Avrupa Birliği’nde Merkeze Yaklaşan Sağ Popülizm

Almanya için Alternatif Partisi (AfD)'nin adayı Alice Weidel ve "Mit zu Deutschland - Almanya'ya Cesaret" sloganı

Avrupa Birliği kamuoyunu olduğu kadar Amerika Birleşik Devletleri gibi pek çok ülke kamuoyunu son yıllarda belki de en çok meşgul eden ve hatta kaygılandıran konuların başında sağ popülizm konusu geliyor. Amerika’da 2010’lu yılların başlarında büyük tartışmalara yol açan Sarah Palin yönetimindeki muhafazakar Çay Partisi (Tea Party)’nin kullandığı sağ milliyetçi söylemin devamı niteliğindeki Donald Trump’ın söylemi, ABD’yi dünyanın geri kalanından uzaklaştırırken bildiğimiz tarzda milliyetçi bir üsluba sahip. Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunda ortaya çıkan sağ popülist hareketler ise, özellikle İslam ve mülteci karşıtı söylemler kullanarak, milliyetçi unsurlardan ziyade kültürel tarzda Hristiyanlık anlayışını benimseyen uygarlıkçı bir içerikle, adeta kültürel ve dini açıdan farklı olan “ötekilere”, yani göçmenlere ve mültecilere karşı şovenist bir yaklaşım sergiliyorlar.

Bu yazıda özellikle yanıt bulmaya çalışacağım soru, günümüzün sağ popülist partileri, geçmişteki öncülleri gibi “aşırı sağ partiler” şeklinde mi, yoksa tabanlarını genişletmek suretiyle giderek siyasetin merkezine yerleşen “catch-all” (her seçmene erişmeyi hedefleyen) partiler şeklinde mi tanımlamak gerekir. Sorumuzun yanıtı eğer ikinci şık ise, bu partileri geçmişteki öncüllerinden ayıran unsurlar nelerdir sorusu, yazının ilerleyen kısımlarında yanıt bulacak asıl soru olacaktır.

Bu sorulara yanıt ararken, bir yandan mevcut popülizm literatüründen diğer yandan da hali hazırda yürüttüğümüz bir bilimsel araştırma projesinin sonuçlarından faydalanacağım. CoHERE: Eleştirel Miras başlıklı Ufuk 2020 Projesi kapsamında, Almanya (Dresden), Fransa (Toulon), Hollanda (Rotterdam), İtalya (Roma) ve Yunanistan (Atina) şeklinde beş AB ülkesinde, sağ popülist partilerin kaleleri şeklinde niteleyebileceğimiz şehirlerde, bu partilerin taraftarlarıyla Mart-Mayıs 2017 tarih aralığında 100 kadar derinlemesine görüşme gerçekleştirildi ve bu görüşmeler analiz edildi.

Alan çalışmasında da açıkça ortaya çıktığı üzere, günümüzün sağ popülist hareketleri, son yılların küresel finansal krizinin ve mülteci krizinin tetiklediği ve aslında otuz yılı aşkın bir süredir cemaatleri, kimlikleri, kültürel ve dinsel olanı ön plana çıkaran neoliberalizm ve küreselleşme süreçlerinin yol açtığı, sosyoekonomik ve politik güvensizliğin ve istikrarsızlığın bir sonucu olarak okunması gerekiyor.[1] Dolayısıyla, sağ popülizm var olan sorunların nedeni olarak değil, aksine birkaç on yıldır neoliberal ekonomi-politiğin hakim olduğu merkez siyasetin çözüm bulamadığı eşitsizlik, işsizlik, adaletsizlik, sanayisizleşme, otomasyon, üretimde robotikleşme, belirsizlik ve yabancılaşma gibi yapısal sorunların sonucu olarak tanımlanmalı.

Almanya için Altenatif Partisi’nin (AfD) yabancı ve İslam düşmanlığını ortaya çıkaran posterleri.

Almanya’da Eylül 2017’de yapılan genel seçimlerde ülke genelinde % 20 üzerinde ve eski Doğu Almanya eyaletlerinin bazılarında ise % 40’a varan oy alan Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Fransa’da Marine Le Pen yönetimindeki Milliyetçi Cephe,  İngiltere’de BREXIT’in mimarı olan Bağımsızlık Partisi, Macaristan’daki Viktor Orban’ın yönettiği iktidardaki Macar Yurttaş Partisi (Fidesz) ve ırkçı Jobbik Partisi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Finlandiya’da Gerçek Finliler Hareketi, Hollanda’da Özgürlük Partisi, İsveç Demokratları Partisi, Danimarka’da Halk Partisi, Belçika’da Flaman Bloğu, Norveç’te İlerleme Partisi, İtalya’da Lega Nord ve hatta Beş Yıldız Hareketi (M5S) ve Yunanistan’da Altın Şafak Partisi gibi pek çok sağ popülist  hareketin mevcut ekonomik krizden ve mülteci krizinden de beslenmek suretiyle giderek güçlendiğini görüyoruz. Hatta bu partiler gerek yerel, ulusal ve gerekse Avrupa Birliği Parlamentosu’nda kendilerine yer buluyorlar.

Hiç şüphesiz, Avrupa’da sağ popülizm konusu bugüne özgü bir konu değil. Geçmişe bakıldığında Avrupa ve Latin Amerika gibi coğrafyalarda Nazizm, Faşizm, Francoizm gibi ideolojilerin neden olduğu toplumsal ve siyasal sorunlar hatırlanabilir. Bugün de, Pegida, Front National, AfD, Fidesz, Jobbik, İsveç Demokratları ve benzeri siyasal ve toplumsal hareketler gündeme geldiğinde bu hareketlerin karşısında yer alan partiler ve toplumsal gruplar, ister istemez tarihin ve toplumsal belleğin kendilerine sağladığı perspektiflerle yaklaşıyorlar ve tabii ki korkuyorlar. Bu korkularında haklı olmakla birlikte, ana akım siyasal partilerin ve pek çok farklı sivil toplum örgütünün altını kalın çizgilerle çizdiği söz konusu korkuların bazı önemli yapısal sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların üstünü örtme ihtimali de olduğunu unutmamakta fayda olacaktır.

Geçmişin Aşırı Sağ Partileri ve Günümüzün Sağ Popülist Partileri

Geçmişteki aşırı sağ hareketler ile bugünün sağ popülist hareketlerini birbirinden ayırmak gerekiyor. 1990lı yıllara kadar Avrupa ülkelerinde gördüğümüz aşırı sağ toplumsal hareketler ve siyasal partiler, mevcut siyasal sisteme karşıt gelen özellikler gösterirken daha çok milliyetçi ve bazı durumlarda da çok yerel unsurların altını çizerlerdi. Geçmişteki Alman NPD (Ulusal Almanya Partisi), REP (Cumhuriyetçiler), Fransa’da baba Jean-Marie Le Pen’in liderliğindeki FN (Milliyetçi Cephe Partisi), İtalya’daki Lega Nord (Kuzey Ligi Partisi), Avusturya’daki FP (Özgürlük Partisi), Hollanda’daki Pim Fortuyn hareketi ve Belçika’daki Vlaams Blok (Flaman Bloğu) gibi hareketler, kendi uzantıları gibi görünen bugünün sağ popülist partilerinden çok büyük farklılıklar gösterir. Geçmişin bu tür hareketlerinin ve partilerin iktidarı hedeflemediklerini ve daha çok ırkçı, bağnaz, yabancı düşmanı ve yerel-milliyetçi söylemlerden öteye gidemediklerini hatırlamakta fayda var.

Bugün durum çok farklı. Söz konusu sağ popülist partilerin çoğunluğu artık  ırkçı, yabancı düşmanı, İslamofobik, göçmen karşıtı bir söylem kullanmakla yetinmiyorlar. Bu tür partiler, oylarını artırabilmek, farklı toplumsal gruplara erişebilmek ve iktidara talip olabilmek için, mevcut küresel sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların altında ezilen grupların taleplerine karşılık verecek nitelikte daha çok katmanlı söylemler üretmeye özen gösteriyorlar. Bu hareketler, sanayisizleşme süreçlerinin işsizleştirdiği geçmişin yerleşik işçi sınıfını, yoksulları, işsizleri yani küreselleşmenin kaybedenlerini etkilemeyi başarıyorlar. Bunu da işsizlerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak ve neoliberalizmin neredeyse işlevsiz hale getirdiği refah devleti politikalarını yeniden hatırlatmak suretiyle yapabiliyorlar.

Marine Le Pen (Milliyetçi Cephe), seçim kampanyasında herkesi kucaklayan bir tablo çiziyor.

Geçmişin ırkçı siyasal partileri de bu tür yoksul toplumsal grupları etkilemeye çalışmıştı ve kısmen de başarılı olmuşlardı. Ancak bugünün sağ popülist partileri sadece ırkçılık ideolojisini benimseyerek ve sosyo-ekonomik-siyasal anlamda küreselleşmenin kaybedenleri olarak nitelendirilen en alttakilerle sınırlı bir destekçi kitlesiyle yetinmiyorlar. Bu tür partilerin giderek geçmişte kendi öncüllerine pek rağbet etmeyen orta ve orta üst sınıf kitleler ile birlikte kadınların ve eşcinsel grupların da desteğini almakta başarı sergiledikleri görülüyor. Bu desteği sağlarken, özellikle sağ popülist partilerin Batılı insanın hayat tarzını tehdit eden toplumsal, kültürel ve uygarlıksal nitelikli istikrarsızlıkların altını özenle çiziyorlar.. Bu olayların bazıları El Kaide ve İŞİD radikal İslamcı grupların neden olduğu bilinen 11 Eylül, Londra, Madrid bombalama eylemleri, Charlie Hebdo ve Reyna saldırısı gibi terör eylemleri ile birlikte 2016 Yılbaşı akşamı Köln ve Hamburg’da mültecilerin neden olduğu dile getirilen cinsel taciz olayları.

Almanya’da AfD’nin eş yöneticilerinden Alice Weidel kamusal alanda cinsel kimliğini açıkça ifade ediyor.  Hollanda’da Wilders özellikle LGBTI üyelerine yönelik olumlu siyasal söylemler kullanıyor. Kendi yaşam tarzlarının radikal dini görüşler tarafından tehdit edildiğini gören bazı toplumsal grupların bu tür sağ popülist oluşumlara destek verdikleri görülüyor.

Öte yandan Marine Le Pen’in cizdiği Katolik Fransa halkı ve kadın olmanın beraberinde getirdiği gündelik hayatın zorlukları gibi vurgular, kadınları belli ölçüde sağ popülizme çekebildi. Bu çerçevede, özellikle popülist hareketleri değerlendirirken literatürde “femonationalism” (feminist milliyetçilik) ve “homonationalism” (homoseksüel milliyetçiliği) gibi kavramların da türetildiğini hatırlatmakta fayda olacaktır.

Başka bir örnek vermek gerekirse, Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi’nin programında sürekli altını çizdiği “Anavatan-Din-Aile” vurgusuna değinebiliriz. Yine diğer ülkelerde olduğu gibi muhafazakâr değerlerin ön plana çıkarılması ve  küreselleşmenin, insan hareketliliğinin, neo-liberalizmin aşındırdığına inanılan geleneksel değerlerin hatırlatılması suretiyle yoksulların dışında farklı toplumsal grupların da bu tür sağ popülist partileri desteklenmeleri sağlandı.

Marine Le Pen 2017 seçim sloganı “Choisir La France – Fransa’yı seçin

Öte yandan, geçmişin aşırı sağ partileri başta ırkçılık ideolojisi olmak üzere ayrılıkçı ve çatışmacı bir takım perspektifleri geliştiren seçkinler tarafından yönetilirdi. Bu nedenle bu tür partilerin elit karşıtı bir söylem kullanmaları pek söz konusu değildi. Bugün ise, hemen her sağ popülist partinin elit (seçkin) karşıtı net bir söylem geliştirdiklerini söylemek mümkün.  Bu söylem, mevcut siyasal partileri geçmişte halka rağmen elitist bir yaklaşımla ülkelerini yönettikleri iddiasıyla eleştiriyor ve Avrupa Birliği bütünleşme sürecinde neredeyse işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik, mülteci krizi, finansal kriz gibi yaşanan bütün yapısal sorunların sorumlusu olarak Brüksel’deki AB komisyonu temsilcilerini gösteriyor. Söylem hep aynı: yerli halkın taleplerine karşı elitin önceliklerinin her daim kazandığı iddiası. Bu iddiada gerçek payı olmakla birlikte hiç şüphesiz gerçeklik o kadar basit olmamalı.

Biliyoruz ki, popülizme destek veren AB vatandaşları, AB Entegrasyon sürecinin yol açtığı “farklılıkların birlikteliği” (unity in diversity), “Schengen sınırları içerisinde serbest insan hareketliliği” (mobility) gibi kazanımları pek de önemsemiyorlar. Çünkü bu insanların çok büyük bir bölümü zaten kendi yerel veya ulusal sınırları dışına reel veya sembolik anlamda çok da çıkmamış insanlar. Bu insanların mobilite karşıtı olmaları veya kültürel anlamda görece dar ve homojen dünyalarını tehdit eden göç hareketlerinden, radikal İslami hareketlerden ve en önemlisi iş ve eğitim imkanı bulamadıkları için kendi köylerini, kasabalarını ve kentlerini terk edip metropolitan şehirlere giden çocuklarının boşalttığı dünyalarından rahatsız olmaları kaçınılmaz.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım nedenlerle artık Avrupa’nın mevcut siyasal ve toplumsal ikliminde giderek kök salan sağ popülist partileri, geçmişteki benzer siyasal parti deneyimlerimizden yola çıkarak “aşırı sağ” olarak tanımlamaya devam etmenin sakıncaları olacaktır. Mutlaka, bu tür partilerin aşırı oldukları yanlar vardır, özellikle İslam ve göçmenler gibi konularda takındıkları tavır göz önünde bulundurulduğunda. Ancak, bu tür partiler aynı zamanda merkez sağ partilerin, hatta sol ve çevreci partilerin altını çizdikleri sorunsalları da işlediklerinden ve programlarına koyduklarından giderek siyasetin merkezine taşınıyor ve öncülleri olan aşırı sağ partilerin sınırlı milliyetçi ve kültürelist söylemlerinden uzaklaşıyorlar.

Fransa’da Toulon şehrinde Mart-Mayıs 2017 aralığında FN seçmenleriyle gerçekleştirdiğimiz mülakatlardan birinde elli yaşındaki işsiz Sandrine’in söyledikleri biraz olsun bu farklılaşmaya ışık tutuyor: “Biz burada domates yetiştirebiliyorsak, neden o kadar karbon ayak izi bırakarak domatesi başka ülkelerden ithal etmek zorunda kalıyoruz?”

Çevreci ögeler içeren bu ve benzeri müdahaleleri Almanya’nın Dresden, İtalya’nın Roma, Hollanda’nın Rotterdam ve Yunanistan’ın Atina kentlerinde yaşayan sağ popülist parti seçmenleriyle yaptığımız 100 kadar derinlemesine mülakatta görme fırsatımız oldu.

Liberalizmi ve muhafazakarlığı aynı anda içinde barındıran günümüzün egemen ideolojisi olan neoliberalizmin yol açtığı sanayisizleşmeyle, diğer bir deyişle sanayileşmenin son otuz yılda giderek işgücünün ve üretim faktörlerinin daha ucuz olduğu çevre ülkelere ve doğuya kaymasıyla, birlikte işlerini kaybeden niteliksiz yüzbinlerce insanın tecrübe ettiği kronik işsizlik hali mülakatlarda sürekli dile getirildi.  Almanya’nın Dresden kentinde, iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana sosyo-ekonomik ve siyasal beklentileri karşılanamayan, son yıllarda çok zenginleşen ülkelerinde hak ettikleri payı alamadıklarını düşünen, işsizlik ve eğitim imkanlarının sınırlı olması nedeniyle çocuklarının Münih ve Berlin gibi büyük kentlere gidiyor olmalarını izlemekten başka bir şey yapamayan ve yaş ortalaması Almanya geneline göre 4-5 yaş daha fazla olan insanların sistem karşıtı bir siyasal parti olan ve giderek merkeze taşınan AfD gibi sağ bir popülist partiye oy vermeleri daha kolay anlaşılabilir.

Sonuç: Yaşananları geçmişin penceresinden değil bugünün yapısal sorunları üzerinden okuyalım

Bu yazıda ifade etmeye çalıştığım ana tema, günümüzde AB ülkelerinde ve daha pek çok yerde tecrübe edilen sağ popülist hareketlerin ve partilerin geçmişteki öncülleri olan aşırı sağ, ırkçı, milliyetçi ve yabancı düşmanı partilerden çok farklı olduklarıdır. Bu hareketler, giderek siyasetin merkezine taşınan ve literatürde “catch-all party” olarak nitelendirilen, yani her seçmene erişmeyi hedefleyen partiler haline geldiler. Geçmişte bir lider kültü etrafında mobilize olan aşırı sağ partilerden farklı olarak, dar yerel motiflerle süslenen milliyetçi söylemleri bırakıp geliştirdikleri uygarlıkçı söylemleriyle, refah devletine vurgu yapan parti programlarıyla, çevreci unsurlar içeren politika önerileriyle, yaşam tarzlarının tehdit edildiğini düşünen orta-sınıf ve orta-üst sınıfların, kadınların, LGBTI üyelerinin desteğini almayı hedefleyen yaklaşımlarıyla, liderin önemli olmadığını ve önemli olanın “elit” değil de “halk” olduğunu vurgulayan ve kulağa hoş gelen popülist söylemleriyle, gaf yapmaktan korkmayan, küfürlü konuşmaktan rahatsız olmayan, seslendikleri kitlelerle aralarına geleneksel kurumların girmesine izin vermeyen ve bunu da demokratikleşme olarak savunan parti yöneticileriyle aslında daha farklı bir elit modeli geliştiren bu sağ popülist hareketler demokrasileri tehdit etmeye devam ediyorlar.

Dünyayı siyah ve beyaz şeklinde basit ikilikler üzerinden okuyan, küreselleşmenin karmakarışık ve savunmasız hale getirdiği gündelik hayatlarındaki sorunlara ve tehditlere basit cevaplar arayan ve bu cevapları da popülist bir stil ve iletişim stratejisi kullanan liderlerin sözlerinde bulan kalabalıklar, öyle görünüyor ki, farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması, insanların, hizmetlerin ve ürünlerin serbest hareketliliği, çokkültürlülük, liberalizm, uluslararası ticaret ve işbirliği gibi konularla pek ilgilenmek istemiyorlar. Öyle görünüyor ki, yaşadıkları mevcut problemlerin asıl sorumlusu olarak merkezdeki siyasal partileri, devlet aktörlerini, siyasetin ve ekonominin seçkinlerini ve son olarak da onların sözüm ona homojen kültürel yaşam dünyalarını farklılıklarıyla tehdit eden mültecileri ve Müslümanları gören bu kitleler, sistem karşıtı söylem geliştiren ve sorunlara çok basit yanıtlar bulan liderleri ve partileri, yani sağ popülizmi tercih ediyorlar.

Son olarak, yıkıcı olma özelliği gösteren ve zaten giderek çözülen toplumsalı daha da zayıflatan bu tür hareketlerin beslediği sağ popülist partilerin analizini doğru yapmak gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Bu tür siyasal oluşumları eğer, geçmişin Nazizm, Faşizm gibi korkularını canlandıran patolojik özneler veya nesneler olarak görürsek, yanılgıya düşeceğimiz kanaatindeyim. Almanya’da AfD’nin Eylül 2017 ayında düzenlenen genel seçimlerde gösterdiği başarı, merkezdeki seçmenler ve partiler tarafından geçmişteki korkularla paralel olarak yorumlandı. Burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü bu partilerin asıl ortaya çıkma nedenlerinin yaklaşık otuz yıldan bu yana neoliberal bir çizgide siyaset yapan ve iktidarda bulunan ana-akım siyasal partilerin ev ödevlerini layıkıyla yapmamış olmalarının bir sonucu olarak ortaya çıktıklarını, dolayısıyla neoliberal ekonomi-politiğin bir sonucu oldukları gerçeğini unutmamak gerekiyor. Yükselen sağ popülizmi anlamaya ve onunla mücadele etmeye çalışırken büyük ölçüde geçmişin korkularını hatırlayarak bu partilerle baş etmeye çalışmak sadece mevcut merkez siyasal partilerin kendilerini sorgulamaksızın yollarına devam etmelerine neden olacaktır. Dolayısıyla, asıl sorunun merkez siyasette ve neoliberal ekonomi-politik içinde olduğunun altını çizerek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.

Ayhan Kaya

Bilim Akademisi Üyesi
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Avrupa Birliği Enstitüsü Müdürü
Jean Monnet Mükemmeliyet Merkezi

 

[1] CoHERE adlı Ufuk 2020 araştırma projesi hakkında ayrıntılı bilgi ve proje kapsamında bugüne kadar yayınlanan makaleler için bkz., http://research.ncl.ac.uk/cohere/ ve http://cohere-ca.ncl.ac.uk/#/grid .

 

Fotoğraflar: Shutterstock