalarının gerçekle ilişkisini inceleyen sitelerin yayınlarında Başkan Trump’ın söylediklerinin çok azının gerçek olduğuna işaret ediliyor. Örneğin bunlardan en fazla izlenenlerden birisi olan Politifact sitesindeki karnesine göre Başkan Trump’ın söylediklerinin sadece %4’ü gerçek, %33’ü düzmece (false), %15’i kuyruklu yalan (false-pants-on-fire), diğer ifadeleri de çeşitli ölçülerde gerçek dışı. Bu durumda ABD Başkanları arasında kamunun en az onayladığı Başkanlardan birisinin de Donald J. Trump olması şaşırtıcı olmamalı. Yapılan bütün kamuoyu değerlendirmelerini alıp bunların ortalamasını rapor eden Real Clear Politics web sitesinin verilerine göre yemin ettiği günün bir gün sonrasında, 21 Ocak 2017’de %44 civarında seçmen tarafından onaylanan Başkan Trump, Ocak 2018 başında sadece %39 tarafından onaylanmaktadır. Aynı zaman zarfında onaylanmama oranıysa 21 Ocak 2017’de onaylanma oranıyla başabaş yani  %44 iken, Ocak 2018 başında %57’ye tırmanmış gibi duruyor (aynı kaynak).

Ancak bütün bunlardan daha vahim olanı, 5 Ocak 2018 tarihinde Politico’da Matthew Gertz tarafından yazılmış olan Trump ile Fox TV kanalı arasındaki ilişki (Trump – Fox Feed-back) konulu makalede ortaya atıldı; ciddi bilgi ve güvenlik zafiyeti sorgulamalarına yol açtı. Gertz makalesinde, 73 milyar dolar bütçeli bir istihbarat ağına sahip olan Başkan’ın buna itibar etmezken, sabahları iki saat yönetim saati (executive hour) olarak kendine ayırdığını, bu sürede önce Fox televizyonunda yayınlanan Fox & Friends şovunu izlediğini ve ondan sonra orada yayınlanan ve içeriği belirsiz bilgileri yansıtan tweet’ler attığını ileri sürüyor. Basına yön veren veya vermeye çalışan çok sayıda siyasi lider dünya sahnesinden geçmiştir, ancak kendi yanlısı medyayı izleyip ona göre kamuoyunu şekillendirmeye çalışanıyla ilk defa karşılaşıyoruz. Bu doğruysa, o zaman dünyanın en müthiş haberalma teşkilatlarının verdiği bilgileri süzüp onlara göre düşünen, mantıksal irdeleme yapan bir Başkan yerine, Fox televizyonundaki yanlı veya partizan anlatıma göre olayları ve siyasal gelişmeleri anlayan, onları izleyerek karar alan bir Başkan ABD’ni yönetiyor demek. Bu da dünya için potansiyel bir felaket anlamına geliyor. Bu gazetecileri denetleyen güç, ABD başkanını da etkisi altına alıp, ABD ve dünya siyasetine yön veriyor demektir. Kendi haberalma teşkilatına güvenmeyen bir yönetimle bugüne kadar yönetilmiş bir siyasal sistem mevcut olmadığından, bunun yol açabileceği felaketin mahiyetinin ne olabileceğini tahmin dahi edebilmek mümkün değil. Tabii bu savın doğru olup olmadığı ancak daha uzun bir sürede ve bilimsel araştırmalarla sınandığında kesinlik kazanacak.

Alternatif Olgu: Kendi Olgunu Kendin Yarat!

Nihayet, Başkan’ın yardımcıları ve sözcüleri aracılığı ile sürdürülen söylemlerin içeriğinin de gerçeklerle ilişkisi her zaman kurulamıyor. Böyle bir anda Başkan danışmanlarından Kellyanne Conway tarafından icat edilen alternatif olgu (alternate fact) kavramı da Başkan Trump’ın iktidarının ürettiği bir kelime olarak İngilizce’ye eklendi. Conway, Başkan’ın sözcüsü olan Sean Spicer’in gerçek dışı bir iddiasına onun bir alternatif olgu olduğunu söyleyerek yanıt vermesiyle, yalan anlamına gelen başka bir kavram doğmuş oldu. Aynı Conway’in kendisi de Müslümanlar’ın ABD’ne gelmesinin sakıncalarını anlatırken Bowling Green katliamı (massacre) diye bir olaya atıfta bulunmuş ve böyle bir şeyin hiç olmadığı ortaya çıktığında da bunun bir dil sürçmesi olduğunu iddia etmiştir (Washington Post, 6 Şubat 2017).

Beyaz Saray sözcüsü Spicer’in yaptığı hatalar sadece gerçeklerle bağlantısız açıklama olmakla kalmadı, aynı zamanda tarih bilgisinin hemen hemen hiç olmadığını da gösterdi. Sean Spicer 11 Nisan 2017’deki basın toplantısında Hitler’in Ikinci Dünya Savaşı’nda kimyasal silahlarla hiç kimseyi öldürmediğini iddia etti. Temerküz kampları sorulduğunda, Almanya’da soykırımı merkezleri (holocaust centers) olduğunu ama bunların Suriye’deki rejim kadar kötü olmadığını ima ederek mükemmel bir yahudi düşmanlığı (anti-Semitism) söylemi kullandı (New York Times, 11 Nisan 2017).  Suriye’de kullanılan sarin gazının Nazi Almanyası tarafından icat edilmesi bir yana, bu açıklamaların Yahudilerin dini bayramı olan hamursuz bayramına rast gelmesi de Amerikan basınında ayrı bir skandal olarak kabul edildi (The Atlantic, Nisan 2017). Bu listeyi daha da uzatmanın kolayca mümkün olduğu şüphe götürmüyor.

Gerçek-ötesi politikanın Pekişmiş Temsili Demokrasilerdeki Muhtemel Etkileri

Bu bir yıllık süreç sonunda ABD siyasal hayatında gerçek-ötesi politikanın etkileri neler oldu diye soracak olursak, yaptığı liderlik geniş kitleler tarafından desteklenmeyen, geniş kitlelerin güven duymadığı, Amerikan siyasal sistemindeki her temel kurumla sorunlar yaşayan, daha önce yapılan her uygulamaya, uzun mücadelelerden sonra elde edilmiş olan haklara ve uygulamalara ne ölçüde popüler olursa olsunlar fütursuzca saldıran bir yönetim ortaya çıktı diyebiliriz. Üstelik bu saldırıların bir kısmı bizzat Cumhuriyetçi Partili Senatör ve Kongre Üyeleri tarafından da tepkiyle karşılanan bir içerik kazandı.  “Önce Amerika” (America First) ve “Yeniden Büyük Amerika İnşa Edelim” (Make America Great Again-MAGA) sloganlarıyla gayet kaba bir milliyetçilik, beyaz ırk üstünlüğü ve ırkçılığa kayan bir yabancı düşmanlığı söylemi, kara,  kahverengi derili, Latin Amerikalı ve Müslüman karşıtlığına bürünmüş olarak göçmen politikasından dış ticaret ilişkilerine kadar her konuya yansımış durumda.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çoklu ekonomik ilişkilerle dünya iktisadına ve siyasetine yön vermeye çalışan bir ABD yerine, giderek kendi içine kapanan, serbest ticaret yerine hakça ticaret diye ikili antlaşmalar ve korumacılığın bir türüne yönelen bir ABD ortaya çıkıyor. Üstelik ABD bunu özellikle Çin’in müthiş bir hızla büyümekte olduğu ve kendisine yeni hayat sahaları çizmeye yönelerek Güney Çin Denizi,  Bhutan ve Nepal ile Hindistan, Senkaku/Diaoyu adaları dolayısıyla Japonya üzerinde genişleme eğilimine girdiği bir dönemde yapıyor. Bu arada Rusya’ya hem Orta Doğu’da hem Doğu Avrupa’da, Iran’a Afganistan’dan Lübnan ve Yemen’a kadar geniş bir manevra alanı açan ABD, bu coğrafyalarda da etkinliğini yitiriyor. Bu süreç bu içerikte devam edecek olursa Trump yönetimi ABD siyasal sisteminin çöküş devrini başlatan yönetim olarak anılmaya aday olacakmış gibi görülüyor. Bu gelişmelerin uzun dönemde ABD ile özellikle onun yerine göz dikebilecek olan Çin arasında nasıl bir ilişkiye yol açacağı ise şimdilik yanıtı bilinmeyen bir soru.

Ancak, bu dönemde ABD temsili demokrasi kurumlarından Kongre, Cumhuriyetçi Parti, yargı, kurumsal basın ve medya kuruluşları son derece etkili bir biçimde ABD Anayasası’nda kendilerine tanınan yetki ve kuvvetleri kullanmaya devam ediyorlar. Seçmenler ve özellikle kadınların son derecede etkili bir biçimde siyasetteki ağırlıklarını sürdürdükleri ve Trump yönetimine karşı güçlü bir mücadele verdikleri görülüyor. Özellikle, ABD Anayasası’nın temel değeri olan özgürlüğe geniş kitlelerin sahip çıkmaya devam ettiği de görülüyor. İfade özgürlüğü, basın – yayın özgürlüğü gibi hususlarda Trump yönetiminden gelen tepkiler henüz geniş bir seçmen çoğunluğu tarafından dikkate  alınmıyor. Bu yüzden Başkan Trump yönetiminin Demokrat Parti ile de anlaşıp yola devam etmek için pazarlıklar yapmak zorunda kalmaya başladığı görülüyor. Örneğin, 2017’de Başkan Trump borçlanma tavanını yükselterek hükümetin akim kalmamasını sağlamak için Cumhuriyetçi Partili Kongre üyelerini de hayretler içinde bırakan bir biçimde Demokratlarla anlaşmayı başardı. 700 – 800 bin civarı ABD’ne illegal olarak girmiş ama burada büyümüş  göçmenin geri gönderilmemesi için Demokratlarla pazarlık yaptığı da görülüyor.

İdeolojik derinliği veya bir ideolojiye bağlılığı zaten az olan Başkan Trump ve yakın destekçilerinin bu tür dönüşleri kolay yapması şaşırtıcı değil. Kendisinin ve onu destekleyenlerin en büyük hasımlarının toplandığı Davos’a Bill Clinton’dan beri gidecek olan ilk Başkan olacağı 8 Ocak 2018’de açıklanan Donald J. Trump’ın bu u-dönüşüne de dikkat etmek gerekir. Kongre yenileme seçimleri yılı olan 2018’de ve onu izleyen Başkanlık seçimi  öncesindeki iki yılda bu tür değişmeleri daha çok görmeyi bekleyebiliriz. Nitekim, ilk yılda (2017) yapılan Kongre’de boşalan sandalyeler için yapılan kısmi yenileme seçimleri Cumhuriyetçiler için hiç de iyi geçmedi. Örneğin, Cumhuriyetçiler Alabama’da 25 yıldır Demokratların kazanamadığı Senato seçimlerini ilk kez 2017’de, Başkan Trump’ın adaylarını desteklemesine karşın kaybetti. Cumhuriyetçi Parti’nin Senato’daki çoğunluğu sadece bir sandalyeye inmiş bulunuyor. Bu trend sürecek olursa, 2018 sonu itibarıyla Trump yönetiminin Demokrat çoğunluğu olan bir Senato ile çalışması da söz konusu olabilir. O zaman Başkan Trump’ın siyasetin gereği olarak mümkün olanı yapmak zorunda kalarak Demokratlarle daha da sık uzlaşmaya çalışması da kaçınılmaz olacaktır.

Temsili demokrasinin temel kurum ve kurallarına karşı savaşarak iktidara gelen ve “milli irade”yi temsil ettiğini savunan siyasal liderlerin temel dayanağı yandaşlarına dağıtabildikleri kaynak ve değerler oluyor. Demokrasi içerisinden bakmak için bir başka ABD Başkanı Abrahan Lincoln’un demokrasi tanımını kullanacak olursak, “halk için” yaptıklarını öne sürdükleri iyileştirmeleri bahane ederek, “halkın” ve “halk tarafından” (temsilcileri eliyle de olsa) yönetilmesini es geçmeyi tercih ediyorlar. Onun yerine “halk için” yaptıkları iktisadi yatırımları, istihdam artışını, sosyal hizmetlerdeki iyileştirmeleri v.b. öne sürerek demokrasiyi “halk için kendi yaptıkları” olarak takdim etmeye yöneliyorlar.

Yirminci yüzyıldaki tüm otoriter ve totaliter rejimler halkın iradesini temsil ettiklerini ve halk için çalıştıklarını iddia etmişlerdir. Kendileri yapmış olsun, daha önceki iktidarların yaptıklarının sonuçları olarak ortaya çıkmış olsun göze batan iktisadi yatırımlar ve başarıları ileri sürerek seçmenden referandumlarla destek alıp, demokratik kurumları ve anayasaları rafa kaldırmışlardır. Başkan Trump yönetimi de şimdi aynı söylemi kullanıyor: Ekonomi hiç görülmediği kadar büyümüş, işsizlik hiç görülmemiş bir biçimde azalmış, toplumda refah artmış, ABD yine büyük ve müreffeh olmaya başlamış, 2017 yılı içinde hiç bir can kaybı olan sivil uçak kazası olmamış diye propaganda yapıyor.

Çevrede yaşanan felaketler, iklimdeki değişiklikler, kadın haklarındaki gerileme tehdidi, siyahi ve kahverengi derililerin ayrımcılığa uğraması v.b. konularında halkın kendi duygu, düşünce ve şikayetlerini aktarmasını sahte haber olarak örselemek, bastırmak isteyen Trump yönetimi, ABD siyasal rejiminin kurumlarının gösterdiği tepki ve seçmenin de bunlara verdiği destekle temsili demokrasiyi aşındırmayı henüz  beceremedi. Oysa benzer bir söylemle iktidara yürüyen sağ otoriter Peron (Arjantin), veya sol otoriter Chavez (Venezuela) kendilerine aynı güçle direnen kurumlar ve seçmen kitlelerini karşılarında bulmadıkları için ülkelerindeki rejimin temsili demokrasi içeriğini, doğrudan demokrasi kisvesi altında otoriter bir rejime dönüştürmeyi kolayca becerdiler. Pekişmiş ABD ve Britanya demokrasilerinin farkı, kurumlarının  etkililiği, anayasalarının seçmen tarafından desteklenmesi ve özgürlüklerin değerini kavrayan, iyi örgütlenmiş geniş seçmen kitlelerinin gösterdiği duyarlı tepkiler olarak ortaya çıkıyor. Halk iradesi şarlatanlığına dayalı seçim zaferleriyle demagoglar, pekişmiş demokrasilerde fazla bir yol alma şansına sahip olamayacaklarmış gibi görünüyor.

Ancak, özellikle iktisadi yapının ve politikaların ürettiği sonuçları kullanarak temsili demokrasi kurumlarını aşındırmak suretiyle demokrasiyi sonlandırma tehdidinin pekişmiş demokrasilerde mevcut olamayacağı düşünülmemeli. ABD Yüce Mahkemesinin iz bırakan yargıçlarından olan Louis Brandeis’in ünlü öngörüsünün ne ölçüde doğru olduğunu bir kez daha yaşayarak göreceğiz:

“Bir demokrasiye sahip olabiliriz, yahut servetin az sayıda kişinin elinde toplandığı bir topluma sahip olabiliriz, ancak aynı zamanda her ikisine birden sahip olamayız.”

Özellikle gelir dağılımında olabildiğince eşitlik olmadan demokrasi sürdürülebilir mi? Aristo’nun Politika adlı yapıtında 2400 yıl önce sorduğu ve olanaksız olduğu yanıtını verdiği bu durumu şimdi ABD ve Britanya yaşıyor. Bu ülkelerin geldiği noktada referansı kendi uydurdukları gerçekler (yalan) olan siyasiler, referansı gerçek olgular (facts) olan siyasilerle çatışmaya başladılar. Bu kültürlerde yalan fevkalade ayıp, günah, hatta suç olarak genel kabul edilirken, şimdi çok geniş bir kitle yalana itibar eden bir partizanlık gösterisi içinde. Eğer seçmenin büyük kısmı yalana itibar ederse, yalanı referans alan politikacılar, gerçeği referans alanları yok edeceği gibi, temsili demokrasiyi de ortadan kaldıracaklardır. Ancak, bütün bu iktisadi ve siyasal olumsuzluklara karşın pekişmiş demokrasilerde temsili demokrasi kurumları şimdilik demokrasiyi korumaya devam ediyor.

Aristo ve Brandeis’in öngörülerinin, pekişmişlik derecesi ne olursa olsun, her demokrasi seviyesi için geçerli olup olmadığını ancak zaman gösterecek.

Yazan: Ersin Kalaycıoğlu
Sabancı Üniversitesi, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
Bilim Akademisi Üyesi

Bu yazının kompozisyonu sırasında yaptıkları önerilerden dolayı Prof. Dr. Ali Çarkoğlu, Koç Üniversitesi ve Prof. Dr. Yorgo Pasadeos, Alabama Üniversitesi’ne teşekkür ederim. Doğal olarak, yazının içeriğinin sorumluluğu tamamen yazara aittir.

[1] Rusya’nın Trump’ı desteklediğine dair bir kanıt yok; pek mantıklı da görünmüyor. Putin iyi bir stratejist olarak olsa olsa Amerikan demokrasisinin işleyişini zorlaştırarak, onun da yolsuzluklar içinde yüzdüğünü göstererek itibar kaybetmesini sağlayarak, gerek iç siyaset gerek de dünyanın gözünde Rusya’daki kendi rejimi için daha az sorunlu bir görüntü çizmeyi hedeflemiş olabilir. Putin’in Rusyası sanki “bakın demokrasinin beşiği  Britanya’ya, ABD’ye onlarda da yolsuzluk, usulsüzlük, kayırma, rüşvet, hile almış yürümüş, bu sadece Rusya’da değil, en iyi demokrasilerde bile böyle, biz yapınca neden sorun olsun” der gibidir. Basite indirgersek Putin’in stratejisi Amerika ve Britanya demokrasilerinin işleyen kurum ve aksamını kırmak ve bozmak amacıyla ona müdahaleden ibaretmiş gibi görünüyor. Bu stratejide hedef şu veya bu adayın kazanması değil, Britanya veya ABD’nin doğru dürüst seçim yapamadıklarını, demokratik kurumların işlemediğini, iyi ve temiz bir biçimde yönetilemediklerini göstermekten  ibaretmiş gibi görünüyor. Uzun erimde de bu strateji, Avrupa ve Amerika’nın iç siyasal mücadelelerinin artarak yönetilemez hale gelmesini sağlamak gibi bir amaca hizmet ediyor olabilir.