Ana Sayfa Blog

Covid-19 Karşılaştırmalı grafikler

Sağlık Bakanlığı’nın açıklanmış tüm verilerine ve hem Türkiye hem dünya verilerinin kapsamlı bir analizine turcovid19.com adresinden ulaşabilirsiniz.  Bu sayfadaki grafik de Turcovid19 ekibi tarafından Sarkaç için hazırlandı.  

Grafiğin yüklenmesi gerçek zamanlı veri akışı nedeniyle 15-20 saniye kadar sürebilir.  

Günlük Türkiye verilerini buradan indirebilirsiniz: .xlsx / .csv

Yukarıdaki grafikte Türkiye‘deki günlük vaka/hasta* ve günlük vefat sayıları görülüyor. Kalın çizgiler 7 günlük ortalamayı ince çizgiler günlük değerleri gösteriyor.

  • Grafiğin üzerinde gezinerek belli bir gündeki değerler görüntülenebilir.
  • 7 günlük ortalama, bakılan gün ile öncesindeki 6 günün ortalama değeridir.
  • Vaka ve hasta sayıları sol dikey eksende, vefat sayıları sağ diken eksende gösteriliyor. Vaka sayıları 25 Kasım’da açıklanmaya başladı.

*Günlük vaka/hasta ne demek?

28 Temmuz 2020’ye kadar vaka sayısı olarak adlandırılan bu sayılar 29 Temmuz’dan itibaren hasta sayısı olarak adlandırılmaya başlandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 30 Eylül 2020’de yaptığı basın açıklamasında “hasta sayısının PCR testi pozitif çıkmasına rağmen belirti göstermeyen kişileri kapsamadığını” belirtti. Tam metin için tıklayınız

Sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojileri günlük hayatın parçası olacak mı?

Bilim Akademisi üyesi Hakan Ürey ile gerçekleştirdiğimiz “Meraklısına Bilim” programında metaverse, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojilerinin günümüzdeki durumunu ve 2024’ün başında piyasaya sürülen Apple Vision Pro’yu konuştuk. Hakan Ürey optik, fotonik, display teknolojileri ve mikroelektromekanik sistemler (MEMS) alanlarında önemli katkıları olan bir araştırmacı. 2013’te gelecek nesil giyilebilir ve 3B ekran teknolojiler geliştirme çalışmaları için Avrupa Araştırma Konseyi ERC tarafından verilen prestijli ileri seviye araştırma ödülünü de aldı. Hakan Ürey 2001’den beri Koç Üniversitesi öğretim üyesidir.

Moderatör: Müsemma Sabancıoğlu, (sarkac.org).

Türkiye’de enflasyon: TÜİK ve İTO verileri karşılaştırma

Bu metin 2 Şubat 2023′te Kamil Yılmaz’la yaptığımız söyleşiden uyarlanmış ve ilk olarak 3 Şubat 2023’te yayınlanmıştır.  TÜİK ve İTO enflasyon verilerini paylaştığında grafikleri ve yayın tarihini güncelliyoruz. Grafikler 4 Nisan 2024’de güncellenmiştir. 

Hayat pahalılığını nasıl ölçüyoruz? Fiyat endeksi nedir?

Hayat pahalılığın zaman içinde nasıl değiştiğini ölçmek için tüketim alışkanlıklarını ve değişen fiyatları dikkate alan tüketici fiyat endeksini kullanıyoruz. Her ayın 3’ünde TÜİK tarafından yayınlanan Tüketici Fiyat Endeksi’ni (TÜFE) hane halklarının “tüketim sepetinde” bulunan bütün ürün ve hizmetlerin fiyatlarının ağırlıklandırılmış ortalaması olarak düşünebiliriz. Tabii hepimizin tüketim sepeti aynı değil, fakat hayat pahalılığının zaman içinde nasıl değiştiğini görmek istiyorsak bir ortalama sepet kullanmamız gerekli.

TÜİK, her sene tüketici eğilimi anketi düzenliyor ve bu ankette 1000 TL’miz varsa bu parayı hangi ürüne ve hizmete harcadığımız soruluyor.  Buradan hangi ürün ve hizmetin ne kadar tüketildiğini gösteren ağırlıklar hesaplanıyor. TÜİK, her 12 aylık dönem için bu ağırlıkları kullanıyor, her sene ağırlıklar değişiyor, yeniden hesaplanıyor. Sepetteki ürün ve hizmetlerin fiyatları, ağırlıklarla çarpılarak toplandığında sepet fiyatı bulunuyor. 2023 için ağırlıklar 3 Şubat 2023’de duyuruldu.[1]TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655

Örnek olarak 2010, 2016 ve 2022 için genel kategorilerin ağırlıklarını aşağıda tabloda görebiliriz. 

Farklı yıllarda ağırlıklarda değişimler olabiliyor. Gıda ve alkolsüz içecekler tüketim sepetimizin yaklaşık dörtte birini oluşturuyor; konutla ilgili harcamalar 2010’dan 2022’ye %17’den %14’e düşmüş, ulaştırmanın ağırlığı artmış.  Bu bütün Türkiye için ortalama bir sepet fakat TÜİK bölgeler için de bunları hesaplıyor, bölgeler için farklı sepetler kullanıyor. Hatta farklı gelir grupları için de ayrı sepetler bulmamız mümkün. Orada da şunu görüyoruz daha düşük gelir gruplarında örneğin gıda ve alkolsüz içecekler gibi temel ihtiyaçların tüketim oranları daha yüksek oluyor, eğlence, kültür, otel ve restoran gibi harcamaların ağırlığı ise daha düşük oluyor. Dolayısıyla zengin ve yoksulun enflasyonu aynı değil. Ancak düzenli olarak yayınlanan TÜFE, farklı gelir grupları ve coğrafi bölgeler için ortalama bir endeks.

Yukarıdaki tablo her bir kategorinin enflasyona katkısını da gösteriyor, örneğin 2010’de enflasyon %6,4 iken gıda ve alkolsüz içeceklerin enflasyona katkısı %1,8’miş, 2022’ye geldiğimizde enflasyon %64,3 ve gıda ve alkolsüz içeceklerin katkısı %16,3 olmuş. Tablonun sağ tarafına baktığımızda da gıdanın, konut harcamalarının ve ulaştırmanın enflasyona katkısının en yüksek olduğunu görebiliriz. 

Endeks nasıl hesaplanır? Kahvaltı sepeti örneği

Endeks nasıl hesaplanır konusunda biraz daha ayrıntıya girelim.

Tüketim sepetindeki ağırlıklar her yılın başında güncelleniyor ve TÜİK’in websitesinde duyuruluyor.[2]2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655  Nisan 2022’ye kadar sepetteki her ürünün fiyatları da duyuruluyordu, dolayısıyla hesaplara katılan fiyatları biliyorduk, Nisan 2022’den bu yana fiyatların ayrıntılı dökümü paylaşılmıyor. 

TÜFE’nin nasıl hesaplandığını daha net anlatabilmek için bir örnek kahvaltı sepeti kullanalım. Bu sepette sadece dört ürün, ekmek, peynir, yumurta ve zeytin olduğunu düşünelim ve ağırlıkların ekmek için %10, beyaz peynir için %45, yumurta için %20 ve zeytin için %25 olduğunu varsayalım. 

Tabloda TÜİK’in websitesinden alınmış ürün fiyatlarını kullanarak Ocak 2021 – Nisan 2022 döneminde kahvaltı sepetimizin her ay değişen fiyat endeksini hesaplayabiliriz.

2020’nin aralık ayında kahvaltı sepet fiyatı = 7,01 TL * %10 + 30,62 TL * %45 + 0.94 TL* %20 + 26,81 TL* %25 = 21,37 TL

Sepet ağırlıklarının aynı kaldığı varsayımı altında yukarıdaki işlemi diğer aylar için de yaptığımız zaman tabloda Sepet Fiyatı yazan sütundaki değerlere ulaşırız.  Aralık 2020 fiyatınının 100’e eşit olduğu varsayımı altında, Endeks sütunundaki “Kahvaltı Fiyat Endeksi”ne ulaşırız.

Verilere daha yakından bakarsak, Ocak 2021’de peynir ve yumurtanın fiyatı düşmüş ekmek ve zeytinin fiyatı yükselmiş;  ağırlıklarla birlikte hesaplandığından kahvaltı sepetinin ortalama fiyatı düşmüş. Endeks de baz fiyatla oranladığımızda 95,71 olarak hesaplanıyor. Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.  Bunu bütün aylar için yapabiliyoruz.

Tablonun en sağında da kahvaltı sepeti için aylık enflasyon oranı hesaplanmış. “Enflasyon oranı” dediğimizde endeksteki aydan aya değişim oranından bahsediyoruz. Kahvaltı sepeti aylık enflasyonu örneğin Ocak 2021’de -%4,3 oluyor.

TÜİK’in Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) 

Ocak 2005’ten Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE).

Tabii TÜİK’in yaptığı hesapta binlerce ürün var. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bu ürünlerin o seneki ağırlıkları ve güncel fiyatları kullanılarak hesaplanıyor. 

Yukarıdaki grafikte TÜFE 2003’te 100 seviyesinde. 2005 Ocak’ta 114 olan endeks 2022’nin Aralık ayında 1128 civarında, 2023 Ocak ayında ise 1203 olmuş. Yani ortalama bir tüketici sepeti fiyatının, 2022 sonunda 2005’teki fiyatının 10 katına ulaştığını söyleyebiliriz.

TÜİK’in TÜFE endeksinin aydan aya değişim hızı bize aylık enflasyon oranını veriyor.  TÜİK’in 2005 öncesi yayınladığı verileri de kullanarak Ocak 2000’den Ekim 2023’e kadar hesapladığımız aylık enflasyon oranı aşağıdaki grafikte görülüyor.

Ocak 2005’ten Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre aylık enflasyon %

2000-2003  arasındaki yüksek enflasyon döneminden sonra 2004’ten 2017’ye kadar uzun bir dönem enflasyon %-2 ile %2 arasında dalgalanmış; 2018 Ağustos’undaki Rahip Brunson krizinde kurdaki artışın ardından fiyatlar dalgalanmış fakat yine kontrol altına alınmış. 2021 Eylül’ünden sonra ise 2001 krizinin bile üzerine çıkacak şekilde aylık enflasyonun bazı aylarda %10’un da üzerinde gerçekleştiğini görüyoruz.

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler

Aylık enflasyonda mevsimsel etkiler de var. 2004 ve 2007 arasındaki dört yılı aldığımız ve aylık enflasyonun yıl boyunca değişimine baktığımızda bu etkileri görüyoruz.

Ocak ve Aralık aylarında aylık enflasyon düşük gerçekleşiyor çünkü bu aylar indirim ayları, özellikle tekstil ve giyimde indirimler oluyor. Şubat’tan Mayıs’a kadar yüksek seyrediyor, kış aylarında gıda fiyatları yükseliyor. Hazirandan itibaren ve yaz aylarında özellikle meyve sebze bol olduğundan enflasyon görece düşük oluyor, sonbahara geldiğimizde okulların açılması ve kış mevsimine girilmesiyle yeniden bir yükselme var.

Bu mevsimselliği tipik olarak aylık enflasyon oranlarında görebiliyoruz, 2019-2022 aralığına baktığımızda işler değişiyor. 2018 ve 2019’da da öncesinde olduğu gibi aylık enflasyon %2’nin üzerine çıkmıyor, fakat Eylül 2021’den itibaren enflasyon %2’nin üzerine çıkıyor, ve Aralık 2021’de %9’u buluyor. Ocak 2022 ise %13’ün üzerinde aylık enflasyonla başlıyor. Bu da farklı bir döneme, yani bir yüksek enflasyon dönemine girdiğimizi gösteriyor.

Burada dikkat çeken başka bir şey daha var: Nisan 2022’den itibaren bir düşüş olduğunu görüyoruz; bu düşüş gerçek bir düşüş mü, diğer endekslerde de benzer bir düşüş var mı bu konuda ciddi tartışmalar var.

Bu arada Nisan 2022’den beri TÜİK daha önce yayınladığı iki tür veriyi yayınlamayı bıraktı. Birincisi biraz önce bahsettiğimiz enflasyon sepetindeki ürün ve hizmetlerin ayrıntılı fiyatları, diğeri de bölgesel veriler. Tabii bu da herkesin aklına TÜİK neden bu verileri yayınlamayı bıraktı sorusunu getiriyor.

12 aylık enflasyon uzun vadeli eğilimleri görmemizi sağlıyor

Aylık enflasyonda doğal olarak gerçekleşen dalgalanmalar var ve bu yüzden daha uzun vadeli değişim eğilimini görmek zor. Bu nedenle 12 aylık enflasyona bakıyoruz. Örneğin Ocak 2023’teki 12 aylık enflasyon değeri, Ocak 2023’teki fiyatların Ocak 2022’ye göre değişimini; Mart 2022’teki 12 aylık enflasyon değeri de Mart 2021’e göre olan değişimi dikkate alıyor. 

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK’e göre 12 aylık enflasyon %

12 aylık enflasyon oranının 2000’den bu yana değişimine baktığımızda şunu görüyoruz. 2001 krizi sonrasında enflasyonu kontrol altına almış, normal makroekonomik dengeleri sağlamış bir ülke olarak yaklaşık 14 yıl, hatta 2018deki Rahip Brunson krizini de saymazsak 17 yıl yaşadıktan sonra bir anda yüksek enflasyon dönemine girmişiz. Bunun nedeni de iktisatçıların sıklıkla dile getirdiği gibi Merkez Bankası’nın ve hükümetin uygulamış olduğu düşük faiz politikası. Düşük faiz politikasının yarattığı Türk lirasından kaçış ve bundan dolayı döviz kurundaki artış (Türk parasının değer kaybetmesi) enflasyonu doğrudan tetikledi. Enflasyonu düşürmek için zorunlu olan makroekonomik politikaların uygulanmaması hanelerin ve şirketlerin enflasyon beklentilerinin de yüksek seyretmesine yol açıyor ve üreticiler ürünlerine zam yapmaktan geri durmuyor. 

İTO ve TÜİK enflasyon değerlerinin karşılaştırması

İstanbul Ticaret Odası 1996’dan bu yana İstanbul için “Çalışanlar Geçinme Endeksi” yayınlıyor.[3]İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel Bu TÜFE’yle karşılaştırılabilen bir endeks. Aşağıdaki grafiklerin birincisinde  2000’den bu yana bu iki endekse göre hesaplanan 12 aylık enflasyon değerlerini ve ikincisinde bunlar arasındaki farkı görüyoruz. 

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre 12 aylık enflasyon oranı %

2000lerin başındaki yüksek enflasyon dönemi de dahil olmak üzere iki enflasyon değeri arasındaki fark en fazla %4-5 civarında gerçekleşmiş.  Fakat ne hikmetse Nisan 2022’den sonra İTO ve TÜİK değerleri birbirinden anlamlı şekilde ayrıştı.  İTO’nun 12 aylık enflasyon değeri Ekim 2022’de yaklaşık %115’leri bulduğunda aynı değer TÜFE’ye göre %85’te kaldı; arada 30 puanlık bir farktan bahsediyoruz.

Ocak 2000’den Mart 2024’e kadar TÜİK ve İTO’ya göre olan 12 aylık enflasyon oranlarının farkı %

TÜİK Nisan 2022 öncesinde hem ülke geneli için hem de 26 bölge için enflasyon verilerini yayınlıyordu; ayrıca aylık olarak ürün ve hizmetler bazında da fiyatları paylaşıyordu. Tanımı itibariyle TÜFE, tüketici sepetindeki bütün ürün ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı ortalaması olması sebebiyle, endeksteki artışa en çok hangi ürün ve hizmetlerin katkı yaptığına bakabiliyorduk.  Benzer şekilde ülke geneli için yayınlanan TÜFE’nin 26 bölge için ayrı ayrı hesaplanan endekslerin ortalaması olması gerekir.  Böylece, geçmişte ürün-hizmet ve bölge bazındaki enflasyon verileriyle ülke geneli için hesaplanan enflasyon verilerini karşılaştırabiliyorduk. Artık bunu yapamıyoruz. Bu verilerin yayınlanmaması ciddi bir soru işareti oluşturuyor.

Bu arada Nisan 2022’den sonra  TÜİK’in tüketici enflasyonu verileriyle İTO’nun verileri arasında büyük bir ayrışma olması da içimizdeki şüpheyi arttırıyor. Biz artık devletimizin en önemli kurumlarından biri olan TÜİK’in bize doğru bilgiyi vermemek gibi bir tercihi mi var diye soruyoruz. Enflasyon verilerine güvenemiyorsak o zaman büyüme verilerine ne kadar güvenebiliriz. Reel büyümeyi bulabilmek için fiyatları doğru hesaplamamız lazım. Tüketici fiyatları yanlış hesaplanıyorsa, toplam üretimin de yanlış olma ihtimali artacak ve o zaman resmi verilere ve dolayısıyla kurumlara güven azalacak.

TÜİK ve İTO Ağustos 2023’ten bu yana birbirine oldukça yakın aylık enflasyon oranları açıkladılar, dolayısıyla iki kurumun ilan ettiği 12 aylık enflasyon değerleri arasındaki farkta olumlu değerlendirebileceğimiz bir düşüş var.

İTO ile TÜİK’in enflasyon değerlerini karşılaştırıyoruz çünkü bu verilerin 20 yıllık geçmişi var ve 20 yıllık geçmişte bu iki kurumun ilan ettiği değerler elele gidiyor, ayrışma Nisan 2022’de başlıyor. Bir ayrışma olduğunda bunu sorgulamamız gerekli.

Söyleşi kaydının tamamı:

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Ocak 2023- Haber bülteni, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
2 2023 için kullanılacak değerler 3 Şubat’ta Tüketici Fiyat Endeksi haber bülteniyle birlikte açıklandı. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ocak-2023-49655
3 İstanbul Ticaret Odası İstatistik Verileri, https://bilgibankasi.ito.org.tr/tr/istatistik-verileri/genel

Bu Ay Gökyüzü: Nisan 2024

1 Nisan saat 22.00, 15 Nisan saat 21.00, 30 Nisan saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Nisan ayında hava karardıktan sonra yüzümüzü kuzeye dönersek, Büyük Ayı Takımyıldızı’nın neredeyse tepeye yakın konumlandığını görebiliriz. Yıl boyunca Kutupyıldızı’nın çevresinde dolanıyor görünen Büyük Ayı, yılın bu zamanı gökyüzündeki en yüksek konumuna ulaşır. Büyük Ayı’nın aksine, gökyüzünün dikkat çekici takımyıldızlarından biri olan Kraliçe’yse ufkun hemen üzerinde yer alır. Kraliçe’yi W harfine benzeyen şekli sayesinde tanımak kolaydır. Ancak bu sıralar görebilmek için ufku kapatan herhangi bir engel bulunmaması gerekir.

Sağımıza, yani doğuya doğru dönersek tam karşımızda yaz gökyüzünün en parlak yıldızı olan Arkturus’u görebiliriz. Arkturus aynı zamanda Çoban Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıdır. Çoban Takımyıldızı, bu sıralar yana yatık bir şekilde duran bir dondurma külahına benzetilebilir. Bu şekli sayesinde takımyıldızı gökyüzünde bulmak zor değildir.

Arkturus’un sağında, güneydoğu ufku üzerinde görünen parlak beyaz yıldız Başak Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı Spika’dır. Spika’nın sağında yer alan Karga Takımyıldızı’nı, belirgin dörtgen şekli sayesinde tanımak kolaydır.

Güneye döndüğümüzde kış ya da yaz aylarındaki gibi zengin bir gökyüzüyle karşılaşmayız. Yukarı doğru bakarsak en yüksek konumuna ulaşmış olan Aslan Takımyıldızı’nı görebiliriz. Aslan, gökyüzünde tanıması en kolay takımyıldızlardan biridir.

NOT: Bahsi geçen takımyıldızları bulmak için başlıktaki gökyüzü haritasından da faydalanabilirsiniz. Gökyüzü haritasına nasıl bakmalıyım?

Batıya döndüğümüzde kış gökyüzünün neredeyse tüm zenginliğiyle karşılaşırız. Solumuzda, yani güneybatı ufku üzerinde tüm gökyüzünün en parlak yıldızı Spika yani Akyıldız yer alır. Gökyüzünün en görkemli takımyıldızı olan Orion’u tam karşımızda, batı-güneybatı ufku üzerinde görebiliriz. Sirius, Betelgöz ve Prokyon’un oluşturduğu Kış Üçgeni, bu bölgedeki en belirgin şekillerden biridir. Orion’un sağında yer alan turuncu renkli yıldız Aldebaran ve onun sağ üzerinde yer alan beyaz yıldız Kapella, bu bölgede en çok dikkati çeken yıldızlar arasındadır.

Geceyarısına doğru, kuzeydoğu ufku üzerinde yaz gökyüzünün simgesi olan Vega ve onun solunda Deneb belirir. Bu iki yıldız Altair ile birlikte Yaz Üçgeni’nin köşelerini oluştururlar.

8 Nisan Tam Güneş Tutulması

Ülkemizden izlenemeyecek olan bu tutulma Pasifik Okyanusu’ndan başlayarak Meksika ve ABD’nin doğusundan ve Kanada’nın doğu ucundan geçerek Atlas Okyanusu’na uzanan bir hat üzerinde ilerleyecek. Tutulma tam tutulma hattı dışında, Alaska dışında Kuzey Amerika’nın tamamından, Avrupa’nın kuzeyinden ve batısından ve Güney Amerika’nın kuzeyinin çok küçük bir bölümünden parçalı tutulma olarak görülecek.

Lir Göktaşı Yağmuru

Lir Göktaşı yağmuru 22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan gece en yüksek etkinliğine ulaşacak. Lir Göktaşı Yağmuru’nun en yüksek etkinliğine ulaştığı sırada ideal gözlem koşullarında saatte ortalama 20 kadar meteor gözlemlenebilir. Bu yıl Lir Göktaşı Yağmuru sırasında Ay neredeyse tüm parlaklığıyla gökyüzünde yer alacak. Bu nedenle görülebilecek göktaşı sayısının çok daha az olması bekleniyor.

Nisan’da Gezegenler

Merkür ayın ilk günler akşam gökyüzünde. Ancak 3 ya da 4 Nisan’dan sonra Güneş’in ışığında kaybolacak. İlk günler gezegeni görmek isteyenler, günbatımından kısa bir süre sonra Jüpiter ile ufkun arasına bakabilirler. Ancak bunun için ufkun açık ve havanın temiz olması gerekiyor. Gezegeni bir dürbünle bulmak daha kolay olacaktır. Gezegen ayın ortalarına doğru sabah gökyüzüne geçecek ancak ay sonuna kadar ufuktan görülebilecek kadar yükselmeyecek.

Venüs sabah gökyüzünde, gündoğumundan hemen önce doğu-güneydoğu ufkunun hemen üzerinden doğuyor. Güneş’e çok yakın konumda olan gezegen bu ay ve önümüzdeki birkaç ay görülemeyecek. Gezegen Haziran’da akşam gökyüzüne geçecek ancak akşam alacakaranlığından kurtulacak kadar yükselmesi Ekim ayını bulacak.

Mars sabah gökyüzünde. Sabahları hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğundan gezegeni görmek için çok az bir süre var. Ayrıca parlaklığı da düşük olduğundan Mars’ı seçmek zor. Gezegen yavaş yavaş yükseliyor ve Mayıs’ta alacakaranlıktan kurtulacak ve özellikle Haziran’dan itibaren sabah gökyüzünde kolayca görülebilecek.

Jüpiter Ay’dan sonra akşam gökyüzündeki en parlak, en dikkat çekici gökcismi. Gezegen ayın başında hava karardığında batı ufku üzerinde yer alıyor. Bu sırada gezegen Güneş battıktan yaklaşık bir saat sonra batıyor. Ayın ortalarına geldiğimizdeyse Jüpiter havanın kararmasıyla birlikte batıyor. Bundan sonra, özellikle de ay sonunda gezegeni akşam alacakaranlığında görmek zor olacak. Jüpiter’i yeniden akşam gökyüzünde görebilmek için sonbaharı beklemek gerekecek.

Satürn sabah gökyüzünde. Ayın başlarında hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğu için gökyüzünde bulunması zor olabilir. Ancak günler ilerledikçe, gezegen daha erken doğacak ve ayın ortalarında alacakaranlıktan kurtulacak. 10 ve 11 Nisan sabahları Satürn ve Mars çok yakın konumda olacaklar.

Hazırlayan: Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi

Bu Ay Gökyüzü” içeriğinden oluşturduğumuz Gökyüzü Gözlem Rehberi‘ne


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız


Frans de Waal’in ardından – Hayvan zekâsını anlayan araştırmacı

Maymunlarda adalet duygusu üzerine bir araştırmayı gösteren bu videoda yan yana iki kafeste birer kapuçin maymunu var. Yaptıkları basit bir iş karşılığında araştırmacı onlara bir parça salatalık veriyor. Sıkıcı bir iş yapıyorlar, bir yerden aldıklarını araştırmacıya uzatıyorlar, ama sıkılmadan yapıyorlar, salatalık alıyor olmaktan da memnunlar. Derken araştırmacı soldakine salatalık vermeyi sürdürürken sağdaki maymuna üzüm veriyor. Bunu gören soldaki maymun yine işi yapıyor ama ona tekrar salatalık verildiğini görünce salatalığı araştırmacıya geri fırlatıyor. Sağdaki yine aynı işi yapıyor, üzüm alıyor, soldaki yapıyor ona salatalık veriliyor. Bunun üzerine sol taraftaki maymun kafesi sallıyor, duygusal tepkiler gösteriyor. 

Kaynak: Wikipedia

Maymunlarda adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi gösteren ve milyonlarca kez izlenen bu video Frans de Waal’in TED konuşmalarından birinden. De Waal hayvanlara dair görüşlerimizi kökten değiştiren, evrimin farklı hayvanlara farklı zihin becerileri kazandırıp bunları insan odaklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin yanlışlığını gösteren bir bilim insanı. 1948’de Hollanda’da doğan Frans de Waal 14 Mart 2024’de ABD’nin Georgia eyaletinde vefat etti. Bir süredir mide kanseriydi ve yakında yayınlanacak olan son kitabını yazıyordu. Aralarında Türkçe’de de yayımlanan  “Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduklarını Anlayacak Kadar Zeki Miyiz?” ve “Bonobo ve Ateist” kitaplarının olduğu 15’ten fazla kitap yayımladı.[1]Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.  

Frans de Waal en son Atlanta’da Emory Üniversitesi’ne bağlı Yerkes Ulusal Primat Araştırmaları Merkezinde yöneticilik yapıyordu.[2]Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi. Öğrenciliğinden beri insanlara evrimsel olarak en yakın ilişkili olan primatlarla ilgiliydi. Bonobo, kapuçin maymunları, goril ve şempanzelerle olan araştırmalarını okurken, de Waal’ın bu hayvanlara dair sıcak duygularını hissetmek mümkün. Facebook sayfasına son olarak 9 Şubat 2024 tarihinde kafasındaki yapraklarla yeşilliklerin arasından çıkmış bir hipopotam resmi koyup Salata Hipopotamı” yazan de Waal, dünyaya, özellikle de hayvanların dünyasına ilgiyle, şaşkınlıkla, merakla, dostça yaklaşıp öğrenmeye çalışan bir araştırmacıydı. İnsanların diğer hayvanlardan ayrı tutulmasına karşı çıkan ve insan duygularının sadece onlara özgü olmadığını savunan de Waal empati, ahlâk, adalet, paylaşma, yardımlaşma ve güç mücadelesi gibi kavramların insanlarla diğer hayvanlar arasında bir devamlılık gösterdiğini ve evrim sürecinde ortaya çıkmış olduğunu savundu. Dünyanın önemli bilim insanlarından ve düşünürlerinden biyolog, psikolog, etolog, primatolog Frans de Waal’in düşüncelerini anlamak için kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Frans de Waal’ın kitaplarından bazılarının Türkiye’deki yayıncısı Metis Kitap.
2 Frans de Waal’in başında olduğu merkez: Yaşayan Bağlantılar Merkezinin web sitesi.

Umut veren malzemeler: MOF’lar

Seda Keskin Avcı’yla yaptığımız Meraklısına Bilim söyleşiside dünyayı bekleyen sorunlar için umut olan yeni bir tür malzemeyi konuştuk. Bu malzemeler nanoboyutta kafes gibi gözeneklere sahip ve bu yapıları sayesinde birçok farklı işlevleri var. Örneğin iklim krizine yol açan karbondioksiti yakalayıp dönüştürülmesine olanak sağlayabilecekleri düşünülüyor. Ayrıca gaz depolama, ayırma işlemleri dışında enerji ve tıp uygulamaları gibi başka birçok olası uygulaması da var. Bu malzemelere İngilizce Metal Organic Framework’ün kısaltması olarak MOF deniyor.

Seda Keskin Avcı, MOFlar üzerine süren araştırmalara önemli katkılar sunan bir araştırmacı. Koç Üniversitesi Kimya ve Biyoloji Mühendisliği bölümü öğretim üyesi. BAGEP de dahil olmak üzere birçok ödül sahibi. Bu ödüllerin en önemlilerinden ikisi bilim dünyasında ERC fonları olarak bilinen Avrupa Araştırma Konseyi fonları. Avcı, Türkiye’de bu fonu mühendislik alanında alan ilk kadın, 2017’deki bu ilk ERC üzerine geçen sene ikinci bir ERC fonuna daha layık görüldü.

Moderatör: Defne Üçer Şaylan (sarkac.org)

Akademide kadın olmak

6-9 Mart 2024 tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilen XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi’nde (KLİMİK 2024), Bilim Akademisi Başkanı Canan Atılgan tarafından sunulan “Akademi’de Kadın Olmak” konuşmasından derlenen bu metin, Sarkaç okuyucusu için gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Kadınların yaşam, emek ve akademi mücadelesinin ele alındığı, Atılgan’ın konuşmacı olarak katıldığı oturum 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününda düzenlenmiş ve oturumun başkanlığını Prof. Dr. Serap Şimşek-Yavuz’ üstlenmiştir.

Bilim Akademisi’ne başkanlık yapmanın en eşsiz yanı, farklı alanlarda hocalarla mesai yapma fırsatı bulmam oldu. Özellikle üyemiz de olan Önder Ergönül’ün Bilim Akademisinin tüm etkinliklerine verdiği katkı, yeni fikirlerle bizleri tetiklemesi sayesinde yeni alanlarda dolaşma cesaretimi daha da toparladım. Bugün biraz da onun sayesinde karşınızdayım.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren kadınların hayatın her alanına ortak olması için yürütülen çabalar Atatürk’ün ve kurucu kadroların en büyük, en kalıcı eserlerinden biri. Kadınların her kesimden destek alan norm yapıcı gücünün yanına hiçbir örgütlü çaba yanaşamıyor bile.[1]Bertil Emrah Oder, “İstanbul Sözleşmesi sonrası ne yapacağız?” Sarkaç, 7 Temmuz 2021. Modern Türkiye Cumhuriyeti kurucularını burada bu uzak görüşlülükleriyle de saygıyla anıyorum.

Bugün sizlerle “Akademide Kadın Olmak” ile ilgili aklımı kurcalayan birkaç konuyu paylaşmak istiyorum. Yanıtlardan çok sorular olacak muhtemelen, ama bir yerden başlamak lazım tabii… 

Önce biraz kendimi tanıtmak, neden burada olduğumu aktarmak isterim. Akademik hayatıma kimya mühendisliğinde başladım, zamanla kendimi protein dinamiği çalışırken buldum. Son yıllarda antibiyotik direnciyle ilgili temel bilim araştırmaları yapıyoruz, hesaplamalı bilimleri kullanıyoruz ağırlıkla, ve deneysel çalışan ekiplerle işbirliği yapıyoruz. Öte yandan akademik yöneticilik deneyimlerim de oldu. Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesinin ilk kadın dekanı olarak görev aldım. 2021’den bu yana da Bilim Akademisi’nin başkanlığını yürütmekteyim.

“Infectious Diseases and Clinical Microbiology” dergisi Mart 2024 sayısı kapağı. Zaruhi Kavalcıyan ve Safiye Ali, iki kadın doktorlar.

Bilim Akademisi bir kitap yayımladı; 100. yıl nedeniyle giriştiğimiz bir projenin ürünü oldu “Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”. Sizin de bugün Türkiye’nin ilk kadın hekimlerini IDCM’in kapağına aldığınızı gördüm; gurur duydum. Biz de araştırdıkça kurucu dönemde akademide payı olan birçok kadınla tanıştık. Bu kadınların hikâyelerini anlatmak istedik – birer eş, evlat, anne olma hikâyelerini değil, akademisyen kimliklerini merkeze alarak ve hangi yollardan geçtiklerini anlayarak anlatmayı seçtik. Araştırırken koşullarımız, Cumhuriyet’in birinci nesil akademisyenlerinden olmalarıydı fakat akademide bulunmaları ve iyi birer hoca olmaları yetmiyordu. Akademik literatüre önemli katkılar vermiş olmaları da bizim için önemli bir kıstastı. Ortaya çıkan kadın akademisyenlerin sayısı tahminlerimizin ötesinde çoktu. Bunun için de daha da zor bir yola girmiş, sahada çalışan kadınlara odaklandık.

Bilim Akademisi Yayınlarının kitabı “Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”  Satış adresi

Cumhuriyet döneminde akademide kadınlar hangi konumdan nereye geldiler, nereye gidiyorlar?

“Sahada” kitabında bir mimarımız (Leman Cevat Tomsu), üç jeoloğumuz (Atıfe Dizer, Cazibe Sayar, Nuriye Pınar Erdem), bir eczacımız (Asuman Baytop) var. Kitapta yer verilen isimlerin neredeyse yarısı. Dünyada kadınlarla daha bir eş koşut düşünülen sosyal bilimlere göre, Türkiye’de kadınlar bilim ve teknoloji alanlarında epey daha fazla varlık gösteriyorlar. Ancak alt alanlara girdiğinizde bazı dalların kadınlara daha açık olduğunu görüyoruz. Bunun tıpta da karşılığı var sanırım; sizler daha iyi değerlendirirsiniz elbette, ama infeksiyon böyle bir alt alan galiba. Bu kongrede yer alanlara, yapılan sunumlara baktığımda enfeksiyon alanında kadın sayısının da az olmadığını anlıyorum. 15 Mart 2024’te gerçekleşecek Akademide Kadınlar panelimizde bu konulara daha ayrıntılı yer vereceğiz. 

Tabii unutmamalı ki ülkemizde kadınların akademik hayatta yer alması Cumhuriyet’le başlamadı. “Kadınların Üniversitede 100 Yılı – İnas Darülfünunu / Kadın Üniversitesi 1914 -1919” sergisinde bu kadınların bir kısmından ve akademideki başka birçok ‘ilk’ olan kadından söz ediliyor, hikâyeleri su yüzüne çıkıyor.[2]İstanbul Kadın Müzesi ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Türkiye’de kadınların üniversiteye girişi hakkını elde etmelerinin 100. yılında düzenlenen “Kadınların Üniversite’de 100 Yılı – İnas Darülfünunu 1914-1919” başlıklı, 2014 tarihli açılan sergi. İlgili Sarkaç yazısı: https://sarkac.org/2018/03/kadin-universitesi-sergisi/ Bu su yüzüne çıkmak meselesi de ilginç ve sadece bilime özgü değil. Geçen ay yurt dışında bir sergi gezerken Germaine Richier adlı bir heykeltraş kadının eserine rastladım. Şöyle bitiyordu tanıtım kartı:

1937 Paris Dünya Fuarı’na katılmasına ve 1956’da Paris’teki Ulusal Modern Sanat Müzesi’nde prestijli bir sergi açmasına rağmen Richier’nin kariyeri, kendi kuşağından pek çok kadın gibi 1959’daki ölümünden sonra, çok az hatırlandı.

Sonuç itibariyle günümüze geldiğimizde, ülkemizde kadın akademisyen sayısının halen dünya ortalamalarının üzerinde oluğunu görüyoruz. Ancak karar verici pozisyonlara baktığımızda, cam tavan sendromu maalesef akademide de çok yaygın. Ben bu durumun acilen tersine çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum – evrimsel değil, devrimsel bir süreçle yapılması gerekiyor ve bunun için de sıra dışı yöntemlere başvurmak caiz.

Akademide kadın hassasiyeti olan birçok erkek var artık günümüzde, “yavaş yavaş olur” da diyebilirsiniz. O yüzden kadınların karar alıcılar olarak akademik ortamlarda neden ve nasıl fark yarattığını düşündüğümü açıklamama izin verin.

Ben erkek düşünme ve çalışma tarzının hâkim olduğu akademik ortamın yönetiminde kadınların deneyimleriyle yer almasını çok önemsiyorum. Şu anki durumda kadınlara genellikle yardımcı veya kurtarıcı rolleri biçilmekte. Kendi üniversitemde 2016 ve 2018’de iki kez rektörlük makamı farklı nedenlerle, beklenmedik bir şekilde ve zamanından önce boşaldı. Yeni lider arayışına girilen dönemlerden geçmek zorunda kaldık ve her ikisinde de iki farklı kadın, arama süreci tamamlanana kadar üniversiteyi korumak için rektör vekili atandı; durumu kurtarmak için görevlendirildiler de diyebiliriz. Bu süreçlerin sonunda üniversite, askıya alınan kararları alabileceğine güvenilen erkek rektörün ellerine teslim edildi.

Kendi kurumlarınızda muhtemelen gözlemliyor olabileceğiniz üzere rektör yardımcılığı, dekan yardımcılığı gibi pozisyonlara artık düzenli olarak kadınlar atanıyor – bana öyle geliyor ki çoğu zaman zevahiri kurtarmak için yapılıyor bu. Yükseköğretim Kurulu liderlik rollerindeki kadınlara ilişkin istatistikler yayınlarken, bu istatistikler tüm yardımcı pozisyonları içeriyor. Dekan ya da rektörün takdirine bağlı olan ve dekan ya da rektör değiştiğinde yeniden atanan pozisyonlar bunlar. Ancak yardımcı pozisyonları hariç tuttuğumuz çıplak istatistikler cesaret kırıcı (Türkiye’de 17/207 kadın rektör var; bu oran Avrupa’daki %15’lik orana kıyasla sadece %8). Kadınlar gerçekten de kararları uygulamak için mükemmel “yardımcılar” olarak algılanıyorlar, ancak ana karar verici olabilecekleri ve üniversitenin daha iyi hale gelmesi için fikirlerini ortaya koyabilecekleri konumları nadiren edinebiliyorlar. Ve tabii ki, bir üniversite yönetiminin toplumsal cinsiyet eşitliğinin kanıtını göstermesi gerektiğinde gerekli kutucukların işaretlenmesinde istatistiksel destek oluyorlar (örneğin Ufuk Avrupa programlarına başvurulabilmesi için ön koşullar var ve araştırma üniversiteleri bu sayı oyununu orada da iyi oynuyorlar)…

Bu kulaklar, bir Üniversitemizde erkek bir dekanın, tüm dekan yardımcılığı pozisyonlarını kadınlarla doldurduğunu ve çok iyi çalıştıkları için nasıl harika seçimler olduklarını övünerek anlattığını duydu. Ancak, ikinci dönem için kendilerine tekrar görev vermek istediğinde bu kadınların görevi tekrar kabul etmediklerini, gerekçe olarak okula göndermeleri gereken çocukları olduğu için sabah 7.00’deki toplantılara yetişememelerini gösterdiklerini söyledi. Dikkatinizi çekerim, dönemleri tamamlanana dek durumdan şikâyet etmiyor kadınlar! Bu dekanın belli ki aklından hiç geçmemişti ve üniversitedeki bu kadınların yönetimde yer alması toplantısında bu konuşmayı yaparken de hâlâ geçmiyordu, toplantıları normal saatlere taşımak…

Ancak herhangi bir liderlik pozisyonuna erişmiş ya da iyi kadın liderlerle çalışma şansını bulabilmiş olanlarımız, bunların kaçırılmış fırsatlar olduğunu biliriz… Kadınlara masada bir sandalye sunulduğunda ne olur? İddia ediyorum, bir kadının getirdiği taze ve benzersiz bakış açısı, akademik bir ortamda devrim yaratabilir. Kadınlar, bir üniversiteyi bir sonraki çağa taşımak için keşfedilmemiş alanları test etmekten korkmazlar. Bunu dayanışmayla ve farklı geçmişlere sahip insanları bir araya getirerek yaparlar. 

Size yine bir örnek vereyim: Kurumum Sabancı Üniversitesi, 1999’da Türk yükseköğretimine disiplinler arası eğitimi yerleştirme vizyonuyla kuruldu. Bu vizyonun bir parçası olarak, öğrencilere temel fizik, kimya ve biyoloji kavramlarını tek bir ünitede bütünleşik bir bilim yaklaşımıyla aktaran ‘Doğa Bilimi’ adlı dersi veren hocalardan biriydim. 2010’lara gelindiğinde zaman değişmiş, öğrencilerin öğrenme stilleri artık amfilerdeki derslere uymaz hale gelmişti… Size az önce bahsettiğim rektör vekillerinden biri olacak olan Zehra Sayers (ki kendisi Bilim Akademisi’nin de onursal üyesidir) o sırada 1. Sınıf derslerini kapsayan Temel Geliştirme Programı Direktörüydü. Dersi ters yüz edilmiş sınıf ve aktif öğrenme yaklaşımıyla yeniden tasarlamak üzere ilgili akademisyenlerle bir ekip kurdu ve bu ekibe kendisi liderlik etti. Ayrıca o dönemde Eğitimden Sorumlu Rektör Yardımcımız da bir kadındı: Sondan Durukanoğlu Feyiz. O da üst yönetimi ve Mütevelli Heyetini sınıfların yeniden tasarlanmasına ve bu hamle için gereken insan sermayesine gerekli yatırımları yapmaya ikna etti. Birkaç yıl sonra pandemi patlak verdiğinde, yeniden tasarım sürecinin bir parçası olan akademisyenlerden oluşan ekip, çevrimiçi not verme, video dersler hazırlama vb. konularda zaten büyük deneyime sahip oldukları için tüm üniversitenin çevrimiçi öğretime geçmesine öncülük etti. 

Kadınlara gerçekten de masada bir yer verildiğinde nelerin başarılabileceğine dair sadece bir örnek!

Bugün sizlere Bilim Akademisi Başkanı olarak hitap ediyorum; bu kurum (ne yazık ki) politikacılar tarafından kendilerine dayatılan bir Bilim Akademisi’nin nasıl olması gerektiği fikrine boyun eğmeyi reddeden kadınlar ve erkekler tarafından kuruldu.[3]Bilim Akademisi’nin 10. yılı için yapılan belgesel: Sivil bir İnat Hikâyesi, Sarkaç, 25 Kasım 2021. Kısaca, 2011’de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) hükümet tarafından özerk rolünden vazgeçmesi talimatı verildi. TÜBA’nın 82 üyesinden 52’si bu durumu kabul etmeyerek ve vazgeçmeyerek, şu anda ALLEA ve ISC tarafından uluslararası alanda da tanınan yeni Akademi’yi oluşturdu.

Bilim Akademisinin, bilimakademisi.org adresindeki sitesine girerseniz, ilk sayfada Akademide Liyakat, Özgürlük ve Dürüstlük olarak ifade edilen üç temel ilkemiz olduğunu görürsünüz. Lütfen bu terimlerin akademik/bilimsel ortamda sizin için ne anlama geldiğini düşünmek için bir dakikanızı ayırın… 

Liyakat, Özgürlük, Dürüstlük 

Elbette, bu kavramları dar anlamda nasıl bilim yaptığımız, veri topladığımız, yayın yaptığımız vb. şeklinde yorumlayabilirsiniz. Ya da bilim yaptığımız ortamı ve onu nasıl etkilediğimizi de içeren geniş bir yorum yapabilirsiniz.

Bilim Akademisi kurulduğunda, tüm kurucuların aklında akademik özgürlüklerinin nasıl hedef alındığına dair yaşadıkları acı deneyim vardı. Ancak zaman hızlı değişiyor. Bilim Akademisi’ndeki başkanlığım dönemimde ortaya çıkan tartışmalarda, “Liyakat, Özgürlük ve Dürüstlük” kavramlarının bir çok zamanlarda dar bakış açısıyla yorumlandığını görmek beni şaşırttı. Bana göre tanım çok daha geniş: Örneğin, yan laboratuvardaki meslektaşının öğrencilerinin/meslektaşlarının seçeneklerini kısıtladığını bilmesine rağmen bu duruma kayıtsız kalan bir bilim insanı, akademik liyakat ve dürüstlükten yoksundur ve akademik özgürlüğe saygı gösterme yükümlülüğünü yerine getirmiyordur.

Sonunda, akademik liyakat, özgürlük ve dürüstlük kavramlarının, üzerinde çalışılacak problemi seçmek, makale yazım sürecinde hile yapmamak ve benzeri dar alanlarla sınırlandırılamayacağını çok iyi bilen, çoğunluğu kadın olan bazı meslektaşlarımızın da desteğiyle, ilkelerimizi bu daha geniş yorumlarla yeniden yazabildik. Bu yeni yorum[4]Bilim Akademisi, Akademik Liyakat. Özgürlük ve Dürüstlük Belgesi.  kadınların ve azınlıkların akademide yaşadığı birçok zorluğu da doğal olarak kapsamı içine aldı kanımca.

Benim deneyimlerime göre, liderlik rollerini üstlenmeyi kabul etmek genellikle bilim insanlarının tercihi değil. Sonuçta, ister araştırma, ister öğretim, ister sosyal yardım boyutunda vurgulanmış olsun, bilime duydukları tutkudan dolayı akademideler. Ancak, bilim insanlarının hedefleri için çalışabilecekleri doğru ortamı yaratarak tutkularını gerçekleştirmelerini sağlamak da liderin görevi, ve liyakatlı akademisyenler bu görevlere çok daha sık gelmeli. 

Bu konuyu zorlamasak ne olur?

Peki kadınların akademide varlığı bilimin kendisi için çok önemli bir fark yaratır mı? Yani bu konuyu zorlamasak ne olur? Darwin yaşamamış olsaydı doğal seçilim yoluyla evrim teorisi ortaya çıkmaz mıydı? Newton Kanunları herhalde başka birileri tarafından bulunurdu, öyle değil mi?

Bugün bilimin, kadınlara ve azınlıklara ihtiyacı olduğunu biliyoruz, çünkü araştırmaların fikirlerle ve deneyimlerle karışımı ne kadar zengin olursa, daha fazla insana dokunan keşiflerle dünya o kadar daha güvenli ve huzurlu bir yer oluyor.

Bu konuda ilk örnekler tıptan çıkmış. Sanırım burada herkes benden daha iyi biliyordur, ama burada söz etmeden geçmeyeceğim, kalp hastalıkları ya da dikkat eksikliği tanılarının, bu konular ağırlıklı erkek hastalarla düşünüldüğü için kadınlarda yanlış ya da geç konulması tipik bir örnek.[5]Anna Parini, A Brief History of Sexism in Medicine” The New York Times, 26 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.[6]Four Conditions Underdiagnosed in Women” Woodruff Medical. Son erişim: Mart 2024.[7]Alper Açık ile Meraklısına Bilim, Psikolojide (toplumsal) cinsiyet farklarına nasıl bakmalıyız?, https://youtu.be/h1Xj1ghFxkA, Son erişim: Mart 2024.

Kadın araştırmacılar sayesinde sorulmamış hangi bilimsel sorular soruluyor, hangi araştırmalar yapılabiliyor?

Geçtiğimiz aylarda, bir kadın araştırmacının, aşılar konusundaki araştırması nedeniyle onurlandırıldığı bilimsel bir toplantıdaydım – Maria Yazdanbakhsh: Bağışıklık sisteminde az duyarlılık problemi.[8]Immune hypo-responsiveness Group” Leiden Üniversitesi, Tıp Fakültesi sayfasında. Son erişim: Mart 2024. Kendisi dünyanın varlıklı bölgelerinde test edilerek geliştirilen aşıların çoğu zaman asıl kullanım hedefi olan kırsal alanlarda ve Sahra altı Afrika’da nasıl çok daha az etkili olduğunu keşfeden bir çalışmaya önderlik etmişti. Bilim insanlarından oluşan büyük bir ekibi bir araya getirmiş ve bir kadının eşsiz bakış açısıyla bu araştırmayı gerçekleştirmek için çaba sarf etmişti. Bu bakış açısı aşı geliştirme sürecinin yeniden ele alınmasını tetikliyor ve alanda bir paradigma değişimine yol açma potansiyeline sahip.

Elbette akademide kadınların varlığını sadece araştırma değil, eğitim ve topluma hizmet boyutuyla da ele almalı, kadınlar tüm bu alanlar bütünlüklü düşünüldüğünde hangi farkları yaratıyor diye sorgulamalıyız.

Kadınların az temsil edildiği alanlara akademisyen işe alımı yapmak için radikal yöntemler seçmiş olan Melbourne Üniversitesi bu durumu şöyle tanımlıyor: “Hizmet verdiğimiz toplumun çeşitliliğini yansıtan, benzer çeşitliliğe sahip bir kadro oluşturmak istiyoruz. Böylelikle herkesin hoş karşılandığı, güvende olduğu ve kendini ait hissettiği bir aidiyet kültürü inşa etmek istiyoruz.”[9]How we boosted female faculty numbers in male-dominated departments,” Nature, 23 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.

Bazı pozisyonları birkaç yıl boyunca sadece kadınlara açtıklarında göğüslemek zorunda oldukları iyi ya da kötü niyetli diyebileceğimiz eleştirileri de şöyle sıralamışlar:

  • Olumlu işe alım yoluyla cinsiyet dengesizliğini ele alma şekilleri adil bulunmayabiliyor veya özellikle genç erkek meslektaşlar tarafından bir tür negatif veya ters ayrımcılık olarak görülüyordu.
  • Başvuranların kalitesinden ödün verileceği algısı vardı.
  • Başarılı adayların meslektaşları tarafından nasıl değerlendirileceğine ilişkin endişeler ortaya çıktı.

Öte yandan bu konularda yapılan araştırmalar da bu eleştirileri kadınların akademide yaşadığı değerleme sorunlarından bağımsız düşünemeyeceğimizi gösteriyor:

  • Akademik iş başvurularını değerlendirirken erkeklerin yeterliliğini kadınlardan daha yüksek oranda sınıflandırıldığını,[10]Science faculty’s subtle gender biases favor male student” Corinne A. Moss-Racusin, John F. Dovidio, Victoria L. Brescoll, Jo Handelsman, PNAS, Eylül 2012. Son erişim: Mart 2024.
  • Kadınların çalışmalarına daha az atıf aldığını,[11]“Citations show gender bias and the reasons are surprising,” Anil Oza, Nature, 22 Aralık 2023. Son erişim: Mart 2024.
  • Ortak çalışmalarda araştırma ekiplerindeki kadınların yazar olarak listelenme olasılığının erkeklere göre önemli ölçüde daha düşük olduğunu biliyoruz.[12]Women are credited less in Science than men,” Matthew B. Ross, Britta M. Glennon, Raviv Murciano-Goroff, Enrico G. Berkes, Bruce A. Weinberg, Julia I. Lane, Nature, Haziran 2022. Son erişim: Mart 2024.

Bu önyargılara kadın/erkek değerlendiricilerin birlikte sahip olduğu da istatistiksel olarak ortaya konulmuş. Akademideki çalışma ortamının kadınları dışarı itebileceğini veya üst düzey pozisyonlar için göz ardı edilebileceklerini de yine araştırmalardan biliyoruz. 2023’te bir başka çalışma kadınların kendi çıktıları konusunda erkeklere kıyasla daha fazla özeleştiri yapma eğiliminde olduğunu göstermiş. [13]Gender differences in submission behavior exacerbate publication disparities in elite journals”
Isabel Basson, Chaoqun NiGiovanna, Badia Nathalie Tufenkji, Cassidy R. Sugimoto, Vincent Larivièreref, eLife, Eylül 2023. Son erişim: Mart 2024.
Üstelik dışarıdan gelen destek de müthiş! Kadınlara yayınlarını en prestijli dergilere göndermemeleri daha sık tavsiye ediliyor [14]“Nature publishes too few papers from women researchers — that must change” Nature, Mart 2024. Son erişim: Mart 2024.

Tüm bunlar birlikte ele alındığında, akran değerlendirmesinin cinsiyeti görmezden gelen bir süreç olduğunu varsayamayacağımız açık. 

Akademide değerleme sistemlerinin revizyonu artık dünyanın gündeminde; literatür kirliliğinin iyice arttığı bu dönemde özellikle sayısallaştırmayan değerlemeler öne çıkacak. Bilim Akademisi bu konuya öncülük eden Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu’nun (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) bir üyesi.[15]Bilim Akademisi, Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) öncülüğünde oluşturulan Araştırma Değerlendirme Reformu Avrupa Mutabakatı hakkında Bilim Akademisi açıklaması Hedef, akademisyenleri ödüller ve kıdem kararları sırasında sayısal olmayan kriterlerle değerlendirmek ve bu kriterleri alanlardaki ve bireylerdeki farklılıkları da göz önüne alarak ortaya koymak.

Bunun bir boyutu da kadın akademisyenlerin değerlemesi. Kadınların özelinde yaşanan zorluklar ve bunların aşılmasında kullanılabilecek yaklaşımlar da elbette yine araştırma konusu. Maalesef hâlâ kadınlar evde hizmet veren, evi çekip çeviren konumunda. Örneğin, daha dün sohbet ettiğim, bir kadın akademisyen, “Doçentlikte bir pozitif ayrımcılık yapılmalı – biz kadınlar ancak gece yarısına doğru makalelerimize konsantre olabiliyoruz, erkekler ise eve gelir gelmez makalelerinin başına oturabiliyorlar,” dedi. (Tabii siz hekimler hasta baktığınız için özel koşullarınızdan mesai saatleri haricinde makale yazıyorsunuz, ve bu sıra dışı ve cinsiyet gözetmeksizin haksız bulduğum durum aynı bir tartışma konusu olur!)

Örnekleri dertleşirken bol bol çoğaltabiliriz. Ama çözüm arayalım daha iyi…

Destek mekanizmaları neden gerekli?

Kadın araştırmacılara destek mekanizmaları kurulmasının önemi aşikâr. Kadın-erkek tüm akademik yöneticilerin hemen bugün uygulamaya koyabileceği bazı önlemler var:

Bir akademisyen için araştırmayı bir numaraya koyuyorsak, örneğin annelik izni sonrası diğer akademik yüklerde ve beklentilerde indirime gidilebilir. Ben 2018’de ilk yıl bir ders indirimi uygulamasını başlatmıştım; çok küçük bir dokunuş. Uygulama devam ediyor. Arayı kapatmakta iyi bir destek olduğu bana hâlâ söyleniyor. Bir başka dikkat edilmesi gereken husus, toplantı vb. etkinliklerde makul çalışma saatlerinin izlenmesi (bu zaten kadın-erkek herkese lazım). Bir yeni uygulama, sizleri de ilgilendirebilecek bir yaklaşım, annelik izni sırasında Gezgin Araştırmacılar (roving researchers) uygulaması [16]“Could roving researchers help address the challenge of taking parental leave?” Amy Coomb, Nature, Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024. Buna göre kurum laboratuvar ortamında ehil olan, doktoralı kişileri bünyesinde bulunduruyor. İzinler sırasında bu kişiler izindeki kadının araştırmalarını eş-yürütüyor, köprü görevi kuruyor, süreklilik sağlanıyor. Babalık izni konusuna girmeyeyim – orada maalesef Avrupa’da babalık izni kullanan araştırmacıların verimlilik artışı ile ilgili veri var [17]“Equal but Inequitable: Who Benefits from Gender-Neutral Tenure Clock Stopping Policies?” Heather Antecol, Kelly Bedard, Jenna Stearns, IZA DP No. 9904, Nisan 2016. Son erişim: Mart 2024. Çoğu baba, bu dönemi eşe yardım için değil de sabatik izni gibi değerlendiriyor gibi görünüyor. Sözüm meclisten dışarı!

Özetle, Akademi’de kadın olmanın hızla akla gelen bazı noktaları bunlar. Unutmayalım ki, kadınların çoğu iş gücünde yer almak için aileleriyle adı konulmamış bir sosyal kontrat imzalıyorlar. Çalışmalarının evdeki öncelikli görevlerini aksatmayacakları koşuluna bağlı olduğunu kabul ederek bu yola giriyorlar. Zaten akademisyenlik başlı başına bir mükemmeliyetçi karakter gerektirdiğinden ve kadınlar sözlerinden dönmemekte inat ettiklerinden çoğu zaman en yakınlarından bile destek istemiyorlar. Bunun destek istenilecek bir mesele olacağını dahi akıllarına getirmiyorlar. Bu nedenle rol modeller önemli, bu nedenle yaşadıklarımızın normal olmadığını, insanüstü gayret gerektirdiğini yüksek sesle dile getirmemiz önemli, bu nedenle bugün yaptığımız gibi her ortamda bu konuda deneyimlerimizi paylaşmak önemli.

Böyle özel günlerin gerekmeyeceği, eşit haklar, eşit fırsatlar, eşit sorumluluklarla topluma hizmet edeceğimiz günlere öykünerek, kadın – erkek hepimizin Dünya Kadınlar gününü kutluyorum.

Canan Atılgan
Bilim Akademisi üyesi,
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Bertil Emrah Oder, “İstanbul Sözleşmesi sonrası ne yapacağız?” Sarkaç, 7 Temmuz 2021.
2 İstanbul Kadın Müzesi ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Türkiye’de kadınların üniversiteye girişi hakkını elde etmelerinin 100. yılında düzenlenen “Kadınların Üniversite’de 100 Yılı – İnas Darülfünunu 1914-1919” başlıklı, 2014 tarihli açılan sergi. İlgili Sarkaç yazısı: https://sarkac.org/2018/03/kadin-universitesi-sergisi/
3 Bilim Akademisi’nin 10. yılı için yapılan belgesel: Sivil bir İnat Hikâyesi, Sarkaç, 25 Kasım 2021.
4 Bilim Akademisi, Akademik Liyakat. Özgürlük ve Dürüstlük Belgesi.
5 Anna Parini, A Brief History of Sexism in Medicine” The New York Times, 26 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
6 Four Conditions Underdiagnosed in Women” Woodruff Medical. Son erişim: Mart 2024.
7 Alper Açık ile Meraklısına Bilim, Psikolojide (toplumsal) cinsiyet farklarına nasıl bakmalıyız?, https://youtu.be/h1Xj1ghFxkA, Son erişim: Mart 2024.
8 Immune hypo-responsiveness Group” Leiden Üniversitesi, Tıp Fakültesi sayfasında. Son erişim: Mart 2024.
9 How we boosted female faculty numbers in male-dominated departments,” Nature, 23 Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
10 Science faculty’s subtle gender biases favor male student” Corinne A. Moss-Racusin, John F. Dovidio, Victoria L. Brescoll, Jo Handelsman, PNAS, Eylül 2012. Son erişim: Mart 2024.
11 “Citations show gender bias and the reasons are surprising,” Anil Oza, Nature, 22 Aralık 2023. Son erişim: Mart 2024.
12 Women are credited less in Science than men,” Matthew B. Ross, Britta M. Glennon, Raviv Murciano-Goroff, Enrico G. Berkes, Bruce A. Weinberg, Julia I. Lane, Nature, Haziran 2022. Son erişim: Mart 2024.
13 Gender differences in submission behavior exacerbate publication disparities in elite journals”
Isabel Basson, Chaoqun NiGiovanna, Badia Nathalie Tufenkji, Cassidy R. Sugimoto, Vincent Larivièreref, eLife, Eylül 2023. Son erişim: Mart 2024.
14 “Nature publishes too few papers from women researchers — that must change” Nature, Mart 2024. Son erişim: Mart 2024.
15 Bilim Akademisi, Araştırma Değerlendirmesini Geliştirme Koalisyonu (Coalition for Advancing Research Assessment; CoARA) öncülüğünde oluşturulan Araştırma Değerlendirme Reformu Avrupa Mutabakatı hakkında Bilim Akademisi açıklaması
16 “Could roving researchers help address the challenge of taking parental leave?” Amy Coomb, Nature, Şubat 2024. Son erişim: Mart 2024.
17 “Equal but Inequitable: Who Benefits from Gender-Neutral Tenure Clock Stopping Policies?” Heather Antecol, Kelly Bedard, Jenna Stearns, IZA DP No. 9904, Nisan 2016. Son erişim: Mart 2024.

Afetlere karşı dayanıklı bir toplum nasıl oluruz?

Bu metin, Bilim Akademisi tarafından 17 Mayıs 2023’te,  “Depremin Afete Dönüşmemesi İçin Sorumlu Siyaset” başlığıyla düzenlenen panelin katılımcılarından biri olan, Sabancı Üniversitesi, Psikoloji Bölümü öğretim üyesi ve aynı zamanda Bilim Akademisi üyesi Nebi Sümer’in konuşmasından derlenmiş ve yayına hazırlanmıştır.


Hazırlıksız olan toplumlar, bir deprem olduğunda tıpkı bekleme halindeyken arkadan itilmiş bir insanın gösterdiği şok ve panik tepkisini gösterir.  Bu toplu panik” düzeyinden dayanıklılık” düzeyine nasıl ulaşılabilir? Biz sosyal psikolojide bu temel soruyu sorarız.

Toplumlar için dayanıklılık,” toplumun afeti, psikolojik yetkinlik üzerine kurduğu bir kapasiteyle karşılaması ve bunun için yaratılacak ortak kimlik olarak tanımlanıyor. Dayanıklılık kelimesi psikoloji için çok kritik bir kelime çünkü pozitif psikoloji tamamen buna dayalı olarak gelişmiştir.

Depreme dirençli/dayanıklı bina kavramıyla dayanıklı toplum veya birey kavramı çok benzer kavramlar. Dayanıklılık kavramının kökeni fizikten gelir; fizikte bu kavram esneklik anlamıyla kullanılır ve darbe karşısında esneyerek eski haline geri dönme yeteneği olarak tanımlanır. Bu kavram bina için de geçerlidir, insan için de. Dolayısıyla sosyal psikolojik yaklaşımda dayanıklı toplum afetten sonra, çok olumsuz etkilense bile başlangıç düzeyine hızlı dönebilen toplumdur.

Depremin/afetlerin toplum için anlamını çok iyi anlamamız ve yerel sistemler kurmamız gerekli

Afetlere karşı dayanıklı olmanın yolu afetlere hazırlık yapmaktan geçer. Ancak bunun için afetleri önleyici davranışların, deprem olmadan önce belirgin bir önleyici toplumsal norma dönüşmesi gerekir. Bu normların gelişebilmesi ve yerleşmesi için kullanılan, hem çağdaş psikolojide en popüler olan ve hem de disiplinler arası en etkili yaklaşım sosyo-ekolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşım şunu söylüyor: Batı’daki mevcut afet yönetim sistemlerini kullanmak yerine, yerel kültürel anlayışı, kültürel anlam sistemini ve afete atfedilen anlamı ve bunun nedenlerini çok iyi anlamamız ve kabul edilebilir yerel sistemler kurmamız gerekiyor.

Birey nasıl olur da dere yatağına ev yapar? Bilmiyor muydu?” demek yanılgısına düşmemeliyiz. Bu yaklaşım, bireye yapılacak en büyük vicdansızlıktır. Birey sistemdeki normlara göre hareket eder. Buna en iyi örnek trafik alanıdır. Siz trafik kazalarını önlemede bir sistem kurmaz, yola çizgi, ışık koymaz, denetleme yapmaz, başka yollar mümkünken bütün ulaşımı karayoluna yüklerseniz, Adanadan İstanbula küçük kamyonlarla domates taşırsanız, özetle sistemi böyle kurarsanız kaza yapan sürücüye suçu yükleyemezsiniz.  Sosyal psikolojideki bu yaklaşım ortam içinde birey yaklaşımıdır.

Afet gibi durumlarda ihlale karşı toplumda suçluluk ve utanmaya dayalı ahlaki, yani vicdani yükü olan normatif baskının oluşması gerekir. O zaman, nasıl toplumda çalmaya, tecavüze karşı ortak bir normatif baskı varsa, benzer baskı ve vicdani etki, imar ihlalleri olduğunda, dere yatağına yapılan inşaatlar, kesilen kolonlar söz konusu olduğunda da olur.

Siz sistemde normatif baskının hiçbir unsurunu sağlamıyorsanız, bununla ilgili bir basın, iletişim sistemi kurmuyorsanız, hukuku işletemiyorsanız, bu tablo içinde en masum olan bireydir. En suçlu olan da sistem ve sistemi kristalize hale getirenlerdir.

Örneğin Avrupada trafik kurallarına uyan TC vatandaşı Kapıkuleden girdiği anda kurallara uymayı bırakıyorsa bunun nedenini anlamamız gerekiyor. Olay insanla değil, yerel ekolojik sistemle ilişkili. Sosyo-ekolojik yaklaşım bu. O bölgeyi o kültürü anlamamız lazım. Yerel yönetimlerin yerelden bakışı ve sivil toplumun iç motivasyonu çok önemli. Bu şekilde kurulan bir sistem ödül veya para beklemeden kendi bölgesini kurtarmak için toplumun kurduğu bir sistemdir. Birey, sistemi içinden gelen motivasyonla kurarsa dönüşür, bunun örnekleri var dünyada. Bu nedenle yerel yönetimlerin ve doğrudan halkın içinde yer aldığı önleyici, denetleyici sistemlerin kurulması afete karşı dirençli binalar ve toplumlar oluşturma yolunda en önemli adımdır.

Burada yurttaş olma bilincine de değinmemiz gerekir. Yurttaş olma bilinci, ortak kolektif eyleme dönük bir bilinçtir. Tek birey olma ise bireysel çıkarları öncelemedir, hayatta kalmaya dönüktür. Bu iki bilinç çok farklı çalışır. Siz bireyi yurttaş bilinciyle kolektif hale getirirseniz, üst kimlik dediğimiz kimlik, alt kimlik dediğimiz hayatta kalma üzerinde işlev görmeye başlar.

Politik sistemdeki kutuplaşmanın afete hazırlık ve müdahale sürecine olan etkisi çok kritik

17 Ağustos 1999 depreminde ODTÜ’de bir ders açtık ve öğrencilerimizle Adapazarı’nda kaldık bir süre. Adapazarı’na gittiğimizde müthiş bir kapsayıcılık gördük. Örneğin Psikologlar Derneği çadırında kalıyorduk biz ama hangimiz dernek, hangimiz kurum belli değil, hepimiz beraber çalışıyorduk. O zaman TRT en etkili kanaldı. Her gün yayın yaparak Türkiye çapında psikologlara çağrı yapıldı ve binden fazla psikolog deprem mağdurlarına psikososyal destek hizmetine katkı sağladı. 2022de vefat eden değerli hocamız Prof. Nail Şahin o zaman Türk Psikologlar Derneği başkanıydı. (Nail hocayı rahmetle anıyorum, onun önderliği sayesinde girişim başlatılmıştı.) Orada o koşullarda bile sivil toplum katılımı, girişimi mümkün oldu ve devletin her kademesinde sivil toplum girişimine kucak açıldı, fırsat tanındı. 6 Şubat sonrasında sivil toplum çok çaba göstermesine rağmen olması gereken düzeyde kabul görmedi, rica minnet destek oldu biliyorsunuz. Toplumun yardım için önemli bir aracı olarak gördüğü Haluk Levent’in Ahbap girişiminin yaşadığı sıkıntılar akla geliyor. Çok önemli bir fark bu. 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’a kıyasla çok daha kutuplaşmış bir politik sistem mevcut. Bu kutuplaşmanın müdahaleyi ve algıyı nasıl etkilediğine tanık olduk. Depremin ilk günlerinde oluşan, her türlü ayrımdan uzak, ortak kimlik duygusuyla bölgeye akan yardım seli ve dayanışma iklimi kısa surede kutuplaşmaya kurban edildi. Sivil toplum girişiminde, yardım eden kuruluşların, belediyelerin mevcut yönetime yakınlığının daha fazla destek gördüğü, öncelendiği bir anlayış hakim oldu.   

Dayanıklılık için anahtar kavramlar

Afetlere ilişkin çok zengin bir psikoloji literatürü var. Burada, literatürde yer alan özellikle hazırlık aşamasında önemli rol oynayan birkaç önemli kavramı ele almak istiyorum.

En önemli kavramlardan birisi paylaşılmış ortak kimlik kurma.” John Drury adında bir sosyal psikoloğun yaklaşımı bu. Dikkat ederseniz 6 Şubattan sonra, özellikle ilk hafta oraya akan gönüllü yardımı, her türlü toplumsal-politik-dini bölünmenin üzerindeydi. Bu çok sağlıklı bir şey, bu daha önce de oldu. Ortaklaşmış bir kimlik oluştu ve bu kimlik, bireysel farkların ötesinde bir uzlaşma kimliğiydi. Bunun geçici olduğunu da tahmin ediyorduk ve hakikaten bir noktada sona erdi. Depremin ilk günlerindeki ağır üzüntünün zamanla azalmasını beklediğimiz gibi, toplumdaki derin bölünmüşlük ve kutuplaşma nedeniyle, deprem üzerinden kurulan ortak kimlik de hızla zayıfladı. Bu nedenle bu paylaşılan ortak kimliği önceden, henüz afete hazırlık aşamasında oluşturduğumuzda bu dayanıklılık kapasitesini ve depremin etkileriyle baş etme çabalarını çok yüksek düzeye çıkarır.

Hazırlık için kritik başka bir konu: risk algısı. Gerçek risk ve algılanan risk arasında bir fark vardır. Psikoloji araştırmaları gerçek risk düzeyi düşük ve yakınsa, algılanan riskin gerçek riskten daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yani çaydanlığın devrilme riskini gerçek olandan daha yüksek algılıyoruz, ama uzakta olacak ve örtük durumlarda tam tersi bir durum geçerli. Yani algılanan risk gerçek riskin çok altında. Deprem soba üzerindeki çaydanlık gibi gözümüzün önünde olmadığından ve gelecekte bir zamanda olacağı varsayıldığından, yakında hissedilen bir deprem olmadığı durumlarda toplum bu riski gerçekte olduğundan daha düşük algılamaya başlıyor. Dolayısıyla yapılacak çalışmalarla, toplumsal faaliyetlerle bizim algıladığımız deprem riskini gerçek deprem riskine yaklaştırmamız gerekiyor. Bunun için her yıl büyük bir deprem yapamazsınız, farklı bir yöntem bulmak, risk algısını deprem olmadan gerçeğe yaklaştırmak gerekiyor.

Risk algısına etkisi olan çok sayıda kültürel faktör de var ama birine değineyim.  Kadercilik” kritik bir risk faktörü burada. Kadercilik konusunu 17 Ağustos depreminden sonra Türkiyede çok çalışan oldu. Kader inancının aslında deprem sonrasında yaşananların psikolojik etkileriyle başa çıkma bakımından iyileştirme etkisi var. Bizim çok sık gördüğümüz travma sonrası stres sendromu, kader inancı olan insanlarda daha az görülüyor, çünkü bu anlayış bir tür sığınmadır. Dolayısıyla birçok çağdaş sivil toplum örgütlenmesinde dini örgütlerin bir yeri vardır. ABDde örneğin bu organize bir şekilde yapılır. Ancak önleyici hizmette kaderciliğin teslimiyet düzeyinde bir atalete dönüşmeyecek bir çerçevede anlaşılmalı, anlatılmalı.

Türkiyedeki sorun psikolojik hizmetlerle dini hizmetler karıştırılması oldu. Tabii ki herkesin dini inancına göre hizmet alması gerekir ama profesyonel psikolojik hizmetin dini olarak sunulmaması gerekir. Genel olarak kaderciliğin baş etme bakımından olumlu ancak hazırlık bakımından olumsuz etkisi var. Etkiyi kişinin kendisine ve  davranışının sonucuna atfetmek yaptırım için önemli ama etkiyi şansa, kadere atfettiğinizde hazırlık davranışlarında motivasyonu sağlayamıyorsunuz. Bu yüzden insanlarının dini böyle önleyici anlayışa uygun olarak çerçevelendirmesi gerekir. Bu da var Türkiyede, 17 Ağustos’tan sonra bazı ilahiyatçılar bunu yaptılar. İyi dindarlığın hazırlık davranışı gerektirdiğine dair yorumlar yapıldı. Dolayısıyla dinin kendisinden değil ama yorumlama biçiminden kaynaklanan sorunlar önemli. Dindeki bir hükmü eğer siz insanların zarar görmesini engellemek için hazırlıklı ol, sonra tevekkül et” diye sunarsanız bunun etkisi başka olur; bazı sorumsuz din adamlarının yaptığı gibi “bu kaderdir, deprem Allah’ın cezasıdır” diyerek, çaresizlik duygusuyla sunarsınız etkisi başka olur.

Başka bir konu uygun tutumları geliştirme, örneğin hangi durumlar afete yol açar gibi konulardaki dikkatliliği, farkındalığı oluşturma çok önemli. Örneğin, 2019 seçiminden önce çıkarılan imar affı konusunda toplumun tepkisizliği, hatta bunun coşkuyla kabullenilmesi, dayanıksız kaç yüz bin binanın sırf bir başvuru yapılarak af kapsamına alınması, afetten sonra da hep beraber imar affına, bunu çıkaranlar dahil olmak üzere karşı çıkmamızı çok iyi analiz etmemiz, anlamamız gereken bir nokta. Bu afet konusunda yaptırımı olabilecek toplumsal norm oluşturma konusunda ne kadar eksik olduğumuzu, depreminin yıkıcı etkisinin asıl nedeni olan ihlallere karşı her hangi bir somut tavır, tutum ve davranışımızın olmadığını gösteriyor. Girişte bahsettiğimiz normların yerleştirilmesiyle bunlar da kalıcı olarak değişebilir.

Toplumdaki “güven” duygusu, başkasına ve kurumlara güven yine hazırlık aşamasında çok önemli bir duygu. Hem kişiler arası güven hem de kişilerin sisteme güveni dirençli toplum için önemli bir sosyal sermayedir, özkaynaktır. Uluslararası istatistiklere göre maalesef Türkiye’de başkasına güven konusunda ciddi bir düşüş var. Dünya sıralamasında Türkiye başkasına güvenin en düşük olduğu ülkeler arasında. Dünyada kişiler arası güvende ve kurumlara güvende en sondaki 10 ülke arasındayız. Ve bu son yedi yılda pek değişmedi, hatta daha da düştü.

Bir başka nokta da çok araştırılan Neden korku işe yaramıyor?” konusu: Korkuyla önleyici davranışlar arasındaki ilişkiyi basit olarak şöyle söyleyeyim: eğer korkuyu siz bir çare göstermeden, bir kapasiteye dayanmadan ve önleme yolu göstermeden verirseniz, insanlar korkup kaçmaya başlarlar. Böyle bir durumun sonunda korku ancak kafayı kuma sokmaya dönüşüyor. Ama korku ile çözüm birlikte sunulur, etkili bir kapasite önlem ve yeterlilikle birleşirse insanlarda bu çare aramaya dönüşüyor. Bu deprem için çok kritik bir nokta. Şimdi neden korkuyoruz ama hazırlık yapmıyoruz konusunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Özetle dayanıklı birey ve toplum modelinin afet yönetimi politikasının merkezinde yer alması gerekiyor.

Dayanıklı bina, fiziki güvenlik için, öncelikle güçlü, yaptırımı olan normlarla hareket eden toplum ve dayanıklı insan modeline geçiş şart.

Son depreme baktığımızda fiziki yıkıcılığına paralel olarak psikolojik hasarın da çok derin olduğunu görüyoruz. İlk günün kaçırılmış olması – çünkü ilk 12 saat çok kritik, ilk 24 saat çok önemli biliyorsunuz – bunu kaçırdığımızda kurtardığınız insan sayısından bağımsız olarak, maruz kalma süresi uzadığı için psikolojik hasar, özellikle travma sonra stres bozukluğu semptomları çok artıyor. Aynı zamanda 6 Şubat, İstanbul depremi korkusunu tetikledi. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” demişler! Bu hazırlık için olumlu bir etkiydi aslında ve kısmen sonuçlarını da görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiririz? Bu önemli. Bölgede güvenme ve korunma ihtiyacının öne çıkması, en son seçime yansıdı. Seçim sonuçları sosyal psikolojik süreçler bakımından aslında beklenen, bilinen bir durumdu. Yani temel ihtiyaçlar, hayatta kalma, güven, statükoyu korumak yönünde davranmayla sonuçlanıyor. Gönüllü hareketinin yeterince organize ve sürdürülebilir olamaması, sivil toplumun görece dışlanması gibi sorunları sosyal bilimcilerin tartışması ve çözüm yolları önermesi gerekiyor. Toplum olarak bu “paylaşılmış ortak kimlik” dediğimiz, yani afeti anlama, bütün diğer kimliklerin üzerinde buna dayalı bir sosyal kimlik oluşturma, bu ortak kimliği afet durumunda yeniden üreterek, etkili psikolojik müdahaleyi ve önleyici uygulamaları başarmak amacımız olmalıdır.

Türkiye’nin “iyileşme yolu” 6 Şubat’tan 15 Şubat’a kadar deprem bölgesine akan ve sonunda “artık gelmeyin” dedirten dayanışma kültürüdür. Toplum sistemin eksiğini telafi etmek istedi, ama örgütsüzlük ve koordinasyonsuzluk nedeniyle artık gelmeyin” denildi. Eğer o gönüllülük hareketinin dinamiğini anlar, ona uygun çağdaş bir örgütlenme yaparsak, insanın kendi kültürüne, yeterliliğine, değerine uygun sistem her zaman için geliştirici olur. Dolayısıyla depremden korktuğu için kaçan, saklanan veya kadere sığınan insanlar değil, dayanıklılık kapasitesi geliştirdiği için başa çıkma becerisi olan insanlar olabiliriz.

 

Bu Ay Gökyüzü: Mart 2024

1 Mart saat 22.00, 15 Mart saat 21.00, 31 Mart saat 20.00’de gökyüzünün genel görünümü

Yüzümüzü kuzeye döndüğümüzde Büyük Ayı ilk dikkatimizi çeken takımyıldız olur. Büyük Ayı, Kutupyıldızı’na yakın konumda yer aldığından, ülkemizin yer aldığı enlemlerde yıl boyunca hep gökyüzündedir. Ufkun altına inmez. Ancak sonbahar ve kış aylarında ufka yakın konumda yer alır. Bu nedenle gözlerden de biraz uzak kalır. Takımyıldız bu ay hava karardığında Kutupyıldızı’nın doğusunda, yani onun sağında yer alıyor. İlerleyen günlerde ya da saatlerde gökyüzünde daha da yüksek konuma ulaşacak.

Büyük Ayı’nın sağında, tam doğu ufku üzerinde Aslan Takımyıldızı yükselmiş durumda. İlkbahar’ın habercilerinden biri olarak kabul edilen bu takımyıldızın en parlak yıldızı olan Regulus Aslan’ın kalbini simgeler. Aslan gökyüzünde yükseldikten sonra doğu ufku üzerinde yaz gökyüzünün en parlak yıldızı Arkturus belirir (Başlıktaki haritada görebilirsiniz – Gökyüzü haritasına nasıl bakmalıyım?). Arkturus hava karardığında doğu ufku üzerinde yer alıyorsa ilkbahar gelmiş demektir. Bu, Mart ayının sonlarına doğru gerçekleşir.

Kutupyıldızı’nın diğer tarafına doğru yani biraz solumuza doğru baktığımızdaysa ufuktan Büyük Ayı ile yaklaşık aynı yükseklikte bulunan Kraliçe’yi görebiliriz. Bakış şekline göre M ya da W şekline benzeyen bu takımyıldız Büyük Ayı’nın tersine günler ilerledikçe gökyüzünde alçalıyor. O da Büyük Ayı gibi batmayan takımyıldızlardan biri ancak önümüzdeki birkaç ay gözlerden biraz uzak olacak.

Kraliçe’nin üzerine, tepeye yakın konumda gördüğümüz parlak beyaz yıldızın adı Kapella. Kapella, Arabacı Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı ve kış gökyüzünün de en parlak yıldızlarından biri. Kraliçe’yle Kapella arasındaysa Perseus Takımyıldızı bulunuyor. Şeklini günlük yaşamdaki herhangi bir şeye benzetmek zor olduğundan bu takımyıldızı başlangıçta seçmek zor olabilir.

Kapella’nın altında ufkun üzerindeki çok parlak gökcismi Jüpiter. Jüpiter’in artık akşam gökyüzündeki son zamanları.

Yüzümüzü güneye döndüğümüzde gökyüzünün en parlak yıldızı Sirius’u (Akyıldız) tam karşımızda görebiliriz. Gökyüzünün en görkemli takımyıldızı Orion onun sağ üzerinde, yine gökyüzünün en parlak yıldızlarından biri olan Prokyon ise sol üzerinde yer alır. Sirius, Prokyon ve Orion’daki Betelgöz, Kış Ücgenini oluşturur. Kış Üçgeni Mart ayında hava karardıktan sonra gökyüzünde en yüksek konumuna ulaşmış olur.

Kış gökyüzünün belirgin takımyıldızlarından Boğa’yı ve onun turuncu parlak yıldızı Aldebaran’ı Orion’un sağ üstünde görebiliriz. Birbirine yakın parlaklıktaki iki parlak yıldızı sayesinde İkizler Takımyıldızı’nı gökyüzünde neredeyse tam tepede olduğunu görebiliriz.

Sabah gündoğumundan önce gökyüzüne bakacak olursanız güneyde yaz aylarında görmeye alışkın olduğumuz Akrep ve Yay takımyıldızlarını görebilirsiniz. Eğer karanlık bir yerdeyseniz bu bölgede yer alan Samanyolu’nun merkez bölgesini de görebilirsiniz.

İlkbahar Ilımı

Hem yeryüzüne hem de gökyüzüne ilkbahar geliyor. 20 Mart’ta Güneş ekvator’a dik olarak gelecek ve tüm Dünya’da gece ve gündüz süreleri hemen hemen eşit olacak. Geçmişte insanlar bu olgunun farkına varmış ve bu zamanı ilkbaharın başlangıcı olarak kabul etmiş. Günümüzde bu olaya ilkbahar ılımı adı veriliyor.

Kışın sona erdiği, havaların ısınmaya başladığı ilkbahar ılımı yine pek çok kültürde bahar bayramı olarak kutlanır. “Yeni gün” anlamına gelen Nevruz günümüzün İran topraklarında kurulmuş en önemli eski medeniyetlerden biri olan Pers İmparatorluğu’nda ve çeşitli ülkelerde yeni yılın başlangıcı olarak kabul ediliyordu. Birleşmiş Milletler yaklaşık 3000 yıldan beri kuzey yarımküredeki birçok ülkede süren bu geleneğe dayanarak 2010’da 21 Mart’ı “Dünya Nevruz Bayramı” ilan etti.

İlkbahar ılımı gökbilimsel bakımdan da ilkbaharın başlangıcı olarak kabul edilir. İlkbahar ılımı her zaman 21 Mart’a denk gelmez. Çoğunlukla 21 Mart’ta, bazı yıllarda bu yıl olduğu gibi 20 Mart’ta, nadiren de 19 Mart’ta gerçekleşir. Olaya gökbilimsel açıdan bakacak olursak bu tarihte güneş ışınları ekvatora dik gelir, kuzey ve güney yarıküre eşit miktarda güneş ışığı alır ve gece ile gündüz süreleri eşit olur.

Ülkemizde gündüz süresi, yani Güneş’in ufkun üzerinde olduğu süre 21 Mart’ta 12 saat olur. (Bu süre 21 Aralık’ta 9 saat 20 dakika, 22 Haziran’daysa 15 saattir.) Aslında gündüzü havanın aydınlık olduğu saatler olarak düşünürsek yani gündoğumundan ve günbatımından sonraki alacakaranlık sürelerini de gündüze eklersek Mart ayı boyunca gündüzlerin gecelerden uzun olduğunu söyleyebiliriz. Gece ve gündüz süreleri arasındaki farklar ekvatora yaklaştıkça azalır, kutuplara yaklaştıkça artar.

Yarıgölge Ay Tutulması

25 Mart’taki tutulma yarıgölge tutulma olacak. Yani Dünya’nın yarıgölgesi Ay’ın üzerine düşecek ve Ay’ın parlaklığında belli belirsiz bir azalma olacak. Bu tutulma ülkemizden görülemeyecek. Tutulma Avrupa ve Afrika’nın batısı, Kuzey ve Güney Amerika ile Asya’nın ve Avustralya’nın doğusundan izlenebilecek.

Mart’ta Gezegenler

Merkür ay boyunca akşam gökyüzünde olacak ancak ayın ortalarından sonra batı ufkunun üzerinde görülebilecek kadar yükselecek. Ay sonuna doğru yine batı ufku üzerinde parlayan Jüpiter’in yardımıyla gökyüzünde bulunması görece kolay olabilir.

Venüs sabah gökyüzünde, gündoğumundan hemen önce doğu-güneydoğu ufkunun hemen üzerinde yer alıyor. Sabah hava aydınlanmaya başladıktan sonra Güneş’ten kısa süre önce doğduğundan ayın başlarında sabahları çok kısa sürelerle görülebilecek. İlerleyen günlerde görülmesi daha da zorlaşacak. Gezegen Haziran’da akşam gökyüzüne geçecek ancak akşam alacakaranlığından kurtulacak kadar yükselmesi Ekim ayını bulacak.

Mars da Venüs gibi sabah gökyüzünde. Sabahları hava aydınlanmaya başladıktan sonra doğduğundan gezegeni görmek için çok az bir süre var. Ayrıca parlaklığı da düşük olduğundan Mars’ı seçmek zor. Geçtiğimiz ayın sonlarında Mars ve Venüs çok yakın konuma gelmişti. Bu ayın başlarında da iki gezegen yakın konumda olacak. Gezegen ancak Mayıs’ta alacakaranlıktan kurtulacak ve sabah gökyüzünde kolayca görülebilecek. 8 Mart’ta Mars ve çok ince bir hilal şeklinde olan Ay yakın konumda olacak. Bu, gezegeni gökyüzünde bulmayı kolaylaştıracak.

Jüpiter Ay’dan sonra akşam gökyüzündeki en parlak gökcismi ve hava karardığında batı ufku üzerinde yer alıyor. Gezegen başlarında hava karardıktan sonra 3 saat kadar gökyüzünde kalıyor. Ancak bu süre ay sonunda bir saate düşecek. 13 Mart’ta Ay ve Jüpiter yakın konumda olacak.

Satürn sabah gökyüzüne geçiyor ancak bu ay boyunca Güneş’e çok yakın olacağından görülmesi zor. Gezegen ayın sonlarına doğru Venüs’le yakın konumda olacak. Dürbünlü gözlemciler ufkun tamamen açık olduğu bir yerden gündoğumundan çok kısa süre önce bu yakınlaşmayı görmeyi deneyebilirler. Satürn, önümüzdeki ayın ortalarından itibaren sabahları gündoğumundan önce doğu ufku üzerinde görülebilecek kadar yükselecek.

*Arıkovanı yıldız kümesi – M44

Hazırlayan: Alp Akoğlu
GUHEM-Gökmen Uzay Havacılık Eğitim Merkezi


Creative Commons LisansıBu eser Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. İçerik kullanım koşulları için tıklayınız

Nakibe Topuz Uzgören: Matematiğe Adanmış bir Ömür

Bu yazı Türkiye’nin ilk matematiksel istatistikçisi olan Nakibe Topuz Uzgören’in akademik hayatını ve matematiğe katkılarını tanıtmayı amaçlıyor. Uzgören’in kariyer basamaklarını tırmanması çok uzun sürdüğü gibi, en önemli yayınının hak ettiği ilgiyi görmesi de epey zaman almış. Yazımızda bunların nedenlerine de değineceğiz. 

Şubat 1924’te, Uzgören’in okuduğu yıllarda Kumkapı, Saint Jeanne D’Arc Fransız Okulu. 1924 tarihli Pervititch haritası.

Nakibe Topuz Uzgören 1911’de İstanbul’da doğdu. Babası Mehmet Haşmet, annesi Fatma Ferihan’dır. Orta okulu Kumkapı’da, St. Jeanne D’arc Fransız Okulu’nda, lise öğrenimini Amerikan Kız Koleji’nde 1932’de tamamladı. Hem Fransızca hem İngilizce bilen Uzgören, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde matematik okudu ve 1936’da mezun oldu. Uzgören soyadını 1949’da evlendiği (daha sonra amiralliğe yükselen) Fuat Uzgören’den aldı.

Bilindiği gibi, 1933 yılı Türkiye üniversite tarihinde bir dönüm noktasıdır: Darülfünun’un lağvedilip İstanbul Üniversitesi’ne dönüştüğü, Nazi Almanya’sından sürgün olan bir çok akademisyenin İstanbul Üniversitesi’ne geldiği yıl. Bu akademisyenlerin aralarında Berlin Üniversitesi’nden Richard von Mises ve Hilda Geirenger[1]Hilda Geiringer’in ağırlıklı olarak İstanbul Üniversitesi’ndeki çalışmalarını inceleyen bir yazı: Mücadeleci bir matematikçi: Hilda Geiringer, Sarkaç, 8 Mart 2022ile Göttingen Üniversitesi’nden William Prager de vardı. Mises o tarihte 50 yaşında, elastisite-plastisite kuramı, ayrodinamik, istatistik, nümerik analiz ve olasılık kuramı üzerine yaptığı öncü çalışmalarla uygulamalı matematiğin kabul görmesinde büyük rol oynamış, dünya çapında bir matematikçi ve mekanikçiydi. Prager ise 30 yaşında, yıldızı yükselen genç bir profesördü; o da uygulamalı matematik ve mekanik alanındaki çalışmalarıyla tanınıyordu. Geirenger ise Mises’in öğrencisi ve asistanı olmuş, onun yönetiminde uygulamalı matematikte Habilitasyon’unu almış, Türkiye’ye gelmeden önce de Berlin Üniversitesi’nde matematik bölümüne Privatdozent olarak atanmıştı. Almanya’da Emmy Noether’den[2]Soyut cebir konusundaki çalışmalarıyla tanınan Alman matematikçi, 1882-1935. sonra matematikte Habilitasyon alan ikinci kadın, Berlin Üniversitesi’nde ise bunu başaran ilk kadın matematikçiydi.

Mises ile Geirenger altı yıl, Prager ise İstanbul Üniversitesi’nde sekiz yıl kaldı. Bu üç isim, Kerim Erim’le beraber matematik bölümünü salt ders veren bir yer olmaktan çıkarıp bir araştırma kurumuna dönüştürmede, dahası Türkiye’de uygulamalı matematik ve mekanik disiplininin kurulmasında büyük rol oynadılar.[3]Eden, A. ve Irzık, G., “German mathematicians in exile in Turkey: Richard von Mises, William Prager, Hilda Geiringer and their impact on Turkish mathematics,” Historia Mathematica 39(4), 2012, 432-459. Kerim Erim o tarihte 39 yaşında çok iyi yetişmiş parlak bir matematikçiydi. Doktorasını 1929’da Almanya’da, Erlangen Üniversitesi’nde tamamlamıştı. Erim, matematik alanında doktora yapan ilk Türk olarak bilinir[4]İnönü, E., “1923-1966 Dönemi Türkiye Matematik Araştırmaları Bibliyografyası ve Bazı Gözlemler. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yayını, 1973, s.26. Kerim Erim mükemmel bir orkestra şefi gibi, hem yabancı akademisyenlerle Türk akademisyenlerin uyumlu çalışmasında, hem de Cahit Arf ve Ratip Berker gibi parlak gençlerin matematik bölümüne asistan olarak kazandırılmasında baş rolü oynamıştır.

Gecikmiş bir kariyer

Nakibe Topuz Uzgören, RC-ACG Alumni Bulletin 1956 Güz.

Nakibe Topuz matematik öğrenimini böyle bir bölümde tamamladı ve 1936’da mezun olur olmaz Ali Yar’ın başkanlığındaki “Umumi Riyaziyat” (Genel Matematik) ve “Yüksek Cebir Kürsüsü”ne asistan olarak atandı. Zekâ ve yeteneği, güç beğenen Mises’in dikkatini yeterince çekmiş olmalı ki bir yıl sonra onun başkanlığındaki “Riyazi Mihanik ve Yüksek Hendese Kürsüsü”ne (Matematiksel Mekanik ve Yüksek Geometri) asistan olarak geçti. Mises’in İstanbul Üniversitesi’nde en yüksek maaşı aldığını, yönetimde sözü geçen bir isim olduğunu ve matematik bölümünde ilk doktora tezlerini yönettiğini belirtelim. Yomtrov Garti ile Terenzio Consoli’ye ait bu tezler olasılık konusundaydı ve 1939’da tamamlandı. 

Mises’in Nakibe Topuz’u gerek İstanbul Üniversitesi’nde, gerekse Türkiye’den ayrılıp Harvard Üniversitesi’ne gittikten sonra da hep desteklediğini görüyoruz. Bunun ilk kanıtı İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nden etüt ve staj için yurt dışına gönderilen ilk kişinin, olasılık hesabı çalışmak üzere Mises’in kürsüsünden Uzgören olması. Uzgören’in ABD’ye görevli gidişi için dekan Ali Yar tarafından kaleme alınan 26 Mart 1937 tarihli belgeden anlaşılıyor. [5]Fen Fakültesi Dekanı Ali Yar’ın 26 Mart 1937 tarihli yazısı. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı, Nakibe Uzgören dosyası. 

Böylece Uzgören 1 Ekim 1937-31 Mart 1939 tarihleri arasında maaşlı olarak Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’ne gönderildi ve burada Arthur Copeland ile çalıştı. Copeland, Mises’in olasılık kuramı konusundaki yaklaşımına aşina bir matematikçiydi, 1936 Eylül ayında İstanbul Üniversitesi’ni ziyaret etmiş ve bir konuşma vermişti.[6]Copeland, A. J. (1936) “Admissible numbers,” Revue de la Faculté des Sciences de lUniversité dIstanbul, 1, s. 52-57. Uzgören’in Copeland ile bu vesileyle tanışmış olması muhtemeldir. Uzgören’in Michigan Üniversitesi Matematik Bölümü’ne gitmesinde bu tanışıklık ve Mises’in desteği rol oynamış olsa gerek. Ne var ki kendisine verilen bir buçuk yıllık süre Uzgören’in yalnızca yüksek lisans derecesi almasına yetmiş. Bu noktada Mises devreye girip Fen Fakültesi Dekanına Uzgören’in görev süresinin uzatılması için bir dilekçe yazmışsa da bir sonuç alamadığı anlaşılıyor.[7]12 Nisan 1939 tarihinde Von Mises tarafından Fen Fakültesi Dekanına yazılan dilekçe. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı, Nakibe Uzgören dosyası.

Fen Fakültesindeki görevine dönen Uzgören “Riyazi Mihanik ve Yüksek Hendese Kürsüsü”ndeki asistanlık görevini 1947 Ekim sonuna dek sürdürdü; bu arada ek görevler de üstlendi. Örneğin, 1940’ta İstanbul Üniversitesi Maliye Kürsüsü’nde okutman olarak matematik dersleri verdi. 1941’de saat sözleşmeli olarak Robert Kolej Yüksek Okulu’nda mühendislere haftada altı saat matematik öğretti. Uzgören, bildiğimiz kadarıyla Robert Kolej’de böyle bir görevi üstlenen ilk kadın matematikçidir ve Robert Kolej’de uzun yıllar ders vermeye devam etmiştir.

Uzgören 1 Kasım 1947 tarihinde Fen Fakültesi bünyesindeki matematik enstitüsüne asistan olarak atandı ve atanır atanmaz 10 Haziran 1949 tarihine kadar maaşlı olarak Harvard Üniversitesi Matematik Bölümü’ne doktora yapmak üzere gönderildi. Bu bölümü seçmiş olması kuşkusuz bir tesadüf değil; çünkü 1939’da Türkiye’den ayrılan Mises o bölümde ders veriyordu. Mises’in Uzgören’e desteği burada da kendini gösteriyor. Uzgören matematik bölümünde tüm derslerini tamamlayıp yeterlilik sınavını başarıyla verdi. Ne var ki 10 Haziran 1949 tarihi itibarıyla tezini tamamlayamadığı gerekçesiyle Fen Fakültesi’ndeki görevine son verildi. Zira 1946’da üniversiteler kanununda yapılan bir değişiklikle asistanların üç yıl içinde doktora derecelerini almaları şart koşulmuş, aksi halde görevlerine son verileceği öngörülmüştü.

İstanbul Üniversitesi Personel Arşivi’nde yer alan belgelere göre Uzgören’in bir süre sonra ülkesine döndüğünü, 1 Mart 1950 tarihinde İstanbul Üniversitesi Fen fakültesine “kalkülatör” olarak işe başladığını ve bu görevini 30 Haziran 1954’e dek sürdürdüğünü öğreniyoruz.[8]İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı: 7 Nisan 1964 tarihli hizmet cetveline göre, Nakibe Topuz Uzgören’in İstanbul Üniversitesinde aldığı görevler/pozisyonlar:
1. İÜFF Umumi Riyaziyat ve Yüksek Cebir asistanlığı, 22 Mayıs 1936 ve 6 Aralık 1937 arasında.
2. İÜFF Riyazi Mihanik ve Yüksek Hendese asistanlığı, 7 Aralık 1937 ve Haziran Sonu 1949 arasında.
3. 1 Temmuz 1949 ve Şubat sonu 1950 arasında boşta.
4. İÜFF kalkülatör 1 Mart 1950 ila Haziran sonu 1954 arasında.
5. İÜ İktisat Fakültesi Riyazi İstatistik dersi öğretim görevlisi 1 Temmuz 1954 ila Kasım sonu 1958 arasında.
6. İÜ İktisat Fakültesi İstatistik ve Tatbiki İktisat Kürsüsü öğretim görevlisi 1 Aralık 1958’den başlayarak ve 7 Nisan 1964 tarihinde devam edecek şekilde.
Uzgören, doktorasını da bu dönemde, 30 Eylül 1953 tarihinde ve 42 yaşında tamamladı. 1954-1961 arasında aynı üniversitede bu kez İktisat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak atandı. Burada sadece matematiksel istatistik değil, aynı zamanda işletme enstitüsü kurulmasına yönelik olarak sunulan işletme dersleri kapsamında ticari hesap ve mali cebir dersleri verdi.[9]Oluç, M. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi 1972 Mezunları Yıllığı. https://ifmed.org.tr/prof-dr-mehmet-olucun-kaleminden-kurulus-oykusu/ Erişim tarihi: Şubat 2024. 1957-1958 akademik yılında istatistik alanında araştırma yapmak üzere Rockefeller bursuyla tekrar ABD’ye gitti. Güz dönemini Kuzey Carolina Üniversitesi’nde, Bahar dönemini Stanford Üniversitesi’nde geçirdi.[10]Stanford tercihinde yine Mises rol oynamış görünüyor; zira Stanford Üniversitesi Matematik Bölümü’nün kurucusu sayılan Gabor Szego, Mises’in yakın bir meslektaşı ve 70. Yaşını kutlamak için ona ithaf edilen derlemenin editörlerindendi. Bu seçkiye aşağıda değineceğiz. Uzgören, 1959 yılında ek görevle Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde ders vermek üzere görevlendirildi. Söz konusu kurumdan 1966’da Mali Matematik doçenti ünvanını aldı. 1968’de aynı kurumda profesör olduğunda 57 yaşındaydı.

Uzgören’in İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde matematiksel istatistik derslerini uzun yıllar vermeye devam ettiğini, ilkeli, alçak gönüllü, sempatik ve çok iyi bir hoca, dersinin ise “demir leblebi” olduğunu, yıl sonu sınavının tam beş saat sürdüğünü, Uzgören’in 1972-73 akademik yılında öğrencileri olan Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu ile Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun tanıklığından öğreniyoruz. Kendileriyle yaptığımız söyleşide Sema Hoca şu anısını aktardı: 1972-73 akademik yılı sonuna doğru bir gün vapurda hocası Nakibe Uzgören ile karşılaşmış. Sema Hoca ve ileride eşi olacak olan Ersin Hoca ile beraber Iowa Üniversitesi’nden kabul aldıklarını söylediğinde, Uzgören kendisinin de bir süre Ames’deki Iowa Eyalet Üniversitesi’nde bulunduğunu anlatmış. Hatta, Uzgören “Buraya ev ekonomisi okumak için mi geldin?” sorusuna muhatap olmuş ve “Tarım istatistiği için geldim” diye yanıt verdiğinde şaşkınlıkla karşılanmış. Fakat söz konusu üniversite ile yazışmamıza rağmen, oraya ne zaman ve ne kadar süreyle gittiğini öğrenemedik.

Doktora Tezi ve En Önemli Yayını

Uzgören’in makalesinin ilk ve son sayfaları

Uzgören’in doktora tezinin başlığı “Bir nümunenin ekstrem değerlerinin dağılımının asimptotik inkişafı”dır. Bunun Türkiye’de istatistik alanında yazılan ilk doktora tezi olduğunu sanıyoruz. Bir başka ilginç husus da tezin yöneticisinin Cahit Arf olması. Arf 1950’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde çeşitli konularda en çok tez yöneten kişi olsa da, onun bir istatistik tezi yönetmiş olması şaşırtıcı görünüyor. Belgeleyebildiğimiz ve bilebildiğimiz kadarıyla bu teze asıl yön verenler Mises ile Geiringer’dir. Böyle düşünmemizin birkaç nedeni var: Birincisi, Uzgören’in gerek İstanbul Üniversitesi’nde gerekse Harvard Üniversitesi’nde Mises’in rahle-i tedrisinden geçmiş olması. Nitekim Harvard Üniversitesi Matematik Bölümü’ne onunla çalışmak üzere gitmiş olmasına yukarıda değinmiştik. İkincisi, tezinin temelini oluşturan ve “Studies in mathematics and mechanics presented to Richard von Mises”[11]Birkhoff, G., Kuerti, G. ve Szegö, G. (Der.) (1954) Studies in mathematics and mechanics presented to Richard von Mises Academic Press Inc., New York. içinde yayımlanan “The asymptotic development of the distribution of the extreme values of a sample” (Bir örneklemin uç değerlerinin dağılımının asimptotik gelişimi) başlıklı eseri.[12]Uzgören, N. T. (1954) “The asymptotic development of the distribution of the extreme values of a sample.” In: Studies in mathematics and mechanics presented to Richard von Mises. New York: Academic Press, s. 353-356. Bu eserin Mises’e ithaf edilen bir kitapta çıkmış olması elbette bir tesadüf değil. Zira Uzgören hem Mises’in öğrencisi olmuş, hem de bu konudaki onun öncü çalışmalarını ve bulgularını daha da geliştirmiştir. Buna aşağıda biraz daha ayrıntılı değineceğiz. Uzgören’in yazısı Mises’in 1922 ve 1936 tarihli iki yayını ile 1947 yılında yaptığı bir konuşmaya atıfta bulunur. Söz konusu konuşmanın yapıldığı tarihte Uzgören’in Mises’in bölümünde doktora çalışmalarını yürütmekte olduğunu hatırlayalım.

Üçüncüsü ve en nihayet, tez yazım sürecinde Uzgören-Geiringer mektuplaşmaları. 1953 yılında ikisi arasındaki mektuplaşmalardan Geiringer’in Uzgören’in tezini satır satır okuyup bazı düzeltmeler önerdiğini görüyoruz. 

Uzgören- Geiringer mektuplarından sayfalar. Harvard Üniversitesi Arşivi’nin izniyle.

Mises’e ithaf olunan seçki, Garret Birkhoff, Gustav Kuerti ile Gabor Szegö tarafından onun 70. yaşını kutlamak üzere hazırlanmış ve 1954’te basılmış. Seçkiye davet edilenlerin çok azı Mises’in doktora öğrencilerinden oluşuyor. Bu öğrenciler arasında Stephan Bergman, G. S. S. Ludford, Yomtrov Garti ve Terenzio Consoli var. İlginç olan, Uzgören’in de davet edilmiş olması. Bu bize hem onun eserinin kalitesi hakkında ipucu veriyor, hem de bir bakıma asıl Doktorvater’inin Mises olduğuna işaret ediyor. 14 Temmuz 1953’te vefat eden Mises bu kitabı ne yazık ki görememiş. Dolayısıyla, Uzgören’i bir bakıma Mises’in son “doktora öğrencisi” olarak nitelemek mümkün.

Mises’e ithaf edilen kitapta yer alan uç değer dağılımı ile ilgili yayını Uzgören’in en önemli eseri olup iki kısımdan oluşur. İlk kısımda genel rassal değişkenler için uç değerlerin dağılımının rassal değişken sayısına göre asimptotik olarak nasıl değiştiği gösterilir. Bazı kaynaklarda Uzgören Teoremi diye anılan bu neticenin belirli kısıtlar altında doğruluğu 1987’de ispatlanmıştır.[13]Sweeting, T.J. (1989) “Recent Results on Asymptotic Expansions in Extreme Value Theory.” In: Hüsler, J., Reiss, RD. (Eds.) Extreme Value Theory. Lecture Notes in Statistics, vol 51. New York: Springer, s. 10-20. İkinci kısımda, bu genel neticenin, birbirinden bağımsız rassal değişkenlerin normal dağıldığı bir hali incelenir ve uç değerlerin asimptotik açılımının zarif bir ikinci terimi elde edilir. (Birinci terim daha önce Frechet tarafından bulunmuştur). Bu zarif formül Uzgören asimptotik yaklaşımı olarak nitelendirilebilir.

Yukarıda sayfalarından örnekler verilen Uzgören’in makalesindeki 30 numaralı formül.

Google Scholar’da Uzgören’in bu yayınına 50 atıf görünüyor. İlginç olan şu ki bu atıfların büyük çoğunluğu 2000 yılı sonrasına ait. Bunun nedeni Uzgören asimptotik yaklaşımının kablosuz iletişim ve sinyal işlemede beklenmedik, önemli bir uygulama alanı bulmasıdır.

M. Sharif ve B. Hassibi’nin 2005 yılında IEEE Transactions on Information Theory dergisinde bir makale yayımladılar. Makale, MIMO (Multiple Input Multiple Output) olarak adlandırılan, rasgele dağılmış çoklu girdili ve çoklu çıktılı kablosuz iletişim ağlarında girdi ve/veya çıktı sayısı sonsuza giderken en yüksek bit kapasitesine erişmenin en ekonomik yöntemleri hakkındadır. Sharif ve Hassibi girdilerin ve çıktıların normal dağılmış olduğu durumda Uzgören’in asimptotik formülünün çok iyi kestirimler verdiğini gösterdiler.[14]Sharif, M. ve Hassibi, B. (2005) “On the Capacity of MIMO Broadcast Channels With Partial Side Information”. IEEE Transactions on Information Theory 51: 506-522 Bu sayede benzetimlerle elde edilen neticelere teorik bir temellendirme de sağladılar. Bu makaleden sonra MIMO alanında birçok yayında Uzgören’in makalesine başvurulduğunu görüyoruz. 

Bitirirken

Uzgören Türkiye’de matematiksel istatistiğin yerleşmesine en çok katkıyı yapan isimlerden biri olmuştur. 1967’de yayımlanan “Genel Matematik ve İktisatta Uygulaması” kitabı en az beş baskı yapmış ve İktisadi ve Ticari Bilimler Akademilerinde ders kitabı olarak yaygın biçimde okutulmuştur. Bu kitabın sosyal bilimler için matematik hakkında çeviri olmayan ilk telif eser olduğunu sanıyoruz. Uzgören ayrıca Cogan, Norman, Kemeny, Thompson ve Snell’in çok okutulan “Modern Matematik Metodları ve Modelleri II” kitabını da çevirmiştir.[15]Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1968’de yayımlanmıştır.  

İstanbul Üniversitesi, Robert Kolej Yüksek Okulu, Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi gibi farklı yüksek öğrenim kurumlarında, çoğu zaman ek görevlendirilmelerle 35 yıla yakın ders vermiş, bir kurumdan diğerine koşmuştur. 1956 Güz dönemi RC-ACG Mezunlar Bülteni’ndeki şu tasvir çok çarpıcıdır: “Dr. Nakibe Uzgören bir yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde Çarşamba günleri öğleden sonra saat 3’te derslerini bitirdikten sonra doğruca Yeşilköy Havaalanı’na giderdi. Devlet İstatistik Kurumu ve FAO[16]Birleşmiş Milletlerin Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agricultural Organization) tarafından ortaklaşa desteklenen bir istatiksel alan taraması dersi vermek üzere 17.00 uçağına biner, ertesi gün İstanbul’a dönerdi.” [17]RC-ACG Alumni Bulletin Fall 1956, s. 5; tercüme bize ait.

Uzgören’in kariyerinin her safhada gecikmesinin nedeni bu koşuşturmalı ve yüklü hocalık hayatı diye düşünülebilir. Ancak kanımızca başka nedenler daha belirleyici olmuş görünüyor. Söz konusu gecikmenin, kısmen üniversite yasalarının değişmesinden, kısmen kadro yetersizliğinden, kısmen de Türkiye’de istatistiğin matematik disiplininin asli bir unsuru olarak kabul edilmesinin zaman almasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Hatta, sebep-sonuç ilişkisini tersine çevirip, tam da bu nedenlerden dolayı bu kadar çok ders vermek zorunda kaldığını ileri sürebiliriz.

Uzgören’in yoğun ders yüküne rağmen alanındaki gelişmeleri takip etmek için çok çaba harcadığını, İstanbul Üniversitesi Personel Daire Başkanlığı’ndaki dosyasında yer alan yazışmalardan uluslararası Matematikçiler Kongresi’nin toplantılarına katılmak için yaptığı başvurulardan anlıyoruz. [18]Uzgören’in İstanbul Üniversitesi’ndeki dosyasında yer alan yazışmalara göre izin istenen yurt dışı toplantıları: 1954 Amsterdam, 1958 Edinburgh, 1962 Stockholm, 1966 Moskova, 1970 Nice

Uzgören asimptotik yaklaşımının bilim dünyasında dikkat çekmesi tam 50 yıl almış. Ama burada bir gecikmeden çok, araştırma-uygulama ilişkisinin öngörülemezliği söz konusu. Hangi buluşun ne zaman işe yarayacağını önceden kestirmek her zaman mümkün olmuyor. Behçet Necatigil’in unutulmaz “Açık” şiirinde “asıl şiirler bekler bazı yaşları” dediği gibi, bilimde de bazı sonuçların değeri ancak zamanla, bazen de teknolojinin gelişimiyle ortaya çıkıyor. 

Alp Eden, Gürol Irzık

Teşekkür: Bilim Akademisi’ne ve özellikle Müsemma Sabancıoğlu’na arşiv belgelerini toplamakta olağanüstü yardımları için; Harvard Üniversitesi Arşiv görevlilerine Geiringer-Uzgören mektuplaşmalarına dikkatimizi çektiği ve erişimimizi sağladığı için; İstanbul Üniversitesi Personel Daire Başkanlığı’na ve ilgili arşiv çalışanlarına yardımları için; Nedim Ölçer’e ACG/RC arşivine ulaşmamızı sağladığı için; Sema ve Ersin Kalaycıoğlu’na hocaları Nakibe Uzgören’e ilişkin anılarını paylaştıkları için müteşekkiriz.


Bu yazı, Cumhuriyetin 100. yılı için Ekol Vakfı, Bilim Akademisi ortaklığı ile hayata geçirilen “Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar” projesi çerçevesinde hazırlanmıştır. Projenin ürünlerinden biri olan olan “Sahada” kitabı hakkında ayrıntılı bilgiyi bu adresten edinebilirsiniz.

Notlar/Kaynaklar

Notlar/Kaynaklar
1 Hilda Geiringer’in ağırlıklı olarak İstanbul Üniversitesi’ndeki çalışmalarını inceleyen bir yazı: Mücadeleci bir matematikçi: Hilda Geiringer, Sarkaç, 8 Mart 2022
2 Soyut cebir konusundaki çalışmalarıyla tanınan Alman matematikçi, 1882-1935.
3 Eden, A. ve Irzık, G., “German mathematicians in exile in Turkey: Richard von Mises, William Prager, Hilda Geiringer and their impact on Turkish mathematics,” Historia Mathematica 39(4), 2012, 432-459.
4 İnönü, E., “1923-1966 Dönemi Türkiye Matematik Araştırmaları Bibliyografyası ve Bazı Gözlemler. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yayını, 1973, s.26.
5 Fen Fakültesi Dekanı Ali Yar’ın 26 Mart 1937 tarihli yazısı. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı, Nakibe Uzgören dosyası.
6 Copeland, A. J. (1936) “Admissible numbers,” Revue de la Faculté des Sciences de lUniversité dIstanbul, 1, s. 52-57.
7 12 Nisan 1939 tarihinde Von Mises tarafından Fen Fakültesi Dekanına yazılan dilekçe. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı, Nakibe Uzgören dosyası.
8 İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Personel Daire Başkanlığı: 7 Nisan 1964 tarihli hizmet cetveline göre, Nakibe Topuz Uzgören’in İstanbul Üniversitesinde aldığı görevler/pozisyonlar:
1. İÜFF Umumi Riyaziyat ve Yüksek Cebir asistanlığı, 22 Mayıs 1936 ve 6 Aralık 1937 arasında.
2. İÜFF Riyazi Mihanik ve Yüksek Hendese asistanlığı, 7 Aralık 1937 ve Haziran Sonu 1949 arasında.
3. 1 Temmuz 1949 ve Şubat sonu 1950 arasında boşta.
4. İÜFF kalkülatör 1 Mart 1950 ila Haziran sonu 1954 arasında.
5. İÜ İktisat Fakültesi Riyazi İstatistik dersi öğretim görevlisi 1 Temmuz 1954 ila Kasım sonu 1958 arasında.
6. İÜ İktisat Fakültesi İstatistik ve Tatbiki İktisat Kürsüsü öğretim görevlisi 1 Aralık 1958’den başlayarak ve 7 Nisan 1964 tarihinde devam edecek şekilde.
9 Oluç, M. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi 1972 Mezunları Yıllığı. https://ifmed.org.tr/prof-dr-mehmet-olucun-kaleminden-kurulus-oykusu/ Erişim tarihi: Şubat 2024.
10 Stanford tercihinde yine Mises rol oynamış görünüyor; zira Stanford Üniversitesi Matematik Bölümü’nün kurucusu sayılan Gabor Szego, Mises’in yakın bir meslektaşı ve 70. Yaşını kutlamak için ona ithaf edilen derlemenin editörlerindendi. Bu seçkiye aşağıda değineceğiz.
11 Birkhoff, G., Kuerti, G. ve Szegö, G. (Der.) (1954) Studies in mathematics and mechanics presented to Richard von Mises Academic Press Inc., New York.
12 Uzgören, N. T. (1954) “The asymptotic development of the distribution of the extreme values of a sample.” In: Studies in mathematics and mechanics presented to Richard von Mises. New York: Academic Press, s. 353-356.
13 Sweeting, T.J. (1989) “Recent Results on Asymptotic Expansions in Extreme Value Theory.” In: Hüsler, J., Reiss, RD. (Eds.) Extreme Value Theory. Lecture Notes in Statistics, vol 51. New York: Springer, s. 10-20.
14 Sharif, M. ve Hassibi, B. (2005) “On the Capacity of MIMO Broadcast Channels With Partial Side Information”. IEEE Transactions on Information Theory 51: 506-522
15 Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1968’de yayımlanmıştır
16 Birleşmiş Milletlerin Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agricultural Organization
17 RC-ACG Alumni Bulletin Fall 1956, s. 5; tercüme bize ait
18 Uzgören’in İstanbul Üniversitesi’ndeki dosyasında yer alan yazışmalara göre izin istenen yurt dışı toplantıları: 1954 Amsterdam, 1958 Edinburgh, 1962 Stockholm, 1966 Moskova, 1970 Nice

Primo Levi’nin “Periyodik Tablo”su

Primo Levi'nin 1948'den 1977'ye kadar çalıştığı İtalya, Torino'da bulunan Siva Boya Fabrikasındaki çalışma odası (ve duvarda periyodik tablo) Kaynak: Shutterstock
Primo Levi, 1950’ler. Kaynak: Wikipedia

Periyodik Tablo, Primo Levi, Çevirmen: Feza Özemre, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014

İtalyan kimyacı Primo Levi Torino’da Yahudi cemaatinde büyümüş, İtalya’da faşizmin iktidarda olduğu yıllarda bu şehirde kimya okumuş, çevredeki dağlarda gezmiş, tırmanmış, madenlerde, başka kimya işlerinde çalışmış, sonra partizanlara katılmış, kısa süre sonra yakalanıp Kuzey İtalya’da kurulan Nazi kuklası hükümet ve Alman işgali döneminde Auschwitz’e gönderilmiş, savaşın son yılını burada, Buna lastik fabrikasında, yılın son aylarını ise kimyacı olduğu için seçilip çalıştırıldığı laboratuvarda geçirmiş. Levi, bu ayrıcalıktan akıllıca yararlanmış. Esirler arasındaki dayanışma ve değiş tokuşlarla, biraz da şans eseri, korkunç toplama kamplarından kurtulabilen çok az kişiden biri olarak İtalya’ya dönen Levi, savaş sonrasında da kimyager olarak çalışmış. Sonra gazete yazıları ve daha sonra otobiyografik hikâye ve romanlarıyla yavaş yavaş tanınmış. 1987’de Torino’da oturduğu apartmanın üçüncü katından avluya düşerek ölmüş. Herhalde kaza eseri; intihar olduğunu düşünenler de var. 

Birçok doğa bilimcisi gibi Primo Levi de bilimi, kimya okumayı dünyaya anlam vermek için seçmiş. O yıllarda faşizmin dayattığı iklime ve eğitim ortamına hâkim olan sahte “Ruh” vurgusuna karşılık, akıl ve deneyle, çalışıp didinmeyle anlaşılmaya açık olan madde, Levi’nin dünyayı anlama, anlam vermeğe çalışma, şaşırma, öğrenme ve sağ kalma yolu olmuş. Levi, kendi deyişiyle “Periyodik Tablo”da “Lisede yuttuğumuz bütün şiirlerden daha görkemli ve vakur bir şiir” buluyor, “hattâ kafiyesi bile var.”

1975’ta yayımlanan “Periyodik Tablo”nun İtalyanca baskısının kapağı.

Levi’nin bütün kitaplarında İkinci Dünya Savaşı öncesi, faşizm ve nazizmin yükselişi, savaş, toplama kampları, savaş sonrası İtalya ve Avrupası var. Kitaplarındaki hikâyelerin bazıları doğrudan otobiyografik, bazıları da başkalarından duyduğu ve okuduğu olaylar üzerine inşa edilmiş kurgu. “Periyodik Tablo” kitabı ise “Kurşun” ve “Civa” başlıklı iki kurgu hikâye dışında hepsi otobiyografik parçalardan oluşuyor. Her birinin başlığında periyodik tablodan bir elemanın adını taşıyan 21 parça bulunuyor. Bunların kimisinde söz konusu eleman arka planda. Mesela “Çinko” bölümünde çinkoyla bir deney ve ardından evine bıraktığı sınıf arkadaşı Rita’dan ve kendi tutuk gençliğinden söz ediyor. Demir parçası dağlarla, ona dağları tanıtan arkadaşı Sandro ve demirle ilgili. Asal gaz “Argon” bölümünde argon sadece bir metafor; toplumla sıkı ilişkiler içindeyken kendi içine kapalı ve saklı da kalan Yahudi topluluğunu, amcaları, teyzeleri anlatıyor. “Nikel”de bir madende kimyager olarak çalışırken madende çalışanları, ofisi, madeni ve nikeli anlatıyor. “Altın” parçasında İtalya’da 1940’larda hâlâ dededen babadan gelen meslek olarak derelerde altın arayanlar var. “Titanyum”da bembeyaz boya yapan boya ustası ile onu seyreden küçük kız, sade ve aydınlık bir resimde gösteriliyor. Oysa kimya çoğu zaman şaşırtıcı sonuçlara giden bir dedektiflik işi. “Krom” bölümünde imalâttaki kusurun sebebi çözülüyor. “Arsenik”te kimyasal analizle bir cinayet teşebbüsü anlaşılıyor. “Azot” bölümünde öpüşünce bozulmayan ruj arayışından yılan gübresine varılıyor. “Uranyum”da bir komplo teorisi, atmasyon çıkıyor. Hatıralarla ilgili “Gümüş” bölümünde yine imalât kusuruyla yanan röntgen filmleri ve çevre kirliliği hikâyesi var. Toplama kampı ile ilgili iki bölümden “Seryum,” kampta laboratuvardan yürütülen seryum kırıntıları ile çakmaktaşı yapıp bunu bayat ekmek tayınlarıyla değiş tokuş etme hikâyesi. “Vanadyum” ise savaştan sonra bir kimya şirketinde çalışan Primo Levi’nin şirket yazışmalarında toplama kampındaki amiri Alman kimyacı ile yüzleşmesi. Çarpıcı.

2014 tarihli Türkçe baskının kapağı, Kırmızı Kedi Yayınları.

Kitabın son parçası “Karbon” nefis bir popüler bilim denemesi. Primo Levi burada bir tanecik karbon atomunun serüvenini, girdiği çıktığı canlı cansız nesne ve süreçleri anlatıyor. Bu parça da bence otobiyografik, çünkü yazar kimyayı, bilimi öylesine özümsemiş ki bunu anlatmakla kendisini, kendi yolculuğunu ortaya koyuyor. Nature dergisinde, Mendeleev’in periyodik tabloyu bulmasının 150. yılı (2019) periyodik tablo özel sayısında, The Guardian’ın eski bilim editörü Tim Radford, Primo Levi’nin “Periyodik Tablo” kitabı üzerine yazdığı yazıda, masasında bulunan dört popüler bilim antolojisinin hepsinde Primo Levi’nin eserlerinden parçalar, bunlardan üçünde ise “Karbon” parçasının yer aldığını belirtmiş. Gerçekten Levi’nin ve özellikle “Periyodik Tablo” kitabının popüler bilim yazımında ve edebiyatta ayrı bir yeri var.

Kitabı Türkçe’ye çeviren Feza Özemre, İtalyan Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü mezunu. Demek ki bu kitabı çevirmek için gereken donanıma sahip. Bu özel şartların ötesinde iyi bir çevirinin vazgeçilmez şartı olan akıcı, nefis bir Türkçe ile yazarak kitabın bilimsel olduğu kadar edebî anlamda da hakkını vermiş. Kitabı yıllardan sonra ikinci kez okudum, bu tanıtım ve hatırlatma yazısını bu güzel çevirinin yeni bir baskısıyla Türkçe’de yeniden ulaşılır olması ümidiyle yazdım. 


“Bu yazı yayınlanınca Bilim Akademisi üyesi sayın Sedat Ölçer sağolsun kendi blog sitesinde yayınladığı ‘Periyodik Tablo’ tanıtım yazısını iletti. Kitabın ve Primo Levi’nin bu çok güzel takdimine de buradan ulaşabilirsiniz.”


Ali Alpar

Bilim Akademisi üyesi- Sabancı Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi 

“Periyodik Tablo”dun çeşitli dönemlerde Türkçe, İngilizce, italyanca dillerinde yayımlanmış nüshalarının kapak çalışmaları.

 

Sarkaç bülten aboneliği

Sarkaç bülten aboneliği

Duyuruları e-posta adresinizine almak için bültenimize abone olabilirsiniz.

Abone oldunuz!